DALBASTI KİRAZLARI
Türk Ocaklı Kadınların Romanı
Halim Kaya
Metin Savaş’ın daha önce yazmış olduğu “Kıvılcım” adlı Türk Ocaklarının Tıbbiyeli Öğrenciler tarafından kuruluşunu anlatan romanını okumu, bir değerlendirme yazısı da yazmıştım. Ötüken Neşriyatın reklamlarında “Dalbastı Kirazları-Türk Ocaklı Kadınların Romanı” adlı kitabın basıldığını duyuran ilanı ve Metin Savaş’ın instagramda bir tartışma yüzünden “Ötüken, Türk Ocaklı Kadınlar romanını basmamalı” ifadesini görünce aldım.
“Dalbastı Kirazları-Türk Ocaklı Kadınların Romanı” adlı roman Metin Savaş’ın Ötüken Neşriyat tarafından yayınlanan on altıncı romanı. Metin Savaş’ın yazdığı “Dalbastı Kirazları-Türk Ocaklı Kadınların Romanı” adlı bu romanın ilk baskısı olduğu anlaşılan elimizdeki nüshası 2024 yılında İstanbul’da Ötüken neşriyat tarafından yapılmış olup, 454 sayfadan ibarettir.
Metin Savaş “Dalbastı Kirazları-Türk Ocaklı Kadınların Romanı” adlı romanını yazmasının sebebini “Fedakarlıkları, aşkları ve ülkücülükleri ile Türkiye’nin aydınlanma yolunda büyük işler görmüş olan Türk kadınlarına bir teşekkür romanı olarak” bu romanı Türk Ocaklı Hanımların gıyabında “Tomris Hatun’dan Zübeyde Ana’ya” bütün Türk kadınlarına ithaf etmiştir. Ki bu ithafı hak eden o Hatunlardan birisinin bu ithafı ettiğini gösteren sözünü de hemen kitabın başına “Elimizdeki servetimizi, damarlarımızdaki kanımızı, lüzumu görülürse, vatan için sarfetmekte bir dakika tereddüt etmeyeceğiz” gelecek nesillere bırakılan bir taş anıta kazır gibi kazımıştır.
Metin Savaş daha romanın başında bir kelimeleri bilinen yaygın manaları dışında kullanımı ile dikkatimizi çekiyor. “Belli belirsiz hışırtılar perdeyi aşındırmaktaydı.” (S.20) cümlesinde “hışırtılar” yerin “rüzgâr, meltem, yel” gibi kelimeler, “aşındırmaktaydı” kelimesi yerine de “yalamaktaydı” gibi kelimeler kullanabilecekken kullandığı kelimelere yeni manalar kazandırarak farklı manaya gelecek bir şekilde kullanmıştır. “kabarık tedirginlik” de yeni bir kullanım ancak isabetli bir kullanım, “kabarık” yerine yaygın olarak “aratan tedirginlikle” kullanılır genellikle. “Yalan yanlış gördüm” ifadesindeki “yalan yanlış” ifadesinin söylemek, konuşmak için “yalan yanlış konuşmak” şeklinde kullanıldığı bilinir ancak “görmek” için yaygın kullanılış “belli belirsiz gördüm” şeklindedir. Kelimelere yeni kullanış şekilleri ve mana kazandırmak dili zenginleştirir. Bu konuda bir edebiyatçı olarak metin savaş da üzerine düşeni yapmış, yapmaktadır. Kullanımların doğruluğu veya yanlışlığı bu kullanım şekillerinin halk ve edebiyat dünyasında kabul görüp daha yaygın kullanılmasıyla ancak anlaşılacaktır.
Metin Savaş İdil-Ural Türklerinden Buharalı Abdürreşit İbrahim Efendi üzerinden bir Türk aydını sorumluğunu ve bütün Türk dünyasına bir bütün olarak bakmanın önümüze koymaktadır. Binlerce Tatar ve Başkurt’un Türkiye’ye göçünü teşvik eden Buharalı Abdurreşit İbrahim Efendi hakkındaki kanaatini “Korkuyorum ki Tatar illerinde Türk bırakmayacak bu efendi” (S.21) Azime’ye Halası Fatma Aliye Hanım “Abdürreşit İbrahim efendinin hedefi başkadır. Onun emeli yıpranmış Anadolu’yu beslemektir.” (S.21) cevabını veriri ancak bu cevapta büyük bir gaye ve plan gizlidir. Gaye Osmanlı devletinin gücünü ve bekasını muhafaza etmek, plan ise Osmanlı devletinin azalan Türk nüfusunu Türkistan’dan takviye ederek çoğaltmaktır. Ahmet Cevdet Paşa’nın kızı Fatma Aliye Hanım da Buharalı Abdurreşit İbrahim Efendi de bu bilinçtedirler. Osmanlı bu nüfus yapısını da çok iyi planlayan ülkelerden biridir. Kırım Tatarları ve Kafkaslardan gelen göçmenleri Anadolu’da çıkan İstanbul’u isyanlardan korumak için önce Düzce, Bolu Sakarya’ya ya yerleştiren Osmanlı daha sonra Samsun, Amasya, Tokat, Sivas, Hatay ve Çukurova dikey çizgisinde Ermenilerden ve Kürtlerden gelecek ayaklanmalara karşı tedbir olarak yerleştirmiştir. Her ne kadar yerleştikleri yerlere uyum sağlayamayan göçmenler mecburu ikametleri olan beş yıl bitince çoğu yerleştikleri yerleri terk etse de Osmanlı bilinçli bir demografik yapı oluşturmaya çalışmıştır.
