
“Çanakkale; Çağlar üzre destanların özüdür… Çanakkale yeni Türkiye’nin önsözüdür” diyor Doç. Dr. Ulvi Keser “Milli Mücadelenin Önsözü Çanakkale” adlı yazısında. Ve peş peşe ekliyor soruları beynimizi kanatırcasına. İşte o sorular:
“Siz Galatasaray Lisesi’nin 1915 yılında neden hiç mezun çıkmadığını bilmez misiniz? Ya İstanbul Lisesi renklerini neden siyah olarak değiştirdi? Peki ya İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin 1915 yılında mezun ettiği hiç mi doktorunuz olmadı?” sorularını sorarken eminim kendisi de biz okuyucular gibi hüzün yumağına sarılmış, gözleri nemlidir. Soruların cevabını bulmak için okuyucuya fırsat bırakmadan kendisi cevaplandırıyor. Diyor ki:
“ Maalesef olmadı. Çünkü o kınalı kuzular vatan aşkıyla gittikleri o topraklarda işgâlci, sömürgeci dünyaya karşı mücadelede hakka yürüdüler, bayrak oldular, vatan oldular, bu toprakları vatan yaptılar.”( Haber açısı 16 Mart 2013)
Ulvi keser bir şey daha söylüyor aynı yazısında. Diyor ki. “Dünya savaş tarihinin ilk ve tek ölüm emri bu cephede verilmiştir.”
Demek ki “Kınalı Kuzular” aldıkları ölüm emrini gözlerini kırpmadan, ölümü düşünmeden ve “ ölürsem şehit, kalırsam gazi” olurum inancı içinde; Merhum Mehmet Akif’in: “Şu boğaz harbi nedir var mı ki dünyada eşi” diye belirttiği eşsiz zaferi bizlerin huzur ve mutluluğu için kazandılar.
Çanakkale Zaferi’yle ilgili binlerce hikâye anlatmak mümkün. Anlatılanlar dilden dile dolaşır her gün, söylenir dilden dile. Ama hepsinin ortak yönü içimizi burkan yiğitliği anlatır. İşte sizlere o hikâyelerden bir tanesi:
“Yıl 1915…Çanakkale’de kızılca kıyametin koptuğu günler. Aylardan mayıs…Vefa Lisesi Fransızca muallimi Ahmet Rıfkı her günkü gibi mektepten içeri girer.. Koridorda sessizlik hakimdir.. İlk dersi birinci sınıfadır ve aynı suskunluk o sınıfta da vardır.. Talebeler başlarını önlerine eğmişler öylece sıralarında oturuyorlardır.. Selam verir Ahmet Rıfkı, ama çocuklar selâma bile karşılık vermezler!. Ahmet Rıfkı iyice aşırmıştır.. Arka sıralarda oturanlardan birisi ayağa kalkarak; “Hocam, mahallemizde eli ayağı tutan ağabeylerimiz Çanakkale’ye gönüllü gittiler ama siz hâlâ buradasınız!. Biz de gitmek istiyoruz, fakat yaşımız tutmuyor, söyler misiniz bize, vatan elden giderse sizin verdiğiniz eğitim ne işe yarar?..” Ahmet Rıfkı’nın konuşacak hâli yoktur!. Çocuklar elbette haklıdır ve o an karar verir.. Kendisi de Çanakkale’ye gitmelidir, vatan için, hak ve hakikat için düşmanla çarpışmalıdır.. Yaşlı gözlerle sınıftan çıkar, mektebin idaresine dilekçesini verir.. Arkadaşlarıyla, talebeleriyle vedalaşır, evine gelir..
Ahmet Rıfkı’nın hayattaki tek varlığı yaşlı annesi Ayşe Hanım’dır ve Şehzadebaşı semtindeki evlerinde beraber oturmaktadırlar.. Durumu annesine anlatır, ondan hakkını helâl etmesini ister.. Ardından mahallenin bakkalı, güngörmüş bir zat olan Selâhattin Adil Efendiye uğrar ve şöyle der: “Selâhattin Amca, Allah’ın izniyle vatanın bağrına saplanmış olan düşman hançerini çıkartmaya gidiyorum.. Senden isteğim, anamı iaşesiz bırakma!. Kısmetse dönüşte borcunu öderim!.”
Ahmet Rıfkı önce İstanbul’da kısa bir eğitim görür, sonra da Çanakkale- Düztepe’deki birliğine bölük komutanı olarak gider.. Çeşitli cephe ve siper savaşlarına katılır.. Ve 19 Aralık 1915 günü şehid olur. Ahmet Rıfkı’nın şehitlik haberi kısa zamanda İstanbul’a ulaşır.. Annesi haberi alır, çok üzülmesine rağmen imanı bütün bir hanım olduğundan hadiseyi tevekkülle karşılar.. Aklına, veresiye yiyecek aldığı bakkal gelir.. Bakkala gider ve “Selâhattin Efendi, oğlum Çanakkale’de şehid düştü.. Şehitlik künyesi, eşyaları ve ikramiyesi bir heyetle bana ulaştırıldı.. Yedi aydır senden veresiye alırız, borcumuzu verelim de oğlum borçlu yatmasın” der.. Selahaddin Efendi şöyle cevap verir; “Ayşe Hnım sen okuma yazma bilmezsin, okuma bilen bir yakınını getir de hesabı o çıkarsın”.. Bunun üzerine Ayşe Hanım, komşusunun kızı Gülşah’la birlikte dükkâna gider.. Selâhaddin Adil Efendi, “Ahmet Rıfkı” bölümünü açarak veresiye defterini Gülşah’ın önüne koyar!. Kız, defteri incelerken birden hıçkırıklarla ağlamaya başlar.. Bu duruma Ayşe Hanım ve dükkândaki diğer müşteriler şaşırmışlardır.. Gülşah’ın yanına gelirler.. Gülşah, onlara veresiye defterindeki kırmızı harflerle yazılmış satırları gösterir.. Şöyle yazıyordur defterde; “BU HESAP, AHMET RIFKI’NIN KANIYLA ÖDENMİŞTİR, VESSELÂM!.” O ana kadar hiç konuşmayan bakkal Selâhaddin Efendi, yaşlı gözlerle şu sözleri söyler: “Ahmet Rıfkı, bu vatan uğruna canını feda etti.. Biz birkaç parça mal vermekten mi çekineceğiz?. Katbe kat helâl olsun!. Âlem-i berzahta inşaallah bizlere şefaatçi olur!.” Selahaddin Efendi, asil bir insan, feraset sahibi bir esnaf ve iyi bir mümindi.. Allahu Teâlâ Ahmet Rıfkı’ya ve tüm şehitlerimize rahmet etsin.. Kabirleri nurla dolsun.”( Ömer GÜL, okulla başlar başarı, sf.66-67)
İşte hikâye . Ama gerçek bir hikâye. Şimdi anladık mı Çanakkale’yi geçilmez yapan, “Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ” diye belirtilen habis ruhların saldırısını önleyen ruhun nasıl bir ruh olduğunu. Kafamızı ellerimizin arasına alıp düşünmenin zamanı geldi de geçiyor bile. Bu ruhu diri tutmanın, yeni nesillere bu ruhu vermenin zamanı geçmiyor mu? Ülkemi yöneten ve yönetmeye talip olan beyefendiler; “lütfen kavgayı bırakıp bizi biz yapan bu ruhu diriltmeye çalışalım”.
Musa SERİN
Allah’a emanet olunuz.
Selam ve dua ile.