Halim Kaya
Salih Dilek Başbuğ Alparslan Türkeş ile yakın teşriki mesaide bulunmuş ve en önemlisi ise onunla teşriki mesai ile vazifeler yapmış Ülkücü tarihin kamuoyu tarafından bilinmeyen çok yaşanmışlıklarına vakıf ya da Başbuğ Türkeş ile fazla hatırası olan bir ağabeyimizdir. Ahmet Yavuz Yetim’in tabiriyle Salih Dilek hadiselerin içinde bir silahlı pratisyen ve taktisyen olarak yer alan birisi olması dolayısıyla onun yazdığı hatırat da Ülkücüler için büyük önem arz etmektedir.
Salih Dilek ağabeyin anlattıklarından hareketle Ahmet Yavuz Yetim tarafından yayına hazırlanan “Selam Şanlı Mazimize” adlı hatıra kitabı ilk baskısını Temmuz 2024 tarihinde Ankara’da yapmıştır. Kitap Panama Yayıncılık tarafından 440 sayfa olarak basılmıştır. Kitap üç sayfaya yakın bir “İçindekiler” listesiyle başlamaktadır ki okuyucuya özenilerek hazırlandığı intibaı bırakmaktadır. Kitaptaki diğer başlıklar “Ön Söz”, “Kitabın Sunuşu”, “Zaman Aşırı”, “Hayat”, “Bir Zamanlar Ankara”, “Komünizmin ve Kapitalizmin Kıskacında Bir Ülke”, “6-7 Eylül Olayları”, “27 Mayıs 1960 İhtilali”, “Bozkurtların Ölümü”, “Atatürk Lisesi”, “Dönüşüm Gazetesi”, “Kuva-yı Milliye Derneği”, “Çankaya Yokuşunda”, “CKMP’nin Genel Kurulu ve Alparslan Türkeş”, “CKMP’ye Geçiş ve CKMP’nin Stratejisi”, “Milli Türk Talebe Birliği”, “Boraltan Köprüsü”, “Komando Kampları”, “Söğüt Şölenleri”, “İlk Yumruk”, “Bozkurtların Başbuğları”, “Genç Ülkücüler Teşkilatı”, “68 Kuşağı ve Şeker-İş”, “1969 Adana Kongresi”, “Nasyonal Aktivite Zinde İnkişaf Derneği: Naziler”, “Türk Milliyetçileri”, “Özmen”, “Mahzende Unutulan Adam”, “15-16 Haziran Olayları”, “ Yapı-İş Sendikası, Deniz Gezmiş ve Takımı”, “Misafir”, “Ülkücü İşçiler”, “Bir Filim Sahnesi Değildir”, “Akademi ve Üniversite Olayları”, “Önkuzu”, “Hacettepe”, “Panço”, “Biz Komandoyuz”, “Hürriyet”, “Mart 1971 Muhtırası”, “1970-1971 Yılları Arasındaki Hadiselerin Listesi” “Komünist miyiz?”, “Mahkeme Önünde”, “Bursa Akademi’ye Geçiş”, “Turancılık Suç Mudur?”, “Tam Bağımsız Zehirlenme”, “Kurtuluş Parkı Hadisesi”, “Yallah Tazyik”, “Dündar Taşer”, “Türk-Metal Kuruluyor”, “İki Fikrin Harp Sahası: Seydişehir”, “Çelik-İş Sendikası”, “Ülkücü İşçiler Birliğini Bırakıyorum”, “Bursa”, “Kanlı 1 Mayıs”, “Türk-Metal Eğitim Sekreterliği”, “Düğün”, “Gün Sazak Beğ’in Bakan Oluşu”, “Baki Yeşiloğlu”, “Eğitimcilerin Kuruluşu”, “Güneş Motel”, “İndirin Şalterleri”, “İzmir ve Turgut Özal”, “İskenderun Hadisesi”, “Maraş Olayları”, “Kon Dergisi”, “Son Vakitler”, “Yedek Subaylık”,“Cezaevi Yolları”, “Mahkemeler”, “12 Eylül Mahkemeleri”, “Pahalıya Pahalı Demek”, “Sona Doğru”, “Zamanın Ötesinde”, “Fotoğraflar ve Ek Vesikalar”, gibi oluş sırasına göre olayları isimlendiren ve nihayet “Dizin” hepsi birbirinden önemli başlıklardan oluşmaktadır.
Salih Dilek kitabında anlatacağı dönemi “1980’den evvel ülkücüyüm demek işsiz kalmak, okula sokulmamak, zindana atılmak ve kurşuna hedef olmak demekti.” (S.9) şeklinde tarif ediyor. Ve Kendi ifadesinden de anlaşıldığı üzere canı tehlikesine rağmen Ülkücülerin sayıları her gün artıyordu.
Ahmet Yavuz Yetim “Kitabın Sunuşu” başlığıyla yazdığı yazıda Salih Dilek’i “silahlanan komünizme karşı milliyetçi bir direnişçi ama bizdeki adıyla ülkücü-komandodur. Türk Milliyetçiliğinin siyasileşme çalışmalarında Alparslan Türkeş ve Dündar Taşer’e de yakın olmuştur. Bütün şartların alçaklığına, çağın kahpeliğine karşı kafa kafaya vererek ilahi kaynaktan gelen inatla çalışan bu iki yiğit Türk Milliyetçisinin yanında siyasi hadiselere ve stratejik hamlelere iştirak etmiştir. Bütün sosyal cephelerde kuruluşlarını tamamlayıp otoritesini tesis etmiş tam teşekküllü bir milliyetçi siyasi parti olma yolundaki adımların hepsinde Salih Dilek de vardır.” (S.15) şeklinde anlatmaktadır.