Metin savaş farkında mıdır bilmem ama Türk Ocaklı kadınların romanında Ahmet Cevdet Paşa ve oğlu Ali Sait, Ahmet Mithat Efendi, Buharalı Abdurreşit İbrahim Efendi, Hamdullah Suphi, Ağaolu Ahmet, Kuzucuoğlu Tahsin, Gökalp Ziya Bey, Mehmet Edip Bey, Yusuf Akçura, Musa Süreyya Bey, Hüseyinzade Ali Bey, Arif Hikmet Bey, Köprülüzade Fuat Bey, Agah Sırrı Bey, Vardarlı meşin Rıfkı gibi erkeklerden bahsederek aslında hayatın tek cinsin yaşayacağı gibi planlanmadığını erke kadın iç içe birbirine destek olmak üzere birbirinin hayatının içinde yaratıldıklarını ortaya koymaktadır. Salt erke hâkim bir dünyadan ve salt kadın hâkim bir dünyanın yaratılmadığını ve mümkün olmayacağını da göstermektedir. Metin Savaş kızların romanında sadece erkeklere yer vermiş değildir. Onun daha romanın başında kurgulamış olduğu romanın konusu olaya dahil ettiği Türk Ocaklı aydın kadınlar da az değildir. Azime, Fatma Aliye Hanım, Zeynep, Halide Edip Hanım, Zübeyde İsmet, Macide Besim Hanım, Leyla Vahit, Nezihe Veli, Sadiye Halil Hanım, Nakiye Hanım, Behire Hakkı, Ayşe Saide, Hüsniye Hanım, Münevver Saniye, Sitâre Hanım, Şükûfe Nihal Hanım, Müfide Ferit Hanım, Vecihe Hanım, Emine Semiye Hanım gibi isimleri öne çıkmış niceleri Osmanlı toplumunun geneline olduğu kadar hemcinslerine yetkin oldukları konularda öncülük etmiş takipçilerinin yetişmesini sağlamışlardır. Kadınların çokluğu Türk milliyetçiliğinin erkek egemen bir dava olmadığını da erkeklerin hakimiyet kurduğu, sadece erkeklerin bulunduğu, kadınlara yer vermeyen, kadınların ilgisini çekmeyen bir dava olmadığını da göstermektedir.
Metin savaş Osmanlıdan Türkiye Cumhuriyetine henüz geçilmediği yakın zamanlar İstanbul’unda aydınların memlekete faydalı olmak bakımından icraatlarını da gözler önüne sermekte, Türk kızlarının el becerilerinin geliştirildiği daha çok kimsesiz ve şehit kızlarının alındığı Darü’s sanaa-Sanat Evi adlı Hilali Ahmer Kadınlar Darü’s Sanası (Kızılay Kadınları Sanat Evi), Darü’l Eytam (Yetimler Yurdu”gibi kadınlara sahip çıkan (S:29), Halide Edip’in kurup başkanlığını yaptığı Teali-i Nisvan Cemiyeti adlı derneğin Türk kadınlarının toplum içindeki konumlarını iyileştirme amaçlı ilk feminist dernek ile Osmanlı kadın ve erkelerini aynı salonda bir araya getirirken Balkan savaşlarında zulümlere karşı Türk kadınını örgütleyen (S.30), Behire Hakkı’nın Türk kızlarına daha çok Ermeni ve Yahudilerin tekelinde olan terziliği öğretmek için kurduğu ve Çanakkale savaşlarında ordunun ihtiyacı olan esbabı diken kadınları yetiştiren “Biçki Yurdu Terzihanesi” (S:33) Cemiyeti İmdâdiye (S.44) Muhadenet-i Nisvan, Osmanlı Kadınları Şefkat Cemiyeti, İttihat ve Terakki Kadınlar Şubesi (S:45) gibi Türk kadınının geliştirip el becerisi ve sosyal kabiliyetlerinin artırılmasına yönelik faaliyetlerin ve İlk STK’ların tarihi hakkında da bilgiler vermekte, Osmanlı Cemiyet hayatını yansıtmaktadır.
