SU ÜSTÜNE YAZI YAZMAK
Halim KAYA
“Su Üstüne Yazı Yazmak” kitabı Muhyiddin Şeûr’un aslında Türkçeye kazandırılmış ilk kitabı olduğu halde bu güne kadar neden okumadığımı Muhyiddin Şekûr’un ilk okuduğum kitabı olan “Gölgeler Koridoru” adlı kitabını okurken yazdığım tanıtım, eleştiri ve değerlendirme yazısında izah etmiştim.
Muhyiddin Şeûr’un “Su Üstüne Yazı Yazmak” kitabının tercümesi Sevin Okyay ve Senai Demirci tarafından yapılmış. Kitap Birinci baskısını 2010 yılı Aralık ayında İstanbul’da yapmış, elimizdeki 23. Baskısı olan nüshanın basım tarihi 2021 yılının Kasım ayı ve basım yeri de İstanbul. Kitabın ilk baskısını da 23. Baskısını yapan Sufi Kitap mı bilmiyorum. Muhyiddin Şeûr’un “Su Üstüne Yazı Yazmak” kitabı “Türkçe Baskıya Önsöz”, “Prolog/Arayış”, “İğne”, “Borular”, “Boruların Ötesi”, “Çiçek”, “İki Seyahat”, “Araba”, “Park”, “Kek”, “Akvaryum Üçlemesi”, “Üçüncü Seyahat”, “Ateş”, “Kılıç” adlarını taşıyan on iki bölümden sonra “Epilog”, “Başlangıç”, “Şeyhin Deyişleri” başlıklarından oluşan bölümlerde meramını anlattığı 336 sayfadan ibarettir.
İçindekiler kısmında ayrıca belirtilmemiş Ayşe Şasa’nın yazdığı “Sunuş” başlıklı yazı da Muhyidin Şekûr ile Muhyiddin İbn Arabî arsında bir irtibat kuran ve Muhyiddin Şekûr ile temas kurmasının hikâyesi ve kitap hakkında çok öz bilgi verilmektedir.
Muhyiddin Şeûr’un yazdığı “Türkçe Baskıya Önsöz”den sonra yine içindekiler kısmında gösterilmemiş “Şeyhten Bir Söz” bulunmak ta ki bu söz taşa yazılan yazıların da Allah katındaki hükmünün suya yazılan yazılar gibi olduğundan dem vurmaktadır ki bize öğretilen Türk İslam medeniyetinde “su üstüne yazı yazılmaz.”, yazılanlar sabit bir hat üzere kalmaz, dağılır ve suyun içinde kaybolur. “Şeyhten Bir Söz”den hemen sonra da yine içindekiler kısmında gösterilmemiş İmam-ı Gazâli’den alıntı yapılmış bir yazı var ki bu yazıda insanın mertebeleri ve halleri anlatılmıştır.
“Prolog/Arayış”(S.17) başlığı altında kısaca ama bazı noktalar merakı celp edecek şekilde Muhyiddin Şekûr’un Şeyh dediği kişiyle karşılaşması, tanışıp buluşmasını ve tanıştığı bu şeyhin kendisine mürşit olacağına karar vermesi üzerine tekrar ona mülaki olması yani şeyle müridin vuslatını anlatıyor. Birinci bölüm olarak da adlandırılarak taksimatı yapılmış olan “İğne” (S.35) başlığı altında ise tarikata girmenin ve tarikatın girişinde yapılması gereken erkândan bir plağın iğnesinin değiştirilmesi sırasında bizzat tecrübeyle yaşayarak öğretilen şeyhin kendisine söylediği “Mantığını araya sokmamalısın” (S.43-44) söz üzerine yaptığı tefekkür ile de tarikatta akıl ile hareket edilmeyeceği, sorgulanmayacağı, önceki bilgileri geride bırakarak tamamen şeyhine tabi olacağını “Üzerime aldığım görevin [başarılmasının] Şeyhimi memnun etmek yoluyla Allah’ın rızasını tahsil etmek demek olduğunu-[özellikle ve öncelikle sadece] Şeyhin rızasını kazanmak değil” (S.46) olduğunu öğrenerek tarikata girişini anlatıyor.