“Anlattıklarından anlaşıyordu ki bizim zamanımızdan geçen onca yıl sonra üniversitelerde hala bir şeyler değişmemişti. Yine üniversiteye gelen Türk çocukları, karşısında birtakım eşkıyalar bulmuşlardı.” Salih Dilek Ağabey üniversite kampusunda konferans vermek için kaç on yıl sonra gittiğini belirtmediği ifadelerinde -70 yaşında bu hatıratı yazdığına göre üniversite yılları da 18-23 arasın geçmişse en çok 50-51 yıl yaklaşık yarım asır önce yaşamıştır bu kıyasladığı zamanı- ülkücü düşmanlığının aynen devam ettiğini gözlemlemiştir. Bu düşmanlık değişmeyecektir de çünkü Atam Fatih Sultan Mehmet bunu “Türk olmak zordur, çünkü Dünya ile savaşırsın, Türk olmamak daha zordur, çünkü Türk ile savaşırsın.” diyerek izah etmiştir. Ülkücülük ve ülkücüler de şuurlu bir şekilde Türk’ü savunan öz olmaları dolayısıyla düşmanları sıradan Türklere göre daha çoktur. En acısı da mücadele ederken okullarını bırakmak zorunda kalan ülkücülerin yerlerin, makamların liyakatsizlerle doldurulmasıdır. “Hâlbuki onlardan eksilen yelere, Türk milletinin mukaddesatına saldırılırken [kantine] çay içmeye gidenler yerleşecek ve yerleştiği makamda Türklükle alakalı bir mesele çıktığı vakit bir türlü şerefli olmayacaklardı. Tıpkı bu çocuklar dövüşürken seyreden makam sahipleri gibi… Onlar da esasında kendi zamanlarında bir Türk milliyetçisinin hakkı olan bir makama oturmuş adamlardı.” (S.23) Salih Dilek her devirde Türk milliyetçileri Milleti ve Vatanı savunurken heba olur yerlerine de “çay içmeye giden” vatan millet derdine ilgisiz alakasız insanlar makamlara oturur demektedir.
Salih Dilek Ağabey Ailesinden ve doğumundan başlayarak Dünyanın siyasi durumundan Sovyetler Birliğindeki Bolşevik devriminden ve komünist Rusya’nın Çarlık Rusya’sındaki gibi Türkleri kandırıp Türk Yurtlarını işgalden ve Türkiye’den de Kars, Ardahan ile Boğazlarda özel statü istemesinden, Hitler ve Amerika ile Batının karşı oluşundan, 146 Azerbaycan Türk’ünün Boraltan Köprüsünde Ruslara teslim edilişi ve oracıkta kurşunlanmaları, İsmet İnönü’nün despotluğu ve Türk Parasından Atatürk resimlerinin kaldırılıp İnönü resimlerinin konulması ve kendini ‘milli şef’ ilan etmesinden, İnönü ile DP arsındaki mücadele ve DP’nin iktidarından, Kore’ye asker gönderişimiz ve Türk askerinin Kunuri Bölgesindeki başarısından, CHP’nin kurduğu “Talebe Birliği federasyon” tarafından organize edilen 6-7 Eylül olaylarından, NATO ya girişimiz, Amerikan Marshall Yardımı bahanesiyle köylerimize kadar ABD askerlerinin girmesi, ajanlık ve misyoner faaliyetler yapmaları. Ve 1960 İhtilali ile İhtilalin Kudretli Albayı Alparslan Türkeş’in radyo konuşmasından daha sonra Adnan Menders, Hasan Polatkan, Fatin Rüştü Zorlu’nun idam edilmesi ve ihtilalcilerin idareyi İnönü’ye devretmelerine kadar uzun uzun Ülkücü mücadelenin başladığı ortamın fotoğrafını çizmiştir.
Salih Dilek Ağabey henüz 11 yaşındayken 1960 ihtilali olmuş, Demokrat Parti taraftarı olan babası ihtilale ve ihtilal taraftarlarına karşı çıkarken daha ortaokul döneminden Kuleli Askeri Okuluna başlayan ağabeyi Türkeş ile tanışmış ve Harp Okulunda okurken yapılan ihtilal de Radyodan konuşan Türkeş için “Bu ihtilalin içinde Alparslan Türkeş var. İhtilale onun için güveniriz, çok iyi bir komutandır!” (S.51) diyerek destek veriyor.
Açık yüreklilikle kendisi için “Haylazlıkla uğraşacağız diye dersi ihmal ettiğimizden ortaokulun birinci sınıfında kaldım.” (S.52) diyen Salih Dilek Ağbey’in Mahallelerindeki Alevi Dedesinin verdiği Hüseyin Nihal Atsız’ın ölümsüz eseri “Bozkurtlar’ın Ölümü” adlı romanı okuduktan sonra değişim olmuş, içinde bir sanatkâr çıkmıştır. “Birkaç ufak tefek rolden sonra rejisörlüğünü ve yönetmenliğini Cüneyt Gökçer Beğ’in yaptığı Shakespeare’in Jul Sezar adlı tiyatrosunda figüran olarak rol aldım. Daha sonra bu tiyatro Türkiye’de turnelere çıktı. Bu turnelere ben de katıldım. Turnedeki her tiyatro öyle küçük sahneler değildi. Bazı büyük sahnelere de çıktık. Antalya’daki Aspendos Antik Tiyatrosunda da bu oyunu oynama şansımız oldu. Her ne kadar rolüm figüranlık da olsa o kalabalığın karşısına çıkmak müthiş bir zevkti. Jul Sezar’dan başka Damdaki Kemancı’da da figüran olarak rol aldım.” (S.57) Sanki Salih Dilek Ağabey “Bize diyor ki: Siz bakmayın Türk çocuklarının haylazlıklarına, onlar Cüneyt Gökçer gibi bir tiyatro ustasının oyunlarında yer vereceği kadar sanatkâr ve ince ruhludurlar.” demek istiyor.