Metin Savaş Türk Ocaklarının Cihan harbi sırasında umutsuzluğa düşmüş insanların, var olma ve Devlet millet için mücadeleye katılma yolunda halkı şuurlandırmaya çalışmanın yanında genelde gönüllü askere giden Türk Ocaklıların ihtiyaçlarını temin etme hususundaki vazifeleri yanında vazifeler yaptığını, asıl vazifelerinin de geride kalanlar arasındaki olduğunu, bunu da “Türk Ocağı Türk gençliğine yol gösteriyor. Tük kadınına güven aşılıyor. Yetenekleri keşfedip yönlendiriyor. Meziyetleri pişirip işliyor.” (S.81) şeklinde yaptıklarını anlatıyor. Bazen devletin adil olması, halk nezdinde memnuniyet yaratması da savaş halinde milleti coşkuyla sevk etmesi mümkün olmaz, belki herkes vazifesi gereği ve vatandaşlık görevi gereği savaşa gider ancak isteksizlik içinde bir kemirgen gibi onun duygularını kemirir ama bir sivil toplum kuruluşu ve halkın içinden kişilerin yayacağı milli duygu ve hey açan insanları şevk ile vatan savunmasına koşar hale getirir bu yüzden de resmi emir ve otoriter sevk organizasyonu sivil toplum kuruluşlarının saçtığı milli ruh hali kadar halk arasında etkin olamaz, heyecan uyandırmaz. Tıpkı Kurtuluş Savaşındaki Kuvayı Milliye birliklerinin vatan savunmasına koşmasındaki arzu ve istek gibi gönüllülük oluşturur.
“Bir genç kadın. Feride Hanım. Dünya savaşı başlangıcında çarşafıyla peçesini çıkartıp sırtına bir manto, başına naftalin beyazı bir örtü atıp, büyük postanede gişe ardında pul satmaya koyulmuştur. Onu ilk göreneler hep yadırgamışlardı. Bir hanım nasıl olur da erkek memurlar arasında erkek gibi gişe ardına geçer?” (S:84-85) Metin Savaş’ın Feride Hanım’ın üzerinden anlatmaya çalıştığı Osmanlı toplumunda ve Osmanlı kadınındaki değişimin ilk kadın memur olma, ilk Çarşafı çıkarıp manto ve baş örtüsü takan olma, erkekler arasında çalışan ilk kadın olma gibi ilklerin yaşandığı ancak hiçbir mahalle baskısı ve zorlamaya maruz kalmadan tamamen kadının kendi istek ve arzusuyla gerçekleşen bir değişim ki tedricen ve yavaş yavaş aydından topluma doğru aslını-özünü kaybetmeden gelişerek gerçekleşen bir değişim. Sağlıklı ve sosyolojik değişim kurallarına uyan toplumsal bir dönüşüm ki artık “Türk kadını artık hayatın içindedir. Çalışıyor, kaçmıyor, ayakları üstünde durmaya gayret ediyor. Dokumacılık fabrikasındaki yedi bin işçiden beş bini kadındır. Siyah örtülü memur kadınlara tesadüf ediliyor. Bilgi ve becerileriyle erkeklerin gölgesinde kalmıyorlar.” (S:85)Bu değişimi Metin Savaş’ı umutlandırmış, umudu da onu başa döndürmüş Türk kadınının sosyal hayattaki yerinin Ertuğrul Gazi’nin hanımı Hayme Ana ve Orhan Gazi’nin eşi Nilüfer Hatun’un sosyal hayattaki yerine ulaşacağını hayal ettirmiştir.
“Türk Ocaklıların herkesten çok çalışmasını istiyordu.” (S.87) ifadesinde gizli olan mana; o günlerde insanlar elini taşın altına koymak için bir ideal uğruna Türk Ocaklı oluyorlardı. Aslında buradaki Türk Ocağı o günün milliyetçi sivil toplum kuruluşlarını temsilen sembol olarak zikredilmiştir diyebiliriz. Günümüz insanın hemşehri dernekleri başat olama üzere bütün sivil toplum kuruluşlarına üye olmasının arkasındaki tek sebep buraları basamak olarak kullanarak şahsi çıkar elde etmektir. Toplumsal faydaya katı sağlamak artık akla gelemeyen bir sivil toplum gayesi olarak gerilerde kalmıştır. Türk Ocaklarını kuran ve üyesi olan Tıbbiyeli gençler gibi hem ömrünün baharında cepheye koşacak hem de ölümü arzulayacak insan aramakla bulunmaz. Bulunsa da bulunanların bugünün insanları arasından istatistiki bir pay alarak varlığını kanıtlaması mümkün olmaz.
