Ahmet Urfalı
Yas, ölüm veya çok büyük bir felâketten duyulan acı ve bu acıyı belirtmek üzere fert ve toplum olarak gösterilen davranışlardır.Yas,büyük felâketlerden, özellikle sevilen bir kimsenin kaybedilmesinden duyulan derin üzüntüyü ve tutulan matemi ifade eder.Yas süresi içinde; eğlence sayılabilecek etkinliklerden kaçınmak, ağlamak ve yas tutmak, oturup kalmak, sessizliğe bürünmek, elbiselerini yırtmak, siyah elbiseler giymek, yüzünü örtmek, saçlarını kesmek veya saçını sakalını uzatmak, yemekten içmekten kesilmek matemi belirten başlıca hareket şekilleridir.
Her nefis ölümü tadacaktır elbette. Ölüm, kaçışı olmayan bir hayat gerçeğidir. Ölüm; insanın çaresizliği, korkusu ve duygusallığıdır. Bu duygu, arkada kalanlar içindir. Çünkü göçüp gidenler bunu bilemezler. Ölüm; Allah’a dönüştür, sevgiliye kavuşmadır. Mutasavvıflar, ölümün acı gerçekliğini, ahiret inancından hareketle izah ederek onun insan üzerindeki ağır tesirini hafifletmeye çalışmışlardır. Mevlâna ;
‘’Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret.
Güneş ve aya batmadan ne ziyan gelir. ‘’diyerek, ölümün bir “batma” gibi görünse de aslında doğmaya hazırlık, yeniden doğuş, canın kafesten kurtulması olarak görülmesini istemiştir. Yine Mevlâna ;
‘’Bu tarafta ağzını yumdun mu o tarafta aç..
Çünkü artık hay-huydan, uzak, mekânsızlık âlemindesin. ‘’deyişiyle ölümün huzura kavuşma olduğunu belirtmiştir.
Yunus Emre ölümü, kendi özüne dönmek kabul eder. Ona göre can bir emanettir. Ölüm âşıkların nur-ı ilahisidir. O, âşıkların ölümsüzlüğüne inanır:
‘’Kogıl ölüm endişesin, âşıklar ölmez bakidir.
Ölüm âşık’ın nesidir, çünki nûr-ı ilahidir.
Ey yarenler, ey kardeşler, ecel ere ölem bir gün
İşlerime pişman olup kend’özüme dönem bir gün.
Emaneti senden ala, gödeni kuru baş sala
Veballer boynunda kala, nefsin ura gülbengini .’’
Ölüm, yükselmektir, uçmaktır, uçmağa varmaktır. Canın bedenden ayrılması, ruhun göğe ağmasıdır.
Bilge Kağan’ın ölüm üzerine söylediği söz de diğerlerinden pek farklı değildir.
“Öd Tengri yaşar, kişi oğlı kap ölgeli törümiş.”
(Zamanı Tanrı yaşar (ebedidir) kişi oğlu hep ölmek için yaratılmıştır.)
Dünya gelimli-gidimlidir, son ucu ölümlüdür. Ölümü dayanılmaz acı kılan çaresizliğinin yanı sıra oluş şeklidir. Biz ölümün oluş şekli üzerinde ağıtlar yakarız, feryat figan ederiz, yasa gireriz. Ölenlerin yürek burkan hikâyeleri, anıları, duygu ve düşünceleriyle kavruluruz. Genç fidanların dünyaya doyamadan gidişlerine gözyaşı dökeriz:
‘’ Çayın kıyısında biter yosunlar
Vücudunu gül suyuyla yusunlar
Kıyıp da mezara nasıl kosunlar
Kır atımın kesildi mi kuyruğu
Ulu yerden geldi ölüm buyruğu.’’
Dede Korkut Hikâyelerinde bir yas âdeti şöyle anlatılır:
“Beyrek’in babası kaba sarığını kaldırıp yere vurdu. Çekti, yakasını yırttı. Oğul, oğul diyerek ağladı, inledi. Ak perçemli anası ağladı, gözünün yaşını döktü; acı tırnaklarıyla akyüzünü parçaladı, al yanağını çekti, yırttı; simsiyah saçını yoldu. Kızı, gelini kas kas gülmez oldu. Kızıl kına ak ellerine yakmaz oldu. Yedi kız kardeşi ak çıkardılar, kara elbiseler giydiler… Beyrek’in nişanlısı kara giydi, ak çıkardı… Bunu işitip Kayan Selçukoğlu Deli Dündar ak çıkardı, kara giydi; yâr ve yoldaşlar akı çıkarıp kara giydiler. Kalabalık Oğuz beyleri Beyrek için büyük yas tuttular.’’
Deprem bölgemiz, bir ölüm yurdudur şimdi. Genç yaşlı demeden nice insanımız, toza toprağa karışmış, yıkıntılar altında kalmış, çığlaklarla feryatlar gök kubbede yankılanmıştır. Bazen ümitle bekleyişler bazen de sönmüş, yıkılmış ocakların acı gerçekleri milyonlarlaca donuk bakışta bir kıyamet ifadesi olarak yürekleri titretmiştir. Deprem bölgemiz; ihmalin, sorumsuzluğun, vicdansızlığın kurban edildiği bir mekandır şimdi. Bu yerler, daha çok kazanma hırsının, insan canından değerli görüldüğü yaralı bir vatandır şimdi.
Bu yerler, aziz şehitlerimizin sıraya dizilmiş mezarlarından bir sitemli bakışın, bir pulsuz dilekçenin yaralı gönülleri yakan meşhedidir şimdi.