Ahmet Yavuz Yetim, Salih Dilek Ağabey’in hatıralarını diğer anlattıkları arasına öyle yerleştirmiş ki kitap kuru bir hatıra kitabı olmaktan çıkmış yorum ve bilgilerle yoğrularak sanki geçmişten haberler veren bir roman havasına bürünmüş. Türkçesi gayet düzgün ve akıcı sıkmadan okunabilecek bir anlatıma sahip. Salih Dilek Ağabey yaşanılan şiddet olaylarını detaylandırarak değil de genel hatlarıyla ancak ima yoluyla anlatmayı tercih etmiştir. Çünkü detaylı anlatılan şiddet olayları bir süre sonra okuyucuya tiksinti verip asıl anlatılmak istenen milliyetçi düşüncenin felsefi kısmını oluşturan hatıratın okunmasına engel olacaktır.
“Bizim milliyetçi hocalarımız da okulda vardı. Mesela adını daha önce zikrettiğim Reşide Sancar fizik hocamızdı. Bizi çok seven, üstümüze annemiz kadar titizlenen çok disiplinli, müthiş idealist bir Türk kadınıydı. Ama asla derslerde esas işini bırakıp Türkçülük anlatmaya koyulmazdı. Onların duruşları bile zaten birer Türkçülük izahıydı. Derste siyaset yapmaya daha çok komünist hocalar meyilliydi.” (S.58) Salih Dilek ağabey okuduğu zamanın hocalarını sanki bizim okuduğumuz zamanın hocalarıyla aynı vasıf ve karakterdeymişler gibi anlatmaktadır. Bizim okulumuzda komünist hocalar propaganda yapamıyorlardı ancak İmam Hatip Lisesi olması dolayısıyla Siyasal İslamcı hocalar siyaset yapıyor, sözlerinin arasına milliyetçileri iğneleyecek sözler sokuşturuyorlar, karşı çıkan olursa sözlü notu vermek ile tehdit edip bundan da haz alıyorlardı. Zaten ülkücü milliyetçi öğrencilerin notlarını da kasıtlı olarak devamlı düşük veriyorlardı ki okulu bırakıp gitsinler, okul Siyasal İslamcılara kalsın, Siyasal İslamcıların arka bahçesi olsun.
“Komünistlere karşı, milliyetsizlere karşı Türkçü mecmua! Türkçü mecmua!” (S.65) her ne kadar bir kavganın ortasında, hiç incelemeden, ne yazdığı ne zamanın dergisi olduğuna bakılmadan dergi satmak akıl edilmiş olsa da her işin bir ilki vardır. Türk Ocağı ve Orkun dergisiyle 1944 tarihli eski sayılarını 1965 yılında satarak tanışmak ve okumaya ders çalışmaya Türk ocağı Kütüphanesinde başlamak.
Sakarya Caddesinde ‘Dönüşüm’ dergisi satan komünist gençlerle yaptıkları kavgalarda Teşkilatsız olduklarını anlayan milliyetçi gençler, Milliyetçi Türk Gençliği Teşkilat, Milliyetçi Gençlik Derneği ve tabi ki Salih Dilek ağabeyin de kurucuları arasında olduğu İkinci Kuva-yı Milliye Derneği gibi üç dernek birden kurmuşlardır. Bu üç derneğin kurulması önce aralarından bir iletişim olmamasından daha sonra da Milliyetçilik bakışlarındaki, Milliyetçilik yorumlarındaki farklılıklardan kaynaklanmıştı (S.68).
CKMP’ini anti-komünist bir parti olması hususunda “Necdet Sancar komünizmi en yakın tehlike görerek, üzerine gidilmesini ve Türk Devleti’nin varlığını tehdit eden bu belanın savuşturulması gerektiğini söylüyordu. (…) Alparslan Türkeş de bu ikinci gruptan taraf olunca müzakereden Anti-komünist mücadele kararı çıktı. Bundan sonra CKMP anti-komünist bir strateji takip etti.” (S.78) diyen Salih Dilek Ağabey “Kabul edilen stratejinin temel dinamiği, düşüncede onları çürütmek ve zaten Türk milleti nazarında kıymet görmeyen bir ideolojiyi, istilacı bir illete dönüşmeden unutulup gitmesini sağlamaktı.” (S.79) diyerek anti-komünist strateji ile şiddeti kastetmediklerini anlatmaya çalışıyor ve bunu da açıkça “Bunu söylerken kendimizi mazlum göstermek için gönlümün estiğince yazmıyorum, komünistler ile diledikleri her sahada karşılaşmış birisi olarak söylüyorum.” (S.79) şeklinde ifade ediyor. Yani biz fikri mücadele ederken aynı zamanda ben fiili kavgaların içinde de bulundum, ama anti-komünist strateji ile sokak kavgalarını değil fikri mücadeleyi kastediyorduk, diyor.
Ülkü Hareketin tarihinde her zaman gündem olmuş, ülkücülerin düşmanları tarafından eleştirilmiş olan komando kaplarının aslını Salih Dilek Ağabeyin hatıralarından şöyle okuyoruz. “Kıbrıs feci haldeydi. Sürekli Rumların Kıbrıs Türklüğüne uyguladığı zulüm haberleri geliyor, bu haberler de milliyetçi yürekleri yaralıyordu. O günlerde biz Atilla özer öncülüğünde MTTB olarak Kıbrıs’a gönüllü asker olarak gitmek için başvurmuştuk. İstiyorduk ki devlet, gençlerinin ve milletinin arkasında olduğunu bilsin ve Kıbrıs’a yetişmek için yüreklensin. Eskişehir Yolu’nun 30. Kilometresinde Karayollarının bir kampı vardı. 1967 senesinde Kıbrıs’taki Türklerle beraber gerekirse savaşmaya gitmek için daha sonra ‘Komando Kampı’ adıyla maruf olacak ilk kamp işte bu Karayollarının kampında kuruldu.” (S.87) Basına çöreklenmiş komünistler bunu çarpıtarak MTTB Ankara İl Başkanı Atilla özer tarafından açılmış, halktan katılım sağlamak için halka ilan edilmiş, broşürler dağıtılmış ve Kıbrıs için gönüllü asker kampı olduğu ilan edilmiş olmasına rağmen ülkücülerin silahlı eğitim yaptıkları yaygarasını kopararak bu kampa ve bundan sonra açılacak gençlik kamplarına “Komando Kampı” demişlerdir.