“Borular” (S.51) başlığı altında Muhyiddin Şekûr’un tarikata girip tasavvuf yoluna kabul edilişinden sonra evinin mutfak lavabosunun giderini çok yakın bir zamanda tamir edilmiş olmasına rağmen aniden tıkanmış olması, arabasının daha önce tamir edildiği halde tarikata girdikten sonra üst üste büyük sayılabilecek masraflar açacak şekilde bozulması ve her bozuluşta tamir edilene kadar bir ay sürecek zaman aralığında arabasız kalması, şeyh ile gidilen bir yolculukta gidilecek yeri bulamamak ve benzinliğin olmadığı yerde benzinin tükenme tehlikesi baş göstermesi gibi hayatı zorlaştıran hadiselerin cereyan etmesi “Allah dağına göre kar verir” misal dervişin imtihanın büyük olduğunu göstermektedir. Allah taşıyamayacağı yükü kuluna vermez, nitekim Bakara Suresi 286.ayette “Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez.” buyrularak yükü taşıyabileceklerin imtihanının da çetin olacağı bildiriliyor. Ayrıca lavabo giderlerinin borusunun tıkanması sanki insanın boğazının sıkılmasına benzetebiliriz ki bu tıkanıklık sıkıntısının mecazi manada insanın kendi nefsinde hissetmesi ile bir ders çıkarabilir.
Şeyh’in Muhyiddin Şekûr’dan yaşadığı olaylardan çıkardığı dersleri ihtiva eden “İğne” ve “Borular” hikâyeleri yazmasını ve yazdıklarını kendisine ve diğer dervişlere sohbetler sırasında okumasını istediğini görüyoruz. Bu yolla şeyh hem Muhyiidin Şekûr’un seyru sülukunda ki ilerlemeyi ve değişimi takip etmekte, hem de Muhyiddin Şekûr’un hayatında vuku bulan olaylara tasavvufi manada getirdiği yorumlarla tasavvufi mertebesi merhalesi hakkında kara vermektedir. Ayrıca şeyh Muhyiddin Şekûr’un seyru sülukunun yazılarak kayıt altına aldırmış olmakta ayrıca bunların birleşerek oluşturacağı elimizdeki “Su Üstüne Yazı Yazmak” kitabının alt yapısını oluşturmaktadır. Muhyiddin Şekûr bizim bu tespitimiz kendi ifadesi ile “Yazıyla meşgul olduğum dönemlerde, benim bile fark edemediğim, fakat onun başkaları için manidar bulduğu bazı nüanslar yakalamış olmalıydım.” (S.83) şeklinde dile getirmektedir.
Muhyiddin Şekûr daha önceki hikâyelerinden öğrendiğimiz tarikat ve tasavvuf yolunda yaşamaya karar vermiş olduğu halde bu“Boruların Ötesi” (S.73) başlıklı hikâyesiyle işin kendisinden çıktığını ve bir aşama kaydederek şeyhin takdirini kazandığını, şeyhle bir gün yapılan telefon görüşmesinde selamlaşma ve hal hatır sormalardan sonra “Artık vaktin geldi kardeşim. Sabır imtihanını geçtin. Hayli başarılı oldun.” (S.86) ifadelerinde olduğu gibi kabul olunuyor. Şeyh zaman zaman uzak kalarak Muhyiddin Şekûr’un tarikat ve tasavvuf yolunun yolcusu olma isteğinin geçici bir heves mi olduğunu kontrol etmiş ve yaşanılan olaylara ve Muhyiddin Şekûr’un bu olaylar karşısındaki tavır ve yorumlarını takip etmiş, Muhyiddin Şekûr’un kendisinden talebinin geçici bir heves olmadığını görmüştür.
“Çiçek” (S:93) hikâyesinde Muhyiddin Şekûr’un şeyhine bir çiçek hediye ederek gönlünü hoş tutmak isteğiyle aldığı çiçeği hediye eder. Ancak çiçek bir müddet sonra solmaya, kurumaya başlar. Şeyh, şair Tennyson ve Japon şair Kobo’ya iki şiirle satır aralarında mesajlar veriyor, şair Sir Thomas Moore’un “Yazın Son Gülü” (S.96) şiiriyle de dünyanın gelip geçiciliğini anlatıyordu. Bizm için ilginç olan Müslüman olmayan şair Tennyson, Japon şair Kobo, şair Sir Thomas Moore’un şiirleri üzerinden Müslüman bir insana tasavvufi manada mesaj vermesidir.
