Üç Hilâl’in Kahramanları YUSUF İMAMOĞLU
Ahmet B.Karabacak
B İ R Ş E H İ T
İ K İ Y A Z I
Rahmetli Yusuf İmamoğlu, çok yakınım, hemen her gün yanıma gelen, dertlerini benimle paylaşan biri olduğu için mi bilmiyorum, bir türlü unutamıyorum. Onunla ilgili biri Millî Hareket Dergisinde, yıllar sonra Kahramanlar yazı dizisini hazırlarken Ülkücü Kadro’da iki yazı yazmıştım. Bu sayıda o iki yazıyı vermek istiyorum. Bu şekilde Yusuf’u bir kere daha anmak, okuyucuyu da o günlere götürmek istiyorum:
“Y U S U F’U V U R D U L A R
Yusuf bir göçmen çocuğu idi. Ailesi Bulgaristan’dan, komünist zulmünden kaçmış, sözde komünizmin yasak edildiği anavatana sığınmışlardı. Yusuf, fakir bir ailenin çocuğu idi. Küçükken testi ile su satardı, ailesine yük olmamağa çalışırdı. Sonra büyüdü. Liseyi bitirdi ve İstanbul’a üniversiteye geldi. Geldiği bu şehirde gördükleri onu birden titretti. Ata topraklarını ellerinden alan komünistlerin Türkiye’deki uşakları üniversiteleri işgal ediyorlar, onun dinine, milliyetine, mukaddes olan her şeyine saldırıyorlardı. Yusuf, binlerce, on binlerce, hattâ milyonlarca kişi bu sesleri duymaz veya yorumlayamaz, yorumlamak istemezlerken kendini bir mücadelenin içine attı…
Yusuf’u ilkin milliyetçi çevreler, sonra komünistler tanıdı. Fizik yapısından umulmayan bir cesaret taşıyan bu mücadeleci genci takip ettiler. Önce dövdüler, sonra da vurdular…
Yalan söyleyerek, iftira atarak milletvekili olanların girdikleri mecliste memleket meselelerinden çok kendi meselelerini halletmeğe çalışanların dedikodu yaptıkları, birbirlerine iftiralar attıkları, hakaretler ettikleri bir sırada Yusuf’u vurdular…
Sözde, komünizmle mücadele eden kapitalistin milleti aldatmak için plânlar kurduğu, kaçırdığı dövizi fakiri biraz daha fakir, milleti biraz daha dejenere eden süs eşyasına yatırdığı, bilmem kaçıncı metresine kış için nasıl bir kürk alması gerektiğini düşündüğü bir sırada Yusuf’u vurdular…
Favorili erkeklerin, mini etekli kızların babaları olan, gençliğinde yapmadığı kötülük, işlemediği günah bırakmayan hacı babaların birbirlerine hac hikâyelerini anlattıkları bir sırada Yusuf’u vurdular…
Genel müdür kızlarının, kapitalistlerin çocuklarının kollarında şehvetle dans ettikleri, sosyete kadınlarının sevgililerine kıskançlık numaraları yaptıkları, Süleyman’ın (Demirel) milleti kandırmak için yeni bir yalan düşündüğü bir sırada Yusuf’u vurdular…
Anadolu’dan gelen toprak ağasının Beyoğlu’nun arka sokaklarında, parasızlık ve eğitimsizlikten orospu edilmiş çocuk-kadınları satın aldığı, kasaba eşrafı denen türedilerin, köylülerin bir yıllık kazancını elinden faiz diye çaldığı, arsa karaborsacısının yirminci apartmanının temelini attığı, gecekondularda yaşayanların, gecekonduların yıkılacağı hakkında bir gazete haberiyle yüreklerinin hopladığı bir sırada Yusuf’u vurdular…
Sosyete milliyetçilerinin lüks lokallerde, mini etekli, dar pantolonlu milliyetçi (!) hanımlarla vatan kurtardıkları(!), odalara kapanıp dünyadan habersiz, kadrolar kurup, iktidar oldukları(!), Odalar Birliği’nde tutunamayan Necmettin’in (Erbakan) başbakanlık rüyaları gördüğü bir sırada Yusuf’u vurdular…
Plâjların, sinemaların, gece kulüplerinin, dans salonlarının adam almadığı, cümle bozguncunun, yalancının, ırz düşmanının, sahtekârın, hırsızın, kapitalist sömürücünün, komünist sömürücünün, din ve milliyet sömürücüsünün icra-i faaliyet gösterdiği bir sırada Yusuf’u vurdular…
Yusuf’u vurdular… Ve Yusuf’un arkasından kimi nutuk söyledi, kimi gösteri yaptı.