İlk Yumruk DTCF öğrencisi Sezgin Akyazı’nın yedi dayağın intikamının alınmasında Salih Dilek tarafından atılmıştı. Ancak daha sonraki hayatından tanıdığımız Sadi Somuncuoğlu gibi biri kavga için gelmiş kişiler arasında komünistlerle Sezgin Akyazı’ya atılan dayağın haklı mı haksız mı olduğunu tartışmaya dalmış, iş fikri müzakereye dönüşmüş kavga için heyecanlanan Salih Dilek gibi Sadi Somuncuoğlu’nun da heyecanlanması ve “Salih Vur!” demesi üzerine araya giren Salih Dilek ağabey ilk yumruğu atar. İşte bu ilk yumruğu Salih Dilek ağabey “O güne kadar münferit olaylar oluyordu. Ama CKMP o güne kadar hiç organize bir harekete girmemişti. Bu atılan yumruk CKMP’nin organize olarak giriştiği Sadi Somuncuoğlu’nun ‘Vur’ demesiyle vurulan o ilk yumruktur.” (S.94) şeklinde anılarında aktarmaktadır. Bazen kavgayı kavgacı birileri başlatmaz, Sadi Somuncuoğlu gibi sakin görünen birisi de kavga isteyebilir. Çünkü bazen “sözün çözemediği düğümü kılıç çözer” demişler.
“O bize ‘Hazır olun Bozkurtlar!’ diye emir verip komünistlerin arasına yumruklaşmaya en önde atılan adam büyük ses sanatçımız İlham Gencer’di”. (S.97) Yukarıda Adi Somuncuoğlu gibi birinden beklenmediğini söylediğimiz ‘Salih Vur’ (S.94) komutu gibi burada da sanatçı bir ülkücü olan İlham Gencer “Bozkurtlar, Hazır ol’ (S.96) komutunu verip gençler ile birlikte kavgaya giren kendisinden bu hareketin beklenmediği kişidir. Zaten boşuna dememişlerdir ülkücüler için “hem fikir hem de aksiyon adamı”dırlar diye. Fikir adamından sanatçısına gerektiğinde hem aksiyon adamıdır onlar. Necip Fazıl Kısakürek de bu hem aksiyoner hem de fikri yönlerini överek girmemiş miydi 1977 yılında MHP’ye. İlham Gencer daha sonra “Bozkurt” ismini de alarak adını Mahkeme kararıyla “Bozkurt İlham Gencer” yapmıştı. 1987 veya 1988 yıllarında Ali Metin Tokdemir’in Eskişehir Ülkü Ocakları Başkanlığı zamanında düzenlemiş olduğu bir gecede dinlemek şerefine nail olduğum Bozkurt İlham Gencer Ağabey o gece “Başbuğ Alparslan Türkeş’i tanıyana kadar sanatın milli olacağını düşünmemiştim. Onu tanıdıktan sonra sanatın milli olabileceğini anladım.” demişti. Hatta o, Caz müziğinde Türkiye’nin önde gelen sanatçılarından biriyken Ülkücü olmuş, belki bu tercihi dolayısıyla da sanatını icra edeceği alanlar kendisine kapılarını kapatmıştı ama o yine de Ülkücü Türk Milliyetçisi bir sanatçı olarak ömrünün sonuna kadar kıvanç duyarak yaşadı.
“Genç Ülkücüler Teşkilatı” (S.302) Dündar Taşer ağabeyin “1960 yılında Alparslan Türkeş’le ihtilal yaptığımızda Türkeş bey başbakanlığa vekâlet etti. O zamanlar Ülkü Birlikleri kurmayı hayal ettik ve bunların kurulması için çalışmalar başlattık.” (S:302) bir hatırasını anlatarak tavsiye etmesi ve 13 Kasın 1960’ta Milli Birlik komitesinden başka bir ekip onları tutuklayıp sürgüne gönderince Ülkü Birliği hayalleri gerçekleşmediğini ve “Bu bizim daima hatıralarımızda başaramadığımız bir ukde olarak kaldı. Madem dernek kuruyorsunuz, adını neden içinde ülkü geçecek bir isim düşünmüyorsunuz? Alparslan Türkeş de çok memnun olur!” (S.302) deyince Hasan Basri Öngel Ağabeyin “Reis, Genç Ülkücüler Teşkilatı olsun o zaman” (S:302) önerisiyle orada bulunan diğer gençlerinde onayı ile kurulmuş, Alparslan Türkeş ve Dündar Taşer’in bir hayalleri gerçek olmuştur. Biletlerini satıp Balo düzenleyen Genç Ülkücüler Teşkilatı elde ettiği para ile Liseli gençlerin çıkardığı ilk dergi olan “Milli Ülkü” dergisini çıkarmıştır. (S.108)
Genç Ülkücüler Teşkilatıyla birlikte Türkiye genelinde açılan şubelerde görev alan yönetim kurulları listesini (S.109-110) veren Salih Dilek Ağabey bize ismi bu güne kadar gelmemiş, ülkücü camia tarafından bilinmeyen nice ülkücünün varlığını göstermiştir. Bu ülkücü yöneticilerin çocukları ve neslinden insanlar bulunup her şehirde bir kahvaltı, bir toplantı yapılsa ülkücü hareket yaptıkları katkı ve hizmetler hakkında bir iki konuşma yapılarak bunlara plaket verilse ve onure edilse bu camiayı kazanmış ve daha şevkle ülkücü hareket içinde yer almalarını sağlamış oluruz.
