Ayyüce Erva Yalçın
Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin birçok etnik kökeni, dini, mezhebi içinde barındıran köklü devlet olma özelliklerine sahip olduğu tarihi vesikalarla ortaya konmuştur. Zaman zaman bu etnik kökenlerin gerek dış mihraklar tarafından gerek içimizdeki hainler tarafından kışkırtılarak devletten ayırmaya çalıştıkları bilinmektedir. Uluslararası Hukuk’ta azınlıkların bir devletten ayrılabilmesi veya ayrılma talep etmesi self determinasyon hakkı ile ilişkilendirilmektedir.
Self determinasyon hakkı köklerini Wilson İlkeleri’nde bulduğumuz, an kaba tabiriyle: “İnsanların kendi siyasi statülerini seçmeleri ve kendi ekonomik, kültürel ve sosyal biçimlerini belirlemeleri” olarak tanımlanmaktadır. Birleşmiş Milletler (BM) Antlaşması’nda yer alan ve ardından Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Kararlarıyla içeriği daha da somut hale getirilen günümüzde ise anlam olarak değişim aşamasında bulunan bir haktır. Bunun nedeni; self determinasyon hakkının ilk çıkış anındaki durum ve koşulların günümüzdekinden farklı oluşudur. Somut hale getirecek olursak; 1.Dünya Savaşı sırasında ortaya çıkan self determinasyon hakkı egemen devletlerin, savaştan yenilgiyle çıkan zayıf devletler üzerindeki bir hegemonya aracı olarak kendini göstermiştir. Bu sebeple dekolonizasyon, bir diğer ifadeyle sömürgeciliğin gerçekleştiği topraklardaki azınlıklar bu haklarını kullanarak o devletten ayrılma talep etmişlerdir. Günümüz koşullarında ise herhangi bir azınlığın o devletten ayrılma talepleri dekolonizasyon süreçleriyle ilişkilendirilememektedir. Bunun yerine, değişen yeni dünya düzenindeki koşullar bahane gösterilerek sömürgeciliğe maruz kalmasa da bir azınlığın self determinasyon hakkını kullanarak o devletten ayrılabilmesi adına uğraş verilmektedir fakat bu çaba boşunadır. Bunun nedeni self determinasyon hakkının Uluslararası Hukuk’un BM Antlaşması ile kabul ettiği ve jus cogens(kesin kural) olarak kabul edilen “ülke bütünlüğü” ilkesiyle uyuşmaması ve self determinasyon hakkı veya başka hangi ad altında olursa olsun diğer hiçbir bu ilkeye aykırı olarak kullanılamayacağı gerçeğidir.
Aksinin kabulü dünya üzerinde 6000’in üzerindeki etnik kökene ayrılma hakkı tanıma anlamına gelecek olup Uluslararası barış ve güvenliğin tehdidi sorunu ortaya çıkacak ve devletlerin Uluslararası Hukuk’un asli süjesi gerçeğine meydan okuma olacaktır. Böyle bir düzenin hayata geçirilme isteği izafi ve gerçek dışıdır.
Ülkemizde yıllardır Türk-Kürt ayrımı yapıldığı tezinden ilerleyen PKK’nın Uluslararası Hukuk’ta yer bulamayışı da bu anlatılan gerekçelerden ötürüdür. Ne işgalci, sömürgeci, ırkçı rejimler altındadırlar ne de SSCB ve Yugoslavya örneklerinde olduğu gibi parçalanma ve anayasal bir hakkın kullanımı veya Çekoslovakya örneğinde olduğu gibi anlaşarak özgürce ayrılma yöntemi mevcuttur. Bu sebeple Kürt Halkının ayrılma talebinin Uluslararası Hukuk’ta meşru olmadığı hukuki gerekçeleriyle ortaya konmaktadır. Bununla birlikte kendilerini Kürt Halkının sözcüsü olarak göstermeye çalışan PKK eli kanlı bir terör örgütünden fazlası değildir.