“Temmuz’un yirmi üçüncü gününün öğleden sonrasında Uşaklızade Halit Ziya Bey zinde adımlarla Türk Ocağı’na geldi. (…) Muazzez Bey’in düzenlediği Resim Sergisi’ne ilgi büyüktür. Osman Hamdi Bey’den başlayarak Dr. Hikmet Bey’e varıncaya dek dönemin şöhretli ressamları eserlerini sergiye getirmişlerdi.” (S.87) Türk Ocaklı milliyetçiler Dünya Savaşının içindeyken bile işlerinde en iyileri olmaya çalışmalarının yanında sanattan da uzak durmayarak, Türk Ocakları binasında düzenledikleri sergi ile kültüre katkı sunmanın yanında bu işleri devam eden hayatın bir veçhesinin gereği olarak görürler. Zaten ölüm kusan savaş anında kültüre zaman ayırmak ölüme direnmenin, ben varım, size teslim olmayacağım, vatanımda yaşamaya devam edeceğim demenin sanatsal ifadesidir. Sanatsal faaliyetler umutları besler, insanları hayata tutunmaya, savaşın yıkıcılığına meydan okumaya sevk eder.
Metin Savaş buraya kadar sözlüklerde iki kapak arasında kalmış kelimelerden birçoğunu kullanarak “Hoşor” (S.93) gibi diğer birçok kelimeyi de sözlüklerde kalmaktan kurtarmıştır. Toplum tarafından kullanılması terk edilmiş bu Türkçe kelimelerin cümleler içinde kullanımlarını da romanın hikayesi içinde yayarak okuyucunu günlük kullanıma aktaracağı bir aşinalık sağlamayı başarmıştır.
Enver Paşa’nın Hanımı Nakiye Sultan himayesinde 1 Ağustos 1913 yılında kurulan Kadınları Çalıştırma Cemiyetine ilk açıldığında 14 bin kadın başvurmuştur (S.102). Kadınları Çalıştırma Cemiyeti Birinci Dünya Savaşı sırasında 30 bin kadını muhtelif işlere yerleştirmiştir (S.103).Bu kadınlar “Kocaları ya şehit düşmüş ya cephelerde yitik. Pek çoğunun arayanı yok. Babasız kalmış kızlar.” (S:103)olsalar da nasıl kabul ettiririz zaten kimsesiziz mücadele edemeyiz dememişler, kendilerine yapılacak yardımları beklememişler, toplumun tabusu olan kadın çalışmaz adlı bir yanlışını düzeltmeye, iş hayatına katılmaya razı olmuşlar. 1914’te Osmanlı’da yapılan nüfus sayımına göre ise İstanbul’un nüfusu İslam 560,434, Ermeni 82,880, Rum 205,752 olmak üzere toplamda 788,833 kişidir.30 bin kadın iyi bir sayıdır. Halk aslında yeniliğe karşı değil yeter ki anlatanlar iyi niyetli olsun, aydın denilen bazı gericiler karşı çıkmasınlar. Kadınların çalışması yeniliği de sadece Kadınları Çalıştırma Cemiyeti’nin işe yerleştirdiği 30 bin kadın tarafından kabul görmüştür. O günlerde “Mollalar keyiflerince ahkam kesiyorlar. Müslüman kadın evinde oturmalıymış. Türk kadınlarını çalışma hayatına atmak günahmış.” (S.104) diyen bağnazlara Metin Savaş roman kahramanlarından Nebile’nin ağzından “Kocasız hanımların karınlarını kim doyuracak? Kötü yola düşenler ne olacak? Müslüman erkekler binlerce yıldır pazarlarda körpe kızları alıp satarken ahlak neredeydi? Fizan’a sürgüne mi çıkmıştı?” (S.104) şeklinde ağır bir cevap veriyor.