Şeyhin tavsiyesi üzerine toprağın içindeki köklerini temizler yeni bir saksıya aktarır, yeni toprak içine diker. Bu arada şeyh “Çiçeğin saksısını değiştirirken eski topraktan biraz bırakmalı, ve kökleri de zedelememelisin, unutma ki aşırı bolsu ve aşırı zengin toprak da çiçeği yakar.” (S:99) dedikten sonra çiçekle insan arasında bir ilişki kurarak yaptığı benzetme ile “Biz hem aşka hem ibadete muhtacız. İbadet, çiçek gıdası gibidir. Sudur, vitamindir ya da gübredir. Aşk ise hava ve güneş ışığı gibidir. Bebeğine bakan bir annenin ona şefkatinden sunması gerekir, fakat şefkat de tek başına yetmez. Bebek gıda ister.” (S:99) Çiçek üzerinden tasavvufun aşk ve ibadet olduğunu her ikisine de tasavvuf yoluna yeni girmiş katılmış olan bebek mesabesindeki insanın ihtiyacı olduğunu izaha çalışıyor.
Şair Tennyson’un şiirinde anlatılmak istenen tıpkı Aziz Mahmut Hüdayi’nin şeyhine karşı yaşamış olduğu hikâyenin benzeridir. Aziz Mahmut Hüdayi çiçekleri koparmaz onların Allah’ı zikrettiğini duyar, onlardan sadece biri çiğnendiği için zikredemez, Aziz Mahmut Hüdayi o kırılmış çiçeği alır şeyhine getirir, ancak diğer müritler birer demet çiçek getirmişlerdir. Şeyhi sorar Aziz Mahmut Hüdayi’ye “Neden bir tane çiçek getirdin.” O Şeyhini “Efendim toplamak için hangi çiçeğin başına gittimse hepsi Allah’ı zikrediyordu. Kıyıp koparamadım. Ancak bu çiçek çiğnenmiş olduğu için diğerleri gibi Allah’ı zikredemiyordu. Ben de sadece onu getirebildim.” Cevaplandırır. Aslında bu durum diğer müritler ile Aziz Mahmut Hüdayi arasındaki farktır. Diğer müritle çiçeklerin zikrini duyacak kadar seyru süluklarında yol kat etmemişlerdir. “Tennyson, ibret almak için çiçeği koparmaya ihtiyaç duymuştur” (S.105) aslında buradan anlamamız gereken her halükarda müridin ruh yapısına uygun olarak bir hareketin farklı her durumu ibret alınacak bir haldir.
Muhyiddin Şekûr’un “İki Seyahat” (S.11) adlı hikâyesi onun Fas’ın Fez şehrine ve Şeyhinin isteğiyle Karaviyyin Camiine yaptığı ziyarette Muhamed İbnü’l-Habib adlı şeyhi ziyaret etmesini istemesi dolayısıyla yaptığı ziyaret ve şeyh Muhamed İbnü’l-Habib’in vefat ettiğini öğrenmesi, onun halifesi ile tanışıp konuşmasının hikâyesi ve bu hikâyeden kendisinin çıkardığı tasavvufi netice ile Suudi Arabistan’a yaptığı seyahat sırasında şeyhinin ondan Şam’a uğrayıp Şeyhü’l Ekber’in kabrini ve Konya’ya uğrayıp Mevlana Celaleddin Rumi’nin kabrini ziyaret etmesini istemesi, ancak bu iki ziyaretin mümkün olmaması üzerine ondan çıkardığı tasavvufi neticeyi konu almaktadır.