Salih Dilek Ağabey bu güne kadar 1969 MHP kongresindeki Türkeş ve Atsız ayrışması hakkında söylenmemiş bir yorum yapmaktadır ki bu güne MHP kadar üzerine yazı yazan içeriden milliyetçi yazarlar da dâhil Salih Dilek Ağabey’in işaret ettiği yönde tasvip edici yazılar yazmışlar ve onun gördüğünü görememişlerdir. Salih Dilek ağabey “Kastetmişlerdir ki 1969 [MHP] Kongresi’nde Türkeş ile Atsız’ın gençleri arasında Türkçü, İslamcı kavgası olmuş ve bu kavganın sonucunda Atsızlar ve Atsızların Türkçülüğü MHP’den tasfiye edilmiş, yerine daha İslamcı bir fikir ortaya konulmuştur. Türkeş’in Atsız’ı yarı yolda bırakıp bir asırlık Türkçü geleneği bozarak, milliyetçiliği dini bir çehreye büründürdüğünü söylemekten maksatları müspet değil menfidir. Böylelikle Türk milliyetçileri içerisinde fraksiyon farkı yaratma gayretine girmişlerdir.” (S.122) şeklinde ifade ettikten sonra Salih Dilek Ağabey’in işaret etmek istediği husus bu yorumları yapanların aslında “sosyalist-komünistler” (S.122) olduğudur ki bunu da tespit etmektedir. Bu düşüncesini de ‘Türk Milliyetçiliği’ Türk aydını tarafından savunulmaya başladığı günden beri Türkçülük ve İslam’ın iç içe olduğunu Mehmet Emin Yurdakul’un “Ben Türk’üm!/ Dinim, cinsim uludur!” (S.123) şiiriyle ve Ziya Gökalp’ten örneklerle göstermeye çalışmıştır.
CKMP’nin 1967 yılındaki kongresinde genel başkan olunca Kongrenin yapıldığı salona Adana il Başkanı Faruk Külahlı’nın getirmiş olduğu mehter takımı kongreden sonra Kızılay’daki Zafer anıtına doğru çelenk koymak için yürümüş dönerken “Yılmaz Yalçıner adlı arkadaşımız ‘Başbuğ Türkeş’ diye slogan attı. O ‘Başbuğ Türkeş’ diye bağırınca biz de ona uyup hep beraber ‘Başbuğ Türkeş’ diye bağırdık. Başbuğ kelimesi ilk defa orada o gün Yılmaz Yalçıner tarafından söylendi.” (S.124) diyen Salih Dilek Ağabey’in hayatı ‘Genç Ülkücüler Derneği’nin de ilk kuruluşunda yer alması gibi her yere yetişen biri olması dolayısıyla ilklerin yaşandığı bir hayata dönüşmüştür. Ancak Başbuğ Türkeş bu ‘Başbuğ Türkeş’ ifade şekline önceleri pek sıcak bakmamış hatta Salih Dilek Ağabeyinde içinde olduğu grubu “Bu başbuğ kelimesini nereden çıkarttınız, bu bir provokasyondur! Bu Başbuğ kelimesi Faşizmi, Nazizm’i ve Fürer’i hatırlatıyor. Bizi kamuoyuna faşist diye tanıtmak isteyenlerin eline koz vermeyin.” (S.125) diyerek ikaz etmiştir.
1969 yılında Adana’da yapılan MHP Genel Merkez kongresinde Bozkurt’un amblem olmasını Savunan Salih Dilek, Muhittin Çolak, Abdülhaluk Çay, Mustafa Ok, Muzaffer Özdağ, Ülkü Ocakları Birliği Genel Başkanı Aytekin Yıldırım gibi kişilere karşı Sadi Somuncuoğlu, Dündar Taşer, Yılmaz Yalçıner, İstanbul’da Mili hareket dergisini çıkaran Ahmet Karabacak, Sakin Öner, Erol Kılıç, İsmail Hakkı Yılanlıoğlu gibi isimler de üç Hilal’in amblem olmasını savunuyordu. Bu amblem işi kongrede Genel İdare Kurulu’na bırakılmıştı. “Başbuğ, Dündar Beğ ile Muzaffer Özdağ’ı çağırdı. Dündar Beğ’e ‘Sen Bozkurdu….’ Muzaffer Beğ’e de ‘Sen hilali teklif edeceksin’ dedi. Hâlbuki Adana’da tam tersiydi. Türk milliyetçileri arasında çok hürmet gören bu iki tüfek adamın, iradelerini bu kadar kolay vermelerini izah etmenin tek yolu, bu işi bir hayat memat meselesi görmeyip Türkçülük için münakaşa konusu olarak saymamalarındandır.” (S.128) ya da Başbuğ, Bozkurt teklifini Dündar Taşer Beğ’e, üç Hilal teklifini Muzaffer Özdağ’a verdirmekle Adana’daki isteklerinden farklı yaptırdığı talep değişikliğiyle hem arkadaşları Dündar Taşer ve Muzaffer Özdağ arasında tabanda farklı düşüncelerin oluşmasını önlemek istemiş olabilir, hem de amblemler arsındaki teklif değişikliği ile her iki amblemin de önemli olduğunu vurgulamış olabilir. Nitekim daha sonra Bozkurt Gençlik teşkilatının amblemi olarak kullanılırken, üç Hilal de MHP’nin amblemi olarak kullanılmıştır.