Bir şiir yazmış Yusuf, sanki kendi sonunu görür gibi:
Kur’an’a rehber diye sarıldık
Eğilmedik, düştük, öldük kırıldık.
……………………………………………….
Kim bilir kaç yürek yanar seninle?
Diyordu. Ve biz cevap verelim Yusuf’a: Pek az yürek seninle yandı Yusuf, pek az… “ (Millî Hareket Dergisi Sayı:48 Temmuz 1970)
“İ M A M O Ğ L U
Fakültelerde olayların kesif bir döneme girdiği günlerdeydi. Kapıdan Mithat Tunç (Şimdi avukat) girdi. Beyaz Sarayın alt katındaki dükkânda beş-altı kişiydik. Kül rengine dönmüştü yüzü. Hepimizi süzdü ve “Yusuf’u vurdular” dedi…
***
Yusuf, ufak tefek diyebileceğimiz, yerinde duramayan, devamlı hareket halinde, kendinden büyük yürek taşıyan biriydi. Sık sık dükkâna gelir, iyice gürleşen bıyıklarını düzeltir, çakır gözleriyle derin derin bakarak “Bu iş böyle yürümez ağabey” derdi. Bazen katılır, bazen katılmazdım onun fikirlerine. Fakat o, her zaman ısrar eder, şikâyet eder, tembellik ve nemelâzımcılıktan yakınırdı.
O zamanlarda kurulan Ülkü Ocakları’nın yorulmaz bir neferi idi. Koşar, çırpınır, yapacak iş arardı. Okuduğu Edebiyat Fakültesi Kürtçü komünistlerin işgali altında idi. Komünistler ülkücüleri okullarına almıyorlar, gidenleri ağır bir şekilde dövüyorlar, dışarı çıkarıyorlardı. Yusuf buna rağmen, sık sık gidiyordu fakülteye. Kendisini uyaran arkadaşlarına omuz silkiyordu…
Bir ara Yücel Yedidağ (rahmetli) ile beraber, ülkücülerin giymeleri için kırk takım üniforma hazırlattık. 1969 seçimleri öncesinde yapılan bu üniformalardan birini hemen Yusuf kaptı. “Ağabey, bu benim” dedi. Onun Ankara’daki yürüyüşte en önde gidişini hatırlamamak mümkün mü?
Gene bir gün geldi. Karamsar ve şikâyetçiydi. Gene bizlerin daha fazla çalışmadığımızdan yakınıyordu. Ona: “Daha ne yapalım, sen söyle bakalım” dedim. Düşündü bir ara, sonra hatırlamış gibi, gözleri çakır çakır yanarak konuştu: “Ağabey, bak burada bir yığın marş plâğı duruyor. Bu beyaz sarayın altını kim bilip de gelecek? Şurada plâkçılık ve gömlekçilik yapan bir adam var. Devamlı çalıp duruyor. Oraya bırakalım, hem propaganda olur, hem de satılır.”
Söylediği adamın dükkânı, hemen Beyazıt meydanında bulunan köşe başı bir yerdeydi. Adamı tanıyordum ve kendisi Yahudi idi.
“İyi ama Yusuf, o adam Yahudi. Bizim plâkları satar mı?” dedim.