Muhyiddin Şekûr’un uçaktaki yol arkadaşının elindeki herkes tarafından tasavvufla ilgilendiği bilinen bir “tescillenmiş sufi”nin yazmış olduğu kitabı görerek “Bu sufiler yüzünden dalalete düşmezsiniz inşallah. Bunların yaptıklarına bidat denir ve bunlar kesinlikle İslam’da olmayan şeylerdir.” (S.117) demesi sadece arkadaşının değil, tasavvuf ve tarikatların var olduğu günden beri tasavvuf ve Tarikata mensup olmayan Müslümanların genelinin ortak kanaatidir. Muhyiddin Şekûr bu ikaza hem sufi hem de iyi Müslüman olduğu bilinen insanların isimlerini söyleyince arkadaşı “Muhammed Aleyhissalatüvesselâm bizim rehberimiz ve tek şeyhimizdir, işte o kadar” (S:118) diyerek sert sayılabilecek bir cevap vermiş, verdiği cevap ile aslında şeyhlere ve diğer önder tasavvuf büyüklerine ihtiyaç olmadığına tek önderin Hz. Muhammed (s.a.v.) olduğunu başkalarının kabul etmeyeceklerini ifade ediyor. Yüzyılları aşan tasavvuf ve şeriat taraftarları arasındaki mücadeleye işaret ediyor. Muhyiddin Şekûr’un bu hususa bakışı “Söyledikleri doğruydu gerçi, ama tasavvuf ehlinin, ya da diğer ifadeyle bâtınî İslam’a mensup kişilerin de aslında onun söylediklerini söylediğini bilmiyordu.” (S:118) ifadesindeki cevabıyla hem bir tasdik hem de insanın bilmediğine düşman olacağını ifade ediyordu. Ancak arkadaşının katı tutumu dah sonra da devam ediyor. Muhyiddin Şekûr’un Şeyhü’l Ekber’den söz açtığı bir kahvaltı sofrasında “Şeyhü’l Ekber!” şeklinde cevaplaması cevaplarken de ağzındaki portakla suyunu sofraya doğru fışkırtası hem bir reddedişi hem de bir kızgınlığı gösteriyor. Daha sonra “Estağfurullah! Sadece Allah Ekber’dir.” (S.118) diyerek beşere “Ekber” denilmeyeceğini bunu kabullenemeyeceğini ifşa ediyor. Ancak Allah esmasından olan 99 isminin tezahürleri olan bazılarının “semi ve basar- işitmek ve görmek” gibi karşılığını insanda da var ettiğini bütün Müslümanların bilmesi gerekir. Kıyas açısından bakınca her şey cinsi cinsine kıyas edilir. Allah’ın eşi ve benzeri olmadığı için o hiçbir şeye kıyaslanamaz. Şeyhü’l Ekber de insan olması hasebiyle insanlarla ve aynı meslekten şeyhlerle kıyaslanabilir.
Bu “İki Seyahat” adlı hikâye göstermektedir ki tasavvufun önderleri ahrete intikal etmiş olsalar da birbirlerini sevip saymaktalar ve müritlerini saygıyla onları ziyaret etmelerini istemektedirler. Ancak günümüzde tartışıldığı görülen bazı geçmişte yaşamış tarikat ve şeyhlerinin sonraki tarikatlarca tavsiye edilmesi iki soru akla getirmektedir. Birincisi geçmişte yaşamış tarikat ve şeyhlerinin sonraki hem de toplum nezdinde makbul görülen teveccühe mazhar olmuş tarikatlar ve şeyhleri tarafından ziyaret edilmelerinin istenmesi onların meşru olduğuna dalalet eder mi? İkincisi de her ne kadar bu günümüz tarikat ve şeyhleri toplumun teveccühüne mazhar olsa da acaba bu geçmişte yaşamış ancak eleştirilen tarikat ve şeyhleri tasdik etmeleri onların da o tarikat ve şeyhler gibi Allah katında makbul olmayan bir tarikat olduklarına mı delalet eder? Bütün bu sorulara ehlinin cevap vermesi gerekmektedir.
“Araba” (S.145) hikâyesi ile Muhyiddin Şekûr insanların korkularıyla yaşamaktansa her şeyi Allah’ın takdirine ve zamana bırakmak gerektiğini, ayrıca insanların nefsini öldürmeleri gerektiği, arabaların sık sık bozulup garajda beklemesinin de insanın ölmeden önce ölmesi ve nefsi arzularından arınmasına yormuş, ancak bu ders üç yıl gibi uzun bir zaman almıştır.Ayrıca Muhyiddin Şekûr’un müritlikten artık dervişliğe tekamül ettiğini ve şeyhin çok müridi olduğu halde çok az dervişinin bulunduğunu görüyoruz. Muhyididn Şekûr’un halk arasında iyi bir Müslüman, tenhada ise sufi gibi davranması konusunda Şeyhi insanın iman da dahi mertebelerden geçerek ilerlediğini ancak hakiki Müslüman’ın yekpare olduğunu söyledikten sonra “İnsan, hem seven bir kalbe sahip olmayı hem de Allah’ın güzelliğiyle doğrudan doğruya muhatap olmayı arzulayan bir Müslüman’sa, saklanacak bir şeyi yoktur.” (S.160) ikili bir görüntü vermenin ve sufilikten utanmamın yersizliğini ifadeye çalışmaktadır.