Gittiği her yere adaleti götüren, Türk Devlet Geleneği’ni yaşatabilme amacında ve hedefinde olan Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti hiçbir etnik kökene, mezhebe veya dine ayrımcılık yapmamıştır ve yapmayacaktır. Tarih bunun şahididir. Arkalarına aldıkları ABD, İngiltere ve Fransa ise ayrımcılığın, soykırımın, insanlığa karşı suçun ne demek olduğunu bizden daha iyi bilmektedir. Bilge Liderimiz Sn. Devlet BAHÇELİ’NİN sözleriyle: “Washington’dakiler sizi benden daha fazla sevemez. Brüksel’dekiler sizi benden daha çok anlayamaz. Erbil’deki peşmerge sizi benden daha çok sahiplenemez.”
Başbuğumuz Alparslan TÜRKEŞ’İN belirttiği gibi: “Federasyon kurulsun, Kürdistan kurulsun, Anadolu parçalansın diyenlere; Türk Milleti bir gün ayağa kalkar. Sizin hepinizi paramparça eder. Allah bir, Vatan bir, Bayrak bir, Kitap bir, Millet bir… Böldürtmeyeceğiz. Bölünme kabul etmez, kutsal bir bütün halinde Büyük Türkiye’yi yeniden inşa edeceğiz…Milleti ve Vatanı bölmek isteyenlerle kavgamız vardır!”
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın Başlangıç kısmında: “Topluca Türk vatandaşlarının milli gurur ve iftiharlarda, milli sevinç ve kederlerde, milli varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu, birbirinin hak ve hürriyetlerine kesin saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla ve “Yurtta sulh, cihanda sulh” arzu ve inancı içinde, huzurlu bir hayat talebine hakları bulunduğu” ifadesindeki “Türk vatandaşları” ibaresinden; vatanına ihanet etmeyen, onu korumayı kendine görev bilmiş, Yüce Türk Devleti’nin bölünmez bütünlüğünü koruyan herkes anlaşılmaktadır.
Bilinmelidir ki bu kutlu Devlet ve Türk Milleti yüzyıllardır ad değiştirmek suretiyle bu tür sınavlardan geçmektedir fakat dualı bir hareketin evlatları olduğu için her seferinde bu oyunları bozarak tüm imtihanları vermiştir. Bu sebeple Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ülke bütünlüğünün aleyhine olan her konuda önümüzde beliren ABD’ye, diğer Batılı Devletlere karşı her zamankinden daha fazla teyakkuzda olunmalıdır.
Bilge Liderimiz Sn. Devlet BAHÇELİ’NİN sözleriyle: “İnanç ve ifademiz odur ki; Şehit toprağa girer şan bırakır, hain toprağa düşer leş bırakır. Nitekim şehitler ölmez, vatan bölünmez, bölmeye de hiç kimsenin gücü yetmez. Biz birlikteyken amaçlarına ulaşamadılar, ulaşamayacaklarını da biliyorlar. Şimdi de dağıtarak sonuç almayı istiyorlar. Ama asla başaramayacaklar. Emellerine muvaffak olmayacaklar. Bizi asla bölemeyecekler. Evet ve şüphesiz bizi bölmeye kimsenin nefesi yetişmeyecektir.”
Süleyman DEMİREL’İ Isparta’dan, Turgut ÖZAL’I Malatya’dan Cumhurbaşkanlığı’na, Kültür Elçisi Sn. Aziz SANCAR’I Mardin’den Nobel’e gönderen CUMHURİYETTİR! Zira zat-ı alileri: “Bana çok güzel öğretim veren kendi memleketimdir. Bana olağanüstü tıp eğitimi verdi ve o buradaki başarımın kaynağı oldu.” Sözleriyle bu vatanın her karış toprağında ilim, kültür, fen-edebiyat eğitiminin verildiğini ve bunun Cumhuriyet’le ve o Cumhuriyet’i bahşeden başta Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ve silah arkadaşları olmak üzere Yüce Türk Devleti ve Milleti olduğunu hatırlatmıştır.
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK bu durumu şu sözleriyle açıklamıştır: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir. Cumhuriyet’i kuranlar onu korumaya da muktedir olmalıdır. O çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları tabiatın babası tanıdı, onların oğlu oldu; Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu. Türk budur.”
Türkgün / 24 Ocak 2025