Bir ânda çakır gözleri buğulandı. Şaşırmış ve ağlamaklı olmuştu. “Ağabey be, dedi, bu namussuzlar her tarafı işgal etmişler. Nasıl mücadele edeceğiz biz bunlarla?”
Uzun uzun konuştuk sonra onunla bu işlerin nasıl düzeleceği hakkında. Ben ona, o bana fikirlerimizi söyledik. Sonra başka gelenler oldu, dertleştik beraberce.
***
Ketum bir çocuktu Yusuf. Dertlerini kolay kolay anlatmazdı. En yakınları bile onun yoksulluğunu pek bilmezlerdi. Belli bir yerde yatmaz, her gece bir başka arkadaşının evine giderdi. Konuşmayı severdi. Sohbetlerde olduğu kadar, düzenledikleri forumlarda da konuşurdu. Edebiyatı ve yazı yazmayı seviyordu. O zaman benim neşrettiğim Millî Hareket dergisinde yayınlanmak üzere bir yazı getirdi. Yayınladık. Çok sevindi buna. Her zaman yazacağını söyledi. Bu yazıyı uzun zaman yanında sakladığını, vermeye cesaret edemediğini söyledi arkadaşları. Fakat, o yazının neşredilmesinden on beş gün sonra vurdular onu.
Bulgaristan’dan gelmiş bir göçmen çocuğunun olması onu, komünistlerle mücadele etmeğe daha çok itiyordu. Sık sık “Buradan başka vatanımız kalmadı. Burası da komünistlerin eline geçerse, Türk milleti tarihten silinir” derdi. Ülkücülerin yoksulluğunu yakından bildiği için, onların mücadelelerine yardım etmeyen varlıklılara çatar dururdu. Ona, bu çeşit insanların hemen her devirde ve her ülkede böyle olduklarını söyleyince isyan eder, “Biz onların malının bekçisi miyiz?” derdi. Böyle bir şey olmadığını, Türk milliyetçilerinin, komünistler kadar, bu nemelâzımcı ve gününü gün eden asalaklarla da mücadele ettiğini, etmesi gerektiğini söyler, ikna etmeğe çalışırdık…
***
Sonradan arkadaşları söyledi: “Beni takip ediyorlar, vuracaklar” demiş. Bunu kardeşi ve babası da söylediler bana. Bursa’dan, ailesinin yanından son ayrılışında hepsi ile vedalaşmış ve ”Beni vurularsa üzülmeyin” demiş. Vurulmada önceki iki gün içinde ise hemen bütün arkadaşları ile konuşmuş, onları ziyaret etmiş…
***
Yusuf, Edebiyat fakültesinde, komünistlerin içeriye almadığı bazı arkadaşlarının şebekelerini tasdik ettirmek için gittiği zaman vuruldu. Önce onu kıyasıya dövmüşler. O, ufak vücudundan umulmayan bir şekilde, eline geçirdiği bir iskemle ile onlarla dövüşmüş. Sonra ellerinden kurtularak bir asistanın odasına atmış kendisini. Komünist Kürtçüler ise pusu kurmuşlar koridorda. Uzun zaman içeride kalan Yusuf, onların gidip gitmediklerini kontrol etmek için kapıdan dışarı başını çıkarınca, boynundan vurulmuş. Fakültede kavga olduğunu duyan arkadaşları koşuşmuşlar oraya. Fakat komünistler, Yusuf’un son damla kanı akana kadar ne polisi ne de ülkücü gençleri okula sokmamışlar. Bize haberi getiren Mithat Tunç, (bu ülkücü gençlerin içinde imiş. Yusuf’un öldüğüne iyice inandıktan sonra kaçan komünistlerin arkasından girmişler içeri ve onu koridorda yatarken bulmuşlar…
***
Yusuf, ülkücü gençlik arasında, ölümünden sonra da bayraklaşan bir kahramandı. Nur içinde yatsın…”
(Ülkücü Kadro Dergisi, Sayı:1 13/12/1976)