Muhyiddin Şekûr’un “Park” (S.177) hikâyesinden şunu öğreniyoruz. Nüfusunun tamamı İslam ülkesinde yaşayan Müslümanlar ve özellikle tebliğ ediciler ancak Müslüman olan taliplilere bir şeyler anlatarak onların daha iyi bir İslami hayat sürmelerini sağlamaya çalışırlar. Ancak Amerika gibi ülkelerde İslam tebliğcileri ve Müslümanlar hem içe dönük mükemmeli yakama, kâmil, mütekâmil olama mücadelesi verirler. Bu yüzden Amerika gibi nüfusun ekseriyeti gayrimüslim ülkelerin gayrimüslim vatandaşları da İslam’dan kendilerine bazı dersler anlatılmasını isterler. Bunların bazıları dinlerinin kendilerini tatmin etmediği, yeni bir arayış içinde oldukları belki din değiştirecekleri için bunu isterken bazıları da sadece kendi inançlarına farklı bir zaviyeden yeni bir kapı açmak, kendilerini dışarıdan telkinler ile daha samimi bir inanana kılmak isterler. Yani Amerika gibi gayri Müslim ülkede yaşayanlar hem kendilerini olgunlaştırmak için çalışırlar hem de örnek olarak tebliği etmekle meşguldürler.
Muhyiddin Şekûr’un “Su Üstüne Yazı Yazmak” kitabı ilk kitap olması hasebiyle daha tasavvufi işaretler vermesini beklerken daha önce okuduğum “Gölgeler Koridoru” adlı kitabındaki kadar bir ders vermediğini zannediyorum. “Gölgeler Koridoru” adlı kitabı beni“Su Üstüne Yazı Yazmak” kitabından daha çok heyecanlandırmıştı.
Muhyiddin Şerkûr “Park” denilen yerde hem de papazın iştirak ve öncülük ettiği çoğunluğu Hristiyan bir topluma şeyhinin yaptığı sohbetten dönerken sorduğu “Ölünce bana daha yakın mı, yoksa daha uzak mı olacaksın?” sorusuna şeyhin “Ben zaten ölü bir adamım. Yıllardır ölüyüm ben. Bir insan, ölü bir adama nasıl yakın ya da uzak olur ki?” (S:185) şeklinde verdiği cevap Muhyiddin Şerkûr’un aklına Hz. Ömer’in Peygamberimiz Hz. Muhammed’in ölümünü kabullenememesini ancak Hz. Ebubekir’in ölümü kabullendiği gibi ashaba dönerek “Ey insanlar! Eğer Hz. Muhammed’e (asm) ibadet ediyorsanız, iyi bilin ki Hz. Muhammed (asm) öldü. Ama eğer Allah’a ibadet ediyorsanız, bilin ki Allah hayat sahibidir ve ölümlü değildir.” (S:186) sözünü hatırlayıp kendisini ölü ilan eden şeyhe değil doğrudan Allah’a ibadet ettiğini düşünse de Şeyh açısından bu yaşarken ölmenin manas Muhyiddin Şekûr’u “Şeyh’in önünde mürid, ölü yıkayıcısının elinde bir cesed gibiydi; Şeyh de, Rabbinin kudret elinde bir cesed gibiydi.” (S.186) şeklinde düşünmeye sevk etmiştir ki bunun da manası şeyh biz ne yaparsak heva ve hevesimizden değil Allah’ın evirip çevirmesiyle yapmaktayız demektir.