Komünistlerin 15-16 Haziran olaylarını çıkarmalarının sebebini “Türkiye’nin emperyalist bir devletin siyasetine alet olması değil, gönderilen filonun Rusya’ya karşı alınmış bir tedbir olmasıdır.” (S.153) şeklinde tespit ederken kullandıkları propaganda tekniğinin de “Onlardan değilsen karşı taraftandın. Yani adam sana onlara [komünist Rusya tarafına] katılmadığın için Amerikacı diyordu.” (S.153) olduğunu söylüyor. Salih Dilek Ağabey bu ifadeleriyle komünistlerin kendinden olmayanlara hem de herkese hiç ayırmada her zaman aynı yaftayı yapıştırdığını bunlardan birinin de Amerikancı olduğunu söylüyor. Ancak Amerikancılıktan daha fazla kullandıkları bir suçlama tür herkese yakıştırdıkları “Faşist” ifadesidir.
Sakarya’dan yürüyerek gelen DİSK mensubu işçiler İstanbul’da Türk-İş sendikasının genel merkezini basmışlar binayı tahrip etmişlerdi. (S.156) Türk-İş başkanı Seyfi Demirsoy bunun mukabilinin DİSK’e de yapılmasını istiyor. Dündar Taşer ile görüşüyor ve Dündar Taşer de Salih Dilek’e durumu iletiyor. Seyfi Demirsoy ile görüşmesini sağlıyor. Akabinde Türk-İş mensupları DİSK genel merkezini basıyor ve tahrip ediyor, tabelasını da söküp Türk-İş sendikası önündeki toplanmış olan işçilerini önüne atıyorlar. “Ankara şeker fabrikasındaki 15-20 arkadaşıma Metal-İş Sendikası işçileri de dâhil oldular. Bu işi tertip ederken yanımızda daha sonra DİSK’e geçecek Fehmi Işıklar da vardı.” (S.157) Fehmi Işıklar Şanlıurfa kökenli bir ailenin çocuğudur. Metal-İş Sendikası Federasyonunda yürütme üyeliği, sonra Çağdaş Metal-İş Sendikası Genel başkanlığı, DİSK Genel Sekreterliği görevlerinde bulunmuş, siyasete girmiş SHP ve HEP’te zaman zaman da bağımsız olmak üzere milletvekilliği yapmış bir kişiliktir. Enterasan olan ise Fehmi Işıklar’ın Milliyetçi bir çizgiden Marksist komünist bir çizginin daha ilerisine Bölücü, Kürtçü siyasete evrilmiş olmasıdır. Salih Dilek Ağabey komünistleri “İktisaden komünist, içtimaen sosyalist, ahlaken liberaldiler.” (S.158) diye tarif etmektedir ki bu tarif ile komünistlerin her telden çalıp oynadıklarını ifade edecek başka söze hacet bırakmamıştır.
Dündar Taşer, Salih Dilek ve ekibinin sendika işlerinde piştiğini, Kamil Turan’ın yanında da hukuki yönünü öğrendiğine kanaat getirince Başbuğ Türkeş ve Dündar Taşer Ülkücü bir sendika kurulmasına karar verir. Bunun için de Salih Dilek görevlendirilir. Salih Dilek ağabey ve ekibi Türk-İş’e bağlı yapı-İş sendikasında kalırken Yapı-İş Sendikasını adres göstererek işe girişiler ve “1970 yılında resmen Ülkücü İşçiler Birliği kuruldu. İlk kurucu genel başkan da ben oldum. Böylece Türk milliyetliği ilk defa işçi hareketine resmen girmiş oldu.” (S.167)
Kamil Turan’ın doktorasını bitirip bugün Gazi İktisadi Bilimler Fakültesinin bulunduğu yerdeki Akademide Üniversite hocalığına yani Akademisyenliğe başlaması dolayısıyla Salih Dilek Ağabey onu korumak için bir yol düşünürken Kamil Turan’da komünistlerden tehdit almıştı. Salih Dilek Ağabey Akademiye müdahale etmek için bir kıvılcım bekler iken “Başörtülü kız öğrencilerden biri okulun kantinine girmeye çalışmış ama komünistler bu arkadaşımızı kantine sokmamışlardı. Kutay Kılıç da kızcağızı kantine sokmak istemeyen bu komünistlere sataşınca kavga çıkmıştı. Kutay Kılıç milli güreşçiydi, bileği çok sağlam bir arkadaşımızdı. Kavgada komünistler onunla başa çıkamayınca silah çekerek ancak öyle uzaklaştırabilmişlerdi.” (S.172) şeklinde bir olay cereyan etmiş ve Salih Dilek için müdahale fırsatı doğmuştur. Ancak burada dikkat çeken asıl olay Ülkücüler her yerde olay anında din ve dindarlara yapılan tecavüzlere gayet samimi olarak müdahale etmişler ve gelecek zararı önlemeye çalışmışlardır. Hiç kimseden bir menfaat beklemeden dinlerini savunmuşlardır. Yine de siyasal İslamcılar, dindar geçinenler Ülkücüleri değil de kendilerine fırsat vermeyen komünistleri “dinsiz kardeşleri” bilmişlerdir.
Salih Dilek Ağabey ve ekibinin Ankara İktisadi ve Ticari Bilimler akademisini komünistlerin elinden alması Sosyal Demokrat Hakkı dekanları Uma ve Hamza Eroğlu’na rağmen ellerinde tutmaları ülkücü öğrencilerin diğer bütün öğrenciler ile birlikte rahat bir eğitim görmelerini sağlamakla birlikte YÖK kurulup Ankara İktisadi ve Ticari Bilimler Akademisini Gazi Üniversitesine bağlanınca dekan olan Şakir Akça hoca çok sayıda asistan almış bu asistanlar yetişerek açılan diğer üniversitelere hoca olarak yerleştirilmiş (S.178) ve Türkiye’nin üniversite eğitiminin de milli bir çerçevede yürümesini sağlamıştır. Bir çivi bir atı, bir at bir askeri, bir asker bir orduyu kurtarır misali Salih Dilek Ağabey de Ülkücü Türk Milliyetçisi Üniversite camiasına çok faydalı bir iş yapmıştır.