Roman kahramanı erkekler güzel bir kız gördü mü hemen dikkat kesiliyorlar. “Hüseyinzade Ali Bey vapurdan iskeleye atladığında zeytin gözlü bir genç kıza takılıp kaldı” (S.124) cümlesinde ve daha önceki başa ifadelerde dile getirilen hayatın içinden bir gerçeklik var. Ancak aralarında bir aşk olması mümkün olmayan insanların bu halleri, bize gerçek hayattan hatırlatmalar yapıyor. Hayat her ne kadar kadın ve erkeğin müşterek yaşadığı hal olsa da bu kadar öne çıkarılması gerçek hayatta kadın erkek ilişkilerini, gördüğü güzel kadın resimlerini paylaşarak sık sık gündeme taşıyıp ti’ye alan yazarın ruh halinin bir yansıması olsa gerek. Bu kanaate varmamızın sebebi roman kahramanları erkekler, kızları görüp ani bir dikkat çekmesi yaşıyorlar, ancak bu farkına varış ilişkiye dönüşüp neticeye bağlanmıyor. Tıpkı güzel kızların paylaşılan resimlerinin ti’ye alınıp geçilmesi gibi.
“Hürriyeti kovalayarak bu memlekete getiremezsiniz beyler!” (S.154) sözünde hem açık manada gerçek, görünen hem de mecazi manada gizli bir ifade yatmaktadır. Hürriyet Ziya Gökalp’in küçük kızıdır ve Türk Ocağı bahçesinde ağaçların altında koşarak oyun oynamaktadır. Onu yakalamak isteyenlere söylenmiş bir söz olarak kovalarsanız Hürriyet’i korkutur kaçırırsınız manasında söylenmiştir. İkinci mana ise bir ülkeye siyasi manada “Hürriyet” istemekle gelmez. Hürriyet’in gelmesi için onu kovalamaktan vaz geçmek gerekir. Yasakları kaldırmak suretiyle ancak “Hürriyet” getirilebilir, yasaklar ile onu uzaklaştırarak Hürriyet’e sahip olunmaz demek istenmektedir.
Türk Ocakları sadece vatanın bağımsızlığı ile ilgilenmez, vatan ve millet tehlikedeyken nasıl ilgileniyorsa sulh ve barış zamanında da milletin fertlerinin eğitimi, kimsesiz çocuklara sahip olunması, kadınların meslek edindirilmesi, eğitimi, iş sağlanması gibi görevlerinin yanında bir görevini de Metin Savaş Sivil Tıbbiye Öğrencisi Hasan Ferit’in ağzından “Türk Ocağı sıhhi yardıma önem vermelidir. Sıhhi yardımlar sayesinde çocuk ölümleri azalacağı için Türk yurtlarının nüfusu çoğalacaktır. Sefaletle pençeleşen vatandaşlarımız sıhhi yardımlarla canlanarak üretimi artıracaklardır.” (S.186) genel sağlık yardımları olarak tayin etmektedir. Yani Türk Ocağı öyle bir sivil toplum kuruluşudur ki savaşta ve hazarda devletin ve milletin derdiyle dertlenen, onları çözmeye çalışan, yeri geldiğin de vatan için ölenlerin kurduğu bir kurumdur.
Metin Savaş Türk Ocakları ve Türk Ocaklılar hakkında yazdığı ilk romanı olan “Kıvılcım”da da bu ikinci romanı “Dalbastı Kirazları” romanında da gizli, karanlık ve görünmez güçlerden, cadı, gulyabani, cin ve ecinniden bahsederek anlatılanlara bir heyecan katmaya bir esrar perdesi yüklemeye çalışmıştır.
Rumeli’de işgal edilen vatan topraklardan kopup gelen göçmenler İstanbul’un büyük camilerine yerleştirilmişlerdi. “Kadınlar ve çocuklar bu camilerin içinde, erkeklerse büyük camilerin avlularında barındırılmaktaydı. Ayasofya Camii’ndeki hasta askerler taburcu edildiler. Ayasofya’ya muhacirler yerleştirilmedi fakat hala namaz kılınamıyor, içine girilecek gibi değil, temizlenip dezenfekte ediliyor, halılar seriliyor, avlusu temizleniyor. Kapıları açıktır. Sultanahmet Camii’nde de namaz kılınmıyor, içinde muhacirler var, halıları kaldırılmış, muhacir kadınları ve çocukları taşların üzerine ince çarşaflar sermişler, üzerinde oturuyorlar. Caminin güzel mermer sütunları arasına bebekler için salıncaklar kurmuşlar, sallıyorlar.” (S.193) Caminin İslam dinindeki asıl fonksiyonu toplumu cem etmek, toplamak ve toplananların ferdi dertlerini ortaklaşa çözmektir. Barış zamanında bu ibadet yaparken cemaat arasında olurken savaş anında da buradaki olduğu şekilde yeri gelince evsizlere ev, yaralı askerlere hastane ya da revir, yeri gelince de silahların gizlendiği bir depo, yeri gelince savaşın yönetildiği karargâh vazifesi görmesi milletin özünü temsil etmesinden kaynaklanır. Mabetler onlara o manayı yükleyen milletler için bir anlam ifade eder ki onun sıkıntılı zamanında fonksiyon icra etmesi gayet normaldir.