“Kek” hikâyesinden Muhyiddin Şekûr kalp inceliğine dair bir ders çıkarmış olmasına rağmen bize verdiği ders ika ne birinci “ne ‘bir şeye ihtiyacım var’ deyin, ne de hiçbir şeye ihtiyacım yok deyin; sadece ‘Allah’ deyin, işte o zaman harikuladelikleri göreceksiniz” (S.192) ifadesinde ve “Eğer en başa Allah’ın bizden istediklerini koymazsak asla tatmin olmayız –ne kadar çok şeye sahip olursak olalım. Dünya hoştur hoş olmasına, ama siz Allah’ın istediğini en başa koyun, yeter. Ev sahibi olma arzusunu ya da terfi aşkınızı vesaireyi başa koyarsanız –dilediğinize ulaşabilirsiniz, hayat öylece geö,çer, ama bilin ki bu hayat geçtikten sonra geri dönüş olmayacak ve ne kadar gözyaşı dökersek dökelim, hayatı yeni baştan yaşama hakkı verilmeyecek. Hiçbir şeyi Allah’tan öne koyamazsınız; arzularınız ancak o tatmin eder.” (S:197) ifadelerinde olduğu gibi Allah’tan başka hiçbir şeye öncelik vermemek ve bütün ihtiyaçlarını sadece Allah’a ifade etmek, Allah’a kulluk vazifesini her şeyin önünde tutmak ve her şeyi Allah’tan beklemek gerektiğini öğreniyoruz. İkinci ders ise Şeyhin hediye gelen “Kek” pastasını müritlerin gözü önünde elleriyle yoğurup karıştırdıktan sonra sarf ettiği “İslam’ın özü pastayı ezebilmektir.” (S.194) ifadesinde gizlenen ve daha sonra “Kâbe’de putlar kırılınca, insanlar onların sadece odun ve taştan ibaret olduklarını gördüler. Odun ve taşların, sizin arzularınızdan ve işlerinizden pek farkı yoktur. Tek parmağınızı bile kıpırdatmadan aşkın en son zevklerine varabilirsiniz. Yoksa sadece yeme, içme, uyuma ve üreme gibi temel ihtiyaçları karşılamakla geçen bir hayat süren hayvanlara benzersiniz.” (S.194) şeklinde izah ettiği ifadelerden çıkaracağımız dünyadaki her şeyin görünüşüne aldanmamak gerektiğini, pastanın yoğrulunca, putların kırılınca nasıl asıl maddeleri ortaya çıktıysa her şeyin bir gerçekliğinin olduğu ve bu gerçekliğinde insanın yaratılış gayesi olduğudur.
Muhyiddin Şekûr’un “Akvaryum Üçlemesi” (S.203) olarak isimlendirdiği hikayenin birincisi şeyhin tekkenin arazisi içinde bulunan eski ambarın yıkılması istemesi üzerine ambar yıkılmış, çıkan tahta parçaları yakılarak imha edilirken iri kalasların bir kısmı istif edilerek saklanırken bir kısmı da tekke arazisinin sınırlarını çevirmek için kullanılmıştır. Ancak bu iri kirş ve kalasları müridler taşıdığı için taşıma işi haftalarca sürmüştür. Şeyhin taşıma işinin ilmini bulursanız daha kolay taşırsınız ikazı üzerine bu ikazı dikkate alan bir mürid bu kalas ve kirişleri bir gün tek başına taşımış, kendisine bunu nasıl başardığını soran arkadaşların da “Aslında çok kolay, ama tam olarak açıklayamam. Önce işin olacağına kendinizi ikna edeceksiniz, sonra da düşünmeyi bırakıp hemen işe koyulacaksınız. Birazcık gayretle hayli yol alacaksınız.” (S:206-207) diyerek açıklamıştır. Burada önce işi kabullenmek ve yapmaya azmetmek gerektiğini sonra oyalanmadan işe başlamak gerektiği sonucuna ulaşıyoruz. İstemeden yapılan işler zorlaşır ve iş gözümüzde büyür, iş gözümüzde büyüdükçe de o işte verimli olamayız. Bence daha önemlisi işi kalabalıkların değil işi yapmak isteyenlerin yapacağıdır. Kalabalıklar aslında birbirini oyalar. Avar insan iş yapmak isteyenin de bu isteğini yok eder. Hem atalarımız ne demiş “bir işi yapmanın yarısı işe başlamaktır”.