Çankaya Lisesi olayından sonra Yükseliş Lisesinde de komünistlerin dışarıdan gönderdiği adamlar tarafından olay çıkarılır diye Salih Dilek Ağabey Faruk Berberoğlu ve ekibini göndermiştir. Kavga sırasında polis gelince gayet kilolu olan Faruk Berberoğlu kaçmaya başlayınca bir polis yakalarım düşüncesiyle peşine takılmış, bir müddet sonra Faruk Berneroğlu yakalanma korkusu ile iki metre yüksekliğindeki tel üzerinden atlayarak kaçıp kurtulmuş, ama bir türlü polis bu tellerden atlayamamış. Ertesi gün Çankaya Emniyet Amirliğinden Sabri can’ın tanıdığı bir polis ile Faruk Berberoğlu’nun peşinden koşan polis Salih Dilek Ağabeye gelirler. Sabri Can’ın tanıdığı polis yanındaki polisi göstererek “Bu delikanlı. O gün sizden şişman bir arkadaşı kovalamış Kovalamaca sırasında bir tel örgüye doğru koşmuşlar, sizin o şişman arkadaş atlamış ama bizim bu arkadaş peşinden 2 saat uğraşıp o tel örgüyü aşamamış. O şişman arkadaş bu teli bir daha aşsın ona iki akşam yemeği ısmarlayacağım.” (S.208) dediğini anlatır ancak bizimkiler pek inanmaz. Onların Faruk Berberoğlu’nu tutuklamak için oyun yaptıklarını düşünürler. Bir müddet sonra Faruk Berberoğlu’nu yakalamaya değil gerçekten telden tekrar atlayabilir mi görmeye geldiklerine ikna olunca Faruk Berberoğlu telden atlamayı dener ancak nafile, birkaç kez denemesine rağmen atlayamaz. O gün Faruk Berberoğlu’nun olayların içindeki psikolojisi, Hürriyetin akşam yemeğinden daha önemli olması Faruk Berberoğlu’nun telden atlamasını sağlamıştı. Tıpkı Kıbrıs Barış Harekâtında Beşparmak dağlarının en olmaz yerine Tankı çıkaran Türk askerinin savaştan sonra nasıl çıkardığı sorulduğunda normal zamanda tekrar bu tankı buraya çıkarama dediği gibi bir hal olmuş, Faruk Berberoğlu telden atlamıştır.
Yükseliş Mühendislik fakültesinin dersleri ağır olması ve derlere bilfiil girmeden dersleri geçmenin mümkün olmaması üzerine, okulu bitirmek için Salih Dilek ve Bögüalp Hacıömeroğlu ne yapmaları gerektiğini düşünürken Bursa’dan Genç Ülkücüler Teşkilatı Bursa Şube Başkanlığı yapmış olan Necati Dalkılıç bir haber gönderir. Bursa’da Bursa Ticaret ve Sanayi Odası bütün masraflarını karşılayarak Bursa İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi adında bir üniversite açmışlardır. Her yerde olduğu gibi buraya da komünistler çöreklenmiş Necati Dalkılıç tek başına kalmıştır. “Fakat Bursa Ticaret ve Sanayi Odası vaziyetten ‘Para verip kurduğumuz üniversitede solu besliyoruz.’ diye şiddetle rahatsızlık duymuşlardı. Sonunda da okul idaresi okulun girdiği siyasi rengi masaya yatırmış ve milliyetçi gençlerin, güreşçi kontenjanından sınavsız alınmasına karar vermişlerdi. Okulun dekanı Vural Savaş bunu kabul etmiş ve bu güreş takımı bahanesiyle okula alınacak milliyetçi gençleri bulma görevini Necati Dalkılıç’a vermişlerdi. O da bizi arayıp durumu izah etti ve ‘Gelin! Burada böyle bir imkân doğdu.’ Bizi çağırdı.” (S.240) Bu davet üzerine Salih Dilek, Bögüalp Hacıömeroğlu, Ülkü Ocakları Birliği Başkanlığı yapmış Ramiz Ongun ve Ali Keser Bursa İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi kayıt yaptırmaya giderler ancak Ali Keser’in askerlik problemi çıkar kaydını yaptıramaz diğer üç kişi kaydını yaptırır. Ve tabi iki buçuk ay içinde Bursa İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi komünistlerin elinden alınır.
Salih Dilek Ağabey Dündar Taşer’in ölümü üzerine dile getirdiği “Şunu biliyorum, Dündar Taşer’in vefatıyla tarihin akışı değişti. Onun ölümü bir kırılma noktası oldu. Bence Dündar Taşer yaşasaydı onun dinamik fikirleri ve sahayı koordine etmesiyle Alparslan Türkeş’in kuvveti daha da artar ve erinde geçinde Türk milliyetçiliği fikri, devlet yönetimine hâkim olurdu. Onun ölümüyle Bilge Kağan, Köl Tiğin’ini; Tuğrul Beğ, Çağrı’sını yitirdi[ği gibi]. Başbuğ’da Binbaşı’sını…” (S.266) ifadeleriyle Dündar Taşer’in Ülkücü hareketteki yerini ve önemini tespit etmeye çalışmıştır.