“Türkiye Türkiye’den büyüktür.” (S.216) Uşaklıoğlu Halit Ziya kendisine sorulan I. Dünya savaşından sonra Türkiye’nin durumunun nasıl olacağı sorusuna “Hem yutar hem kusar”(S.216) diyerek başlayan verdiği cevabın içinde zikreder bu cümleyi. Türkiye kendi ekonomik, askeri ve insan sayısı bakımında mevcut güçlerinden daha güçlüdür, arkasında “Türk dünyası ve uluslar arsı dengeler” var demektir.
İstanbul işgal edilmiş, işgal güçlerinin askerleri Türk askerlerini yataklarında dipcikleyerek uyandırıyor ya da alınlarına kurşun sıkarak beyinlerini dağıtıyordu. Ziya Gökalp’in karısı Vecihe Hanım umutsuzca işgalci askerlere “köpek başlılar” diye ilenirken, “Bunca emek boşuna mıydı? Bir millet yolun sonuna mı gelmiştir?” manasında sorular soruyordu kocası Ziya Gökalp Bey’e. Ziya Gökalp Bey “Hayır bitmedi, yeni başlıyoruz.” (S:230) diyordu karış Vecihe’ye. Ziya Gökalp Bey’in cevabındaki bu umut değil miydi yüzyıllar boyu yok olan Türk milletini tekrar küllerinden doğuran. Ergenekon belki bilinen ilk destandı, bu konuda, ancak tarihin karanlık sayfaları arsına nice destansı diriliş hikayesi kaydetmişti Türk milleti. Göktürkler, Hunlar, Uygurlar, Selçuklular, Osmanlılar, Timurlular olarak parlak günler yaşatmışlardı Türkün zafer tarihine. Ziya Gökalp Türk milletine yeni bir muştu muştuluyordu. Adını henüz koymadığı Türkiye Cumhuriyeti’ydi bu muştu.
Savaş ortamında işgal edilmiş bir İstanbul’da enflasyonla mücadeleyi bırak bir lokma ekmek bulmanın zorlaştığı günlerde başarılanı şimdi başaramıyoruz. “Savaş yıllarında Milli Kantariye Şirketi’ni kurup yönlendiren İaşe nazırı kara kemal piyasada okkası 150 kuruşa satılan şekeri İstanbul ahalisine 20 kuruşa dağıtıyordu.” (S.266) Serbest piyasada 150 kuruş olan ürün 20 kuruşa hem de 7,5 kat daha aşağı fiyata dağıtılıyorsa bu karaborsacılığın da boyutunu gösterir. Liberal ekonominin açmazlarından biri kazananların daha çok kazanması ancak halkın canı çıksın anlayışıdır. Halk pahalı almış ne gam, önemli olan tüccarlar kazansın.
Metin Savaş Türk Ocaklı kadınların savaş zamanında bile mücadeleden geri kalmadan kadın haklarını elde etmeyi başarışlarının hikayesini yazmış “dalbastı Kirazları” romanında, Avrupa’da daha kadın hakları konuşulmazken, nitekim yine ilk seçme ve seçilme hakkını da Atatürk vermişti Türk kadınına Avrupa’dan yıllar önce.
Arif Hikmet Galata Köprüsünde tutuklanır. Askeri mahkemeye çıkarılır ancak askeri mahkeme salonunda tanıdık birine rastlar. “Mahkeme salonundaki dinleyiciler arasında bir Ermeni gözsüne takıldı. Birinci dünya Savaşı’nın ilk zamanlarında Müslümanlığa geçerek Osmanlı ordusuna yazılmış bir subaydı. Arif Hikmet pireleniyor.” (S.283) Suçu halkı kışkırtarak Erzurum’un büyük kilisesinin Çan kulesini yıkmak, Ermeni mezarlığındaki taşlarla Erzurum İttihat ve Terakki Kulübünün binasını inşa etmek olduğu savcı iddianamesinden okunan Arif Hikmet mahkeme sonrasında götürülürken Salondaki “Müslüman görünümlü Ermeni subay koridorda sırıtarak Arif Hikmet’in yüzüne bakıyordu.” (S.283) Metin Savaş burada gayri samimi dönmelere ve dönmelerden Türk Milletinin hem Osmanlı hem de Türkiye’de neler çektiğine dikkat çekmektedir. Aslında din kardeşliğine önem veren Müslümanların dikkat etmeleri gereken şey dindaşın da olsa devlet ve millet sırlarını kimseye vermemek olması gerekirken samimiyetle İslam’a teslim olmuş, İslam kardeşliğine sarılan Türkler herkesi kendisi gibi samimi sanarak niyeti bozuk insanların İslam’a girme adı altında yaptıkları gizli düşmanlıklardan çok çekmişlerdir. Hala da çekmektedir.