Muhyiddin Şekûr’un “Su Üstüne Yazı Yazmak” kitabının “Üçüncü Seyahat” (S.221) adlı bu hikâyesinin başlarında seyahatten çok Muhyididn Şekûr’un ismini bir türlü zikretmediği için öğrenemediğimiz şeyhinin şehir değiştirmesini, Türkiye’den Şeyh Ahmet isminde tekkeye misafir bir şeyhin gelmesini ve müritler Kur’an okumayı öğretmeye çalışması ve müritlerin “hayır” manasında “yok” (S.227) kelimesini öğrenmeleri anlatılıyor. Demek ki Amerika’daki Muhyiddin Şekûr’un intisap ettiği bu tarikatta şeyh taassubu yok, ilim kimdeyse alınmasını uygun gören bir anlayış ve uygulama sahipler. Ayrıca Kur’an okumayı öğretmeye ve Kur’an ezberletmeye çalışmaları tarikatın sadece bazı Esma-ü Hüsnaları ve “Allah-u Ekber”, “La ilahe ilah” gibi kelime ve cümleleri telefuz ederek zikretmek yerine Kur’an okumayı, namaz, oruç gibi ibadet etmeyi de önemsediğini, ibadetler konusunda şeriatın emirlerine de titizlik gösterdiğini, tefekkür ve zikirle yetinmediğini göstermektedir. Nihayet Muhyiddin Şekûr’un “Üçüncü Seyahat” diye hikâyesine isim olan seyahat hac seyahati (S.231)olarak gerçekleşiyor ancak bu seyahatte ilk durak Belgrat’a oradan da Prizren’e (S.233) oluyor.
Muhyidin Şekûr kendi şeyhinin ismini hiç zikretmemektedir. Ayrıca Amerika’daki tekeye gelip kalan Şeyh Ahmet ve Şeyh Cami hakkında da hiç bilgi vermemektedir. Şeyh Cami ile kendi şeyhinin de şeyhi olan Hazreti Pir Seyyid Ahmed Rufaî’nin tarikat silsilesi ve tarikat usulü hakkında da en azından kitabı tercüme işini yapanların baş tarafta kısaca bir bilgi vermeleri gerekirdi.
Muhyiddin Şekûr Ohri’ye vardığında (S.237) Şeyh Yahya ve hanımı ve kızları ile görüşmesi gösteriyor ki Muhyiddin Şekûr’un intisap ettiği şeyhinin şeyhi Hazreti Pir Seyyid Ahmed Rufaî’nin kurduğu tarikatın usulleri arasında kadınların erkeleri görünce yaşayacakları bir kaçgöç yok, rahatlıkla konuşup bir arada bulunabilmektedirler.
İstanbul’a ulaşan Mühyiddin Şekûr burada bizim sahaf ve müezzin olarak bildiğimiz Şeyh Muzaffer (S.244) ile buluşuyor. Nihayet Mühyiddin Şekûr’un ismi zikrettiği şeyhlerden birini tanıma fırsatımız oldu. Bu Şeyh Muzaffer bizim Muzaffer Özak olarak tanıdığımız ve sahaflıkta son devir meşhurlar arasında yer almış bir ahlak abidesidir. 1985’de vefat eden Muzaffer Özak, vaiz, sahaf, müezzin, bizim bilmediğimiz ve yeni öğrendiğimiz vasfı ile mutasavvıf ve Halvetiyye’nin Cerrahiyye kolunun 19. şeyhidir.
Muhyiddin Şekûr’un Konya’daki Şeyh Ahmet’i ziyareti ve bu sırada Mevlana, Konevi, Şemsi Tebrizi ve gezilecek cami ve tekke gibi yerleri gezdikten sonra görmek için İstanbul’a geri döndüğü Şeyh Nûn bizim Şeyh Nâzım Kıbrısî olarak bildiğimiz ve basına sık sık eleştirel haberlerle yansıyan Kıbrıs Türk’ü bir şeyhtir. Bir tasavvuf konusunun uzmanı ve Şeyh Nûn ile tanışıklığı olan bir arkadaşımla yaptığım telefon görüşmesinde aktardıklarına göre kanaatleri kendisinin hak yolunun yolcusu olduğu yönündedir. Şeyh Nûn bu ziyarette hemen Muhyiddin Şekûr’a biat verip, dervişlik verdiğini duyan Şeyh Cami “Şeyh Nun’un sana bunu yapmasını aklım almıyor. Prizren’e geldiğinde onu asil bir Şeyh diye tanımıştım. Şimdi ise şüphelerim var.” (S.251) tepki göstermiş Muhyiddin Şekûr kendi şeyhi Şeyh Hayatî ise “bilesin ki bundan böyle benim müridim değilsin. Senin rehberin artık Şeyh Nûn. Bununla birlikte, tarikattan çıkmış değilsin; bu tekkenin kapısı san hep açık olacak, ama bugünden itibaren seninle münasebetlerim sadece bir kardeş sıfatıyla olacak.” (S.251) diyerek tavır almıştır. Burada sanki Şeyh Nûn biraz fırsatçılık yapmış yetişmiş ve belli bir merhale geçmiş bir dervişi kendisine biat ettirmiş gibi görünmektedir. Ancak sonunda Muhyiddin Şekûr’un şeyhi ile Şeyh Nûn’un anlaşarak onu imtihan ettikleri ortaya çıkar.