“Müsaade ederseniz MİSK’teki arkadaşlarımla ve kendi kurduğum sendika ile yürümek istiyorum Başbuğ’um dedim. Başbuğ’un bizde müthiş bir otoritesi vardı ama Başbuğ kanaatlerimizi dinler, haklı sebeplerimizi münasibiyle izah edince kabul ederdi. Mazeretimizi münasip görmüş olacak ki ‘Peki.’ dedi.” (S.272) Başbuğ Türkeş’in işin ilgilisini dinlemek ve onun verdiği bilgi ışındaki doğruya göre hareket etmek vasıflarındandı. Başbuğ’un her dediğini yapmak yada hiç itiraz etmemek Ülkücülerin kendi kendilerine geliştirmiş olduğu bir davranış şeklidir. Başbuğ hiçbir zaman benim dediklerim tek doğru dememiştir. İstişare eder istişare sonucunda oluşan kanaatine göre hareket ederdi. Hiçbir zaman istişarede daha baştan “benim kanaatim bu” demezdi. Böyle derse istişarenin bir anlamı kalmayacak bütün ülkücüler onun kanaatini yerine getirmeye çalışacaklar, başka bir fikir istişare edilmiş olmayacaktır. Başbuğun bu istişare prensibi zamanla değişti ve lider ne derse o yapılır oldu.
“Türk çocuğunun tabii hali Türkçülüktür. Türk milliyetçiliğinin dışındaki bütün fikirler tabiatına aykırıdır.” (S.285) Her ne kadar Peygamber Efendimiz bir hadislerinde ‘Her doğan İslam fıtratı üzerine doğar. Sonradan çevresi ailesi onları Hıristiyan ve ya Yahudi yapar.” Buyurmuşlarsa da bu din olarak her çocuğun İslam dinine uygun bir mizaçta yaratıldığını ifade etmek için söylenmiş bir sözdür. Salih Dilek ağabeyin ideolojik bir fikir olarak Türk Milliyetçiliğine uygun tabiatına uygun olduğunu söylemesi gayet doğaldır. Çünkü kişi doğduğu ortama uygun doğar, zamanla da doğduğu ortamın şartlarına uygun vasıflar kazanır. Ailesinden sosyal hayatın icabını onların yaptıkları gibi görerek onlara benzer. Türk çocuğu da Türk milletine yaraşır şekilde onun örf ve ananesi ile yetişir, dış müdahaleler veya kendi isteği ile bunlardan uzak durur.
“Malumdur ki TOFAŞ fabrikası Koç’undur. Koç Holdinge ait bütün işyerlerinin bütün temsilcilikleri DİSK’teydi. (…) DİSK’in Koç Holdingdeki grevleri daima fabrikanın bakım vaktine denk gelirdi. Bu yüzden grevlerin Koç’a zararı dokunmuyor, aksine karı oluyordu. Bu grevler 15 günden fazla sürmezdi. 15 gün içersinde bütün fabrikanın temizliği yapılır, bozuk makineler onarılır, sonra grev bite, işçi tekrar gelirdi. Bu grev süresince de işçiye ne maaş verilirdi ne de mesai.” (S.304) Anlaşılan Koç Holding ile DİSK arasında danışıklı dövüş yapılıyordu. Her ne kadar KOÇ Holding bir zarara uğramasa da ülkede topluma ve millet ve devlete zarar veren komünist fikriyata mensup sendika sayesinden komünizmin yaşaması sağlanmış oluyordu.
Salih Dilek Ağabey aslında yaptığı işin pratik hayatta da Milliyetçiliğe hizmet ettiğini savunmak isterken ifade ettiği cümlelerle bugünkü milliyetçi camianın çoğunu yaptığını ve milliyetçi camianın halini izah etmiş. “Pratiği Mümkün realist hiçbir fikir ortaya atmadan ancak konuşmak, hiçbir şey başarmamak ama sadece konuşmak ve konuşmak Türk milliyetçiliği yapmak değil, baş ağrısı olmaktır. Baş ağrısı olmamak lazımdır! Hele pratiğin içersinde dâhil olmaktan imtina ederek bir köşeye itina ile sıvıştıktan sonra asla!” (S.352) Yani elini taşın altına koy, yapılan işlerin ucundan tut demek istemektedir. Lafla peynir gemisi yürümez atasözümüz tam da buraya uymaktadır. Söyleme yap.
Salih Dilek Ağabey kitabı geleceğe bağlarken 70 yaşında konferans vermek için gittiği Üniversite kampusundaki Ülkücü geçlere hikâyesini anlatan bir Ülkü devini ortaya koymuştur. Kitabı sonlandırırken de anlatılan hatıratın bugünden geriye bağlamış bugünkü ülkücü gençleri o gün birlikte mücadele ettiği Bögüalp Hacıömeroğlu’na Muhittin Çolak’a, Avni Çarsancaklı’ya, Dursun Önkuzu’ya, Selahattin Özmen’e, Hasan Basri Öngel’e, Baki Yeşiloğlu’na benzetmiş, sanki o gençlerin simalarında geçmiş ülkücü kahramanları gördüğü bir hayal ile bağlamıştır. Allah Ülkücü Hareket içinde mücadele etmiş herkesten razı olsun, Şehitlerimize ve ölmüş olan ülküdaşlarımıza rahmet eylesin, gazilerimize sıhhat ve selamet versin.
“Selam Şanlı Mazimize” ülkücü hareketin içinde bir ekibin anıları olmaktan ziyade Salih Dilek Ağbey’in şahsında merkezinde Başbuğ Alparslan Türkeş’in olduğu tam bir ülkücü hareketi anlatan genel bir Ülkücü Hareket tarihi olmuş, Salih Dilek Ağabey ülkücü hareket içinde grupçuluk, arkadaşçılık, reisçilik yapmamış, fraksiyonlarla hareket etmemiştir.
Salih Dilek Ağabey “Selam Şanlı Mazimize” adlı hatıra kitabında anlattığı hatıraları, bu hatıralardan yaptığı çıkarımlar ve yorumlarıyla gelecek nesillere ülkücü bir mücadelede neler yapılabiliri göstermek yanında hakkımızda bilgi sahibi olmak isteyenlere de verdiği bilgilerle kaynak oluşturmuş ve birinci elden kaynak sağlamıştır.