Metin Savaş Türk Dünyası ortak edebiyat anlayışına uygun olarak “Güney Sibirya’dan Karpat Dağlarına Türk illeri kımıl kımıl” ve “Türkiye ne olacak? Azerbaycan kaderine mi terk edilecek?” (S.289) hem bütün Türk dünyasının halini romanında işlemekte hem de Türk Birliğinin temelleri olacak ortak duygu ve ortak kaygı geliştirecek örnekler vermektedir. “Türk yurtları. En doğudaki Çinlisinden en batıdaki İngilizine her türden kavim Türklüğe kin kusmaktadır. Rusların sıcak denizlere inme hesapları büyücü düğümleri gibi kalınlaşıyorken Amerikalıların sahte dostluk elleri siğilleniyordu.” (S.290)
“İttihatçıları kötülemek, ihbar etmek, mümkün olabiliyorsa süründürmek neredeyse geçim kapısı haline gelmişti.” (S.306) ne hazin ki işgal altındaki İstanbul’da Ermeni ve Rumların haricinde siyasi muhaliflerden bazıları bu siyasi muhalifliği vatan ve millet hainliği derecesine erdirmiş, rakiplerinden kurtulmak düşüncesiyle ittihatçıları İngilizler gammazlıyorlardı. Bir müddet sonra buna Milli Kurtuluş hareketine katılmış olanlarda eklenerek vatana millete sahip çıkan herkes bu ispiyonlamadan nasiplenmekteydi.
“Türklüğün bağımsızlık iradesi Taceddin Dergâhına seccade açıyordu. Osman Gazi’nin yüzyıllar öncesinde Şey Edebalı Tekkesi’nde gördüğü rüya Ankara’da tekrar görülüyordu.” Metin savaş Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş temelinde Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından ortaya konulan askeri başarıların yanında Taceddin Dergâhındaki manevi bir atmosferinde destek olduğuna işaret ediyor. Türk devlet geleneğindeki komutan ve din adamı birlikteliğini gözler önüne seriyor. Nitekim Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşunu Cuma günü dualarla ilan etmişti. Romanın sonlarına doğru Millî mücadeleye değinen Metin Savaş bizlere muhtasarın da muhtasarı bir milli Kurtuluş Hareketi hikayesi anlatıyor.
Halide Edip işgal altındaki İstanbul’da verdiği konferanslarda “Varlığımızı korumak için dindar, haysiyetli, çalışkan olmakla beraber başka bir şey daha lazımdır. O da her şeyden evvel şiddetle Türk olmaktır. Bir millet, millet halinde kalmak için, öteki milletlere karşı varlığını korumak için mutlaka milliyetperver olmalıdır.” (S.337) Halde Edip zamanla mandacı olmuş olabilir, ya da Atatürk ile ilerleyen tarihlerde siyaseten ayrı düşmüş olabilir ancak kurtuluş savaşının kadın kahramanlarından birsidir. Siyaset böyle değil miydi? Türk tarihinde defalarca ispatlanmamış mıydı? Savaş zamanı birbirleri için canlarını verenler hazarda siyaset yüzünden birbirlerine düşman kesilirler. Tıpkı günümüzün ülkücüleri gibi. Dün mücadele ederken canlarını birbirlerine siper edenler bugün birbirlerine düşman saflarda değil mi?
Metin Savaş Anadolu’da İngiliz, Fransız, İtalya Yunanistan işgaline karşı mücadele eden Türklerin Orta Asya’da Rus işgaline maruz kalmış soydaşlarının hallerini “Tatar, Başkurt ve Kazak yurtlarında köyler boşalmış, göçebe çadırlarının sayıları azalmıştı. Büyükbaş ya da küçükbaş hayvanlar tükenince bozkır fareleriyle beslenmeye mecbur kalmışlardı. Açlık yüzünden lisanlarda yoksullaşıyor, cümle kurmakta zorlananlar çatlak sesleriyle yemek sözcüğünün dışındaki sözcükleri unutuyorlardı. Açlıktan ölmüş insanların cesetleri de besin kaynağı haline gelmişti. Bu şartlar altında hiçbir şey çürümeye terk edilemiyordu. Aileler bölünüp parçalanıyor, annelerinden ve babalarından ayrı düşmüş küçük çocuklar dilenciliğe sürükleniyordu.” (S.360) ifadeleriyle acıklı bir şekilde yaşanılanları tasvir ederek aktarıp günümüz insanlarına sanki “Ey Türk evladı aklını başına al, bak 19. ve 20. yüzyıllar nasıl Türkler için kara yüzyıllar oldu.” diyor. Aslında ayrı bir gerçek daha vardır ki bu açlıkla mücadele eden ve ölmüş insanların etini yemek zorunda kalan Orta Asya Türkleri topladıkları eşlerinin alyans ve ziynetlerinden oluşan yüklü bir miktar parayı Anadolu’daki soydaşlarının mücadelesine destek olmak için göndermişlerdi.