“Ateş” (S.265) hikâyesi sanki bana müritlerin günlük hayatın sıradan olayları ile sınandığı izlenimi verirken yıkılmasını söylediği binanın yıkımının uzaması şeyhte verdiği sözün tutulmasının gecikeceği endişesi uyandırmasıyla birden bire tekkenin bahçesindeki binayı yakması ile farklı bir anlam ifade etmeye başlar. Şeyh binayı kendisi tutuşturmuş fakat müritlerden birisine “eğer polis sorarsa ben kibritimle tutuşturdum de” (S.270) diyerek kendi açısından müritlerini imtihan olan ancak dışarıdan bakan için bir yalan oyun olduğu şeklinde anlaşılan davranışın mahiyeti pek izah edilmemektedir. Sadece verdiği yıkma sözünün hızlıca tutulmasının yerine getirilmesi için bina yakılmış, ancak bir yalan telkin edilmiş olması ayrı bir çelişki teşkil ediyor.
“Kılıç” (S.281) hikâyesinde şeyh bütün müritlerinden birer kılıç hediye etmelerini ister. Bu kılıçların yapılışları üzerinde müritlerini tefekküre sevk eder. Anlatmak istediği “kılıca su vermek” deyiminde gizlidir. Her ne kadar kılıç için mecazi manada olmasa da insan üzerinden düşündüğümüzde insanın ahlaken ve manevi olarak merhaleler kat etmesidir. Kılıç su veren ustalar nasıl kılıcı sertleştirip dayanıklı hale getirirseler şeyh ya da mürşit de insanı manevi alanda olgunlaştırıp hayatın hilelerine karşı dayanır hale getirmektedir denilmektedir. Mü’min ve Heather’in aşk hikâyesiyle de beşeri aşktan ilahi aşka yönelmeyi ve asıl aşkın ilahi aşk olduğu anlatılıyor.
Muhyiddin Şekûr’un “Su Üstüne Yazı Yazmak” kitabı muhtemelen 1980 ile 1990 yılları arsında geçmiş tarikattaki seyr-u süluku sırasında yaşamış olduğu tecrübelerden oluşmaktadır. Bu neticeyi nereden çıkardın derseniz Muhyiddin Şekûr’un İstanbul’da sahaf dükkânında kendisiyle görüşmüş olduğu Muzaffer Özak 1985 yılında vefat etmiştir. Muhtemelen bu görüşme de vefat tarihinden birkaç yıl önce gerçekleşmiştir. Ve yine kitapta ki konular Muhyididn Şekûr’un tarikattaki ilk on yıllık yaşadıklarını aktarmaktadır.
Bazı kişiler Muhyiddin Şekûr’un “Su Üstüne Yazı Yazmak” roman türü içinde değerlendirmiş olsa da kesinlikle “Su Üstüne Yazı Yazmak” bir roman değildir. Belki “hatırat” denilebir ancak tasavvufi mana içeren bir hatırattır ki buna gelenlerimizde “evliya tezkireleri” denilmektedir. Ayrıca yer yer ve kitabın sonunda şeyhin nasihatleri bulunmaktadır.
“Su Üstüne Yazı Yazmak” kitabı bir müridin ta ruhlar âleminden seçildiği ve ahrete intikal etmiş birinin yıllar öncesinden kendisine mürit olarak seçtiği kişiye bunu başkalarının vasıtasıyla ilettiği anlatılıyor. Muhyiddin Şekûr’un Müslüman olmadan önce gittiği Arabistan’daki bir ko0nferansta Müslüman olacağı ve fotoğrafı gösterilen Şeyh Dağıstani’ye mürit olarak kabul edildiğinin bildirilmesi vesilesiyle tasavvuf yoluyla Müslüman oluşu anlatılıyor.