Metin Savaş, Kurtuluş Savaşı olmadı, yedi düvelle savaşmadık diyenlere adeta Kurtuluş Savaşını ispat edercesine Türk Yunan kuvvetlerinin kıyaslamasının yapılabileceği bilgiler vermektedir. “[Sakarya] Meydan Savaşı arifesinden üstünlük Yunan ordusundaymış görüntüsü hâkimdi. Türklerin 5040 muvazzaf subayı varken Yunan’ın 6418 muvazzaf subayı bulunuyordu. Türk cephesinde 96326 er silâhaltındayken Yunan tarafında 220810 er silah kuşanmıştı. Türklerdeki tüfek adedi 25527 ve makineli tüfek adedi 825 iken Yunanda [57000 tüfek], 12120 makineli tüfek çatılmıştı. Türk ordusunun 196 topuna karşılık olarak Yunan ordusunda 450 top mevcuttu. Yunanda 18 uçak varken Türklerde sadece 2 uçak bulunmaktaydı.” (S:377) Bu verilerden anlaşıldığına göre sadece Yunanistan’ın bile askeri varlığının Türklerden üstün olduğu görülüyor. Ancak Türkler sadece Yunanlılarla mücadele etmedi, Fransız, İtalya, İngiltere de Kurtuluş savaşımızda bize karşı savaşmışlar ve Yunan kuvvetleri kadar olmasa da karşımıza asker çıkarıp cephe açmışlardır.
Metin Savaş “İngilizlerin tanrı olmadıklarını yalnızca mağluplara değil İngilizler de öğretmek gerekiyordu.” (S.418) cümlesiyle Hindistan bağımsızlığının mimarı Mahatma Gandhi’nin Türkler kurtuluş savaşını kazanınca söylediği ifade edilen ‘Mustafa Kemal İngilizleri yenene kadar Tanrı’nın da İngiliz olduğunu zannederdim.’ sözüne bir gönderme yaparak, romandaki haliyle Türklerin İngilizlere yenilmeyi öğreterek kendilerine ve bütün dünyaya İngilizlerin Tanrı olmadığını öğrettiğini ve İngilizlerin de yenilebileceklerini gösterdiğini ifade etmektedir. Dünya tarihini özellikle Hindistan ve Çin olmak üzere Güney Doğu Asya tarihini kapitalizmle birlikte okuyanlar görecektir ki İngiliz milleti kadar bütün dünyaya tebelleş olmuş asalak ve şeytan bir ikinci millet yoktur.
Metin Savaş’ın “Kıvılcım” adlı Türk Ocağının kuruluşunu anlatan romanını da okumuş biri olarak diyebilirim ki Metin Savaşın “Dalbastı Kirazları” adlı romanı “Kıvılcım”dan daha başarılı olmuştur. Bu başarı sadece roman tekniği bakımdan değildir. Anlatım tarzı bakımından da “Dalbastı Kirazları” daha başarılıdır. Zaten Metin Savaş da kitap hakkında bilgi verirken bunu itiraf etmekte “Kıvılcım”ı yazamaya başlarken tarihi roman yazmakta acemi olduğunu, bu süre zarfında tecrübe edindiğini, ayrıca “Kıvılcım” adlı kitabı yazarken “Dalbastı Kirazları” kitabında anlatılacak konularda birikim yaptığını söylemektedir.
“Dalbastı Kirazları” Türk Ocaklı Kadınların hikâyesi üzerinden işgal edilmiş bir şehir İstanbul ile işgal edilmiş bir vatan Anadolu’da işgale direnen vatanseverlerin mücadelesini ve yeni bir Türk devletinin doğuşunun kutlu mücadelesini başarıyla anlatan bir geçiş romanıdır. Metin savaş bu geçiş romanıyla Türklerin Devletsi ve vatansız kalamayacaklarını işgal ve mücadeleyi iç içe anlatarak yok oluşla dirilişi birbirine ulamıştır. Tıpkı Türk Ocaklarını mezarlıkta ilk kuran tıbbiyelilerle Ankara’daki Türk Ocağı Genel Merkezini yapan mezar mermercilerinin arsında kurduğu bağ gibi. Bir ölür bin diriliriz der gibi.