Âkif’le Berâber Ağlamak
Kemâl ÇOPUROĞLU
Osmanlı’nın son dönemlerinde “Avrupaîlik-alafrangalık”la muhafazakârlığı, bir sendeleme
hâliyle bir arada götürmeye çalışan konak ve yalı asilzâdeleri gibi bugüne uzanan târihî seyrin
şimdiki zamanında gâye ile vasıtâyı birbirine karıştıran ; içerisini sâdece lafazanlığını yaptığı
fikir kırıntılarıyla doldurduğu ritüellerin fasit dairesinde hapsolmuş; nevi şahsına münhasır
bir vizyonu, kültür ve medeniyet hayâli olmayan; kendisine iş insanı, sanayici, bürokrat,
gazeteci, sanâyici vs denilen ve muhafazakâr yakıştırması yapılan lümpen tipler…
İstikbâl, müslüman toplumların öncü birliğini bu tiplerin oluşturacağı bir devir olmamalıdır.
Rütbesi ve mevkîsi ne olursa olsun, ahlâkî değerlerden mahrum ve insanlığın rahle-i
tedrîsinden geçmemiş olanlar, kalpazanların bastıkları sahte paralar gibidirler. Bunların bir
memleket için en tehlikeli yanı, her devirde her köşe başında yer tutmuş olmaları ve liyâkat
ehliymiş gibi görülmeleridir.
Yetimler, yoksullar, açlar, evsiz barksız, kimsesiz ve sâhipsiz insanlar yurdunda karnı tok,
başı dik ve gülerek dolaşanlar var ya, onlar; târihin hemen her devrinde aydınlık memleket
ufkunun yüz karasıdırlar.
Bir saman çöpü gibi modern çağın girdâbına kapıldık ve düştüğümüz girdapta yaşadığımız
hengâme, telâşe ve heyecanla çok mühim hatâlar yapıyoruz. Çünkü kafamız karışık çünkü
saatlerimizin yeknesak tiktakları bizimle hırsız polis oyunu oynuyor. Bu kovalamacada her
an tökezleyip düşmek ya da peşimizdekini atlatıp istikbâle doğru yol alırken kendini küllî
irâdeye, ilâhî mukedderâta teslîm ederek koşmak var; arkaya bakmadan, geriye dönmeden,
teslîm olmadan sonunu düşünmeden menzil-i maksûda doğru yağız atlar gibi koşmak…
***
Aşk İsyânı…
İsyân, bazılarının zannettiği gibi ruhun bir muvazenesizliği değil, için için yanmanın
çıkardığı bir sestir; mürekkebi kan olan, bütün sınır ve nizamlarının insan nefsinin avutulması
üzerine çizildiği yol haritalarını parçalayarak “Hakk’ı tutup” kaldırabilmenin adıdır.
“Ben böyle bakıp durmayacaktım, dili bağlı,
İslâm’ı uyandırmak için haykıracaktım” diyebilme irâdesidir.
Dicle kenarında kuzuyu kapmak için fırsat kollayan kurda meydan okumak, mazlumların
hâmisi olmaktır isyan!
Hüsrânı, isyân-ı aşkla kucaklayabilmektir.
Böyle bir aşkın isyanı, ahlâkî şuurla beslenen yükseksorumluluk duygusunun temelleri
üzerinde yükselir.
Bu isyanı, ahlâk ve imân kalesinin yüksek burcu olan bir mücâhidin hayâtının ve eserlerinin
her safhasında görürüz.
O, kılıçla değil; zırhsız miğfersiz, yalın yürek, yalın kalemle hüzün ve ızdırâbı kendisine
yoldaş edinerek içindeki aşk isyânını haykırmıştır.
“Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım !”
Ağlamak, boğulan vicdânımızı bir nebze olsun ferahlatmak içindir.
Ağlamak, belki bir ilk yardım tedâvisi; kanayan kalbimize sürülen bir merhem; çâresizlikten
bunalan ruhumuza bir nefes, bir dirlik…
Ama onca zaman oldu ki ağlamayı unuttuk; öyle hıçkıra hıçkıra değil sessiz sessiz ağlamayı
bile..
“Ağlar Safahatımdaki hüsran bile sessiz” diyen; aşkı, hüsranı ve isyânı bize; iliklerimize
kadar hissettirebilen Safahat’ın her yaprağına bir sorun hele!
Sorun!…
Ve gönül gözünüzü açın; pas tutmuş kulaklarınızı açarak işitin!…
İşte o zaman hissedersiniz sayfalara sinmiş soluklarını bazı yüce ruhların…
O ruhlar ki târihin karanlık sayfalarını aydınlatan, rahmet iklimlerine kucak açanların ölüleri
dirilten nefesleri gibidir.
Sonra, şehrin derbeder ve kimsesiz sokaklarında fukarânın, yetimlerin, kimsesizlerin âhını
işitirsiniz orada…
Yanmış yıkılmış ocaklarıyla; üzerinde ot yerine insan saçları biterek kabristana dönüşen bir
vatan toprağının acı ve hazîn manzarasını görürsünüz…
Ehl-i Sâlib’in karşısına dikilen destân kahramanlarının arasında bulursunuz kendinizi; Allah’a
bu kadar yakın olmanın, böyle gürültülü patırtılı, toz duman ve kan deryâsı içerisinde
olunabileceğinin idraki çok güçlü bir zelzele meydana getirir bütün bedeninizde de sıtma
nöbeti tutmuş gibi zangır zangır titrersiniz.
Kederidir içinizde bir çığ gibi büyüyen; uğursuz ellerce baltalanan devâsa bir çınarın
çatırdayarak yere devrildiği gibi koskaca bir medeniyetin yıkılışına şâhit oluşunuz…
Gözyaşlarının çiğ taneleri gibi biriktiğini, damlaların âhenkli sesler çıkararak yere düştüğünü
duyarsınız; kusursuz bir armoni, yek-âhenk bir vecd ile zikir ve secde ferâhlığının hazzında
hırçın ve azgın bir denizin dalgalarından, sakin bir limana sığınmanın hâlidir hissetikleriniz.
İşte o zaman siz isteseniz de istemeseniz de yüreğinizde çakan şimşek, göklerden rahmet
boşanır gibi bir sağanaktır gözyaşlarınız; hıçkıra hıçkıra ağlarsınız.
***
Ne bin üç yüz kırk iki yıldır süren kan davâsı,
Ne yüzlerce yıl süren âlem-i İslâm’ın sefâlet manzarası
Evet, asırlarca ettiğimiz kavga değdi mi bir yarayı sarmaya?
Değmez tabii ki
Devam ettikçe kardeş kardeşi vurmaya
Cehâlet, atâlet, miskinlik sarmış her yanı,
Fitne ve bozgunculukla dökülmekte onca mâsumun kanı…
Yâ rab bu nasıl bir imtihândır ki
Herkes bigâne olmuş hâlimize,
Herkes kör ve sağır !..
İnledikçe eksilmez sırtımızdan
Yükümüz çok ağır!
Can çekişmede insanlık,
Saplanmış bir batağa
meflûc olmuş,
Nâfile bekleme kıyâmeti,
Evvel âhir dünyânın
her köşesi
Ye’cûc Me’cûc’la dolmuş!
Kuru bir hevâyı hevesi artık bırak!
Ne yaptın bunca zaman dön bir defa arkana bak!
Aşk ile gayret ile ilim ve irfan ile varır insan menzile,
Bundan gayrısı nâfile.
İlâhî!
Hadsizce çaldım kapını kimsesizliğimle,
Yüzüme kapatma, geri çevirme
Merhamet kıl şu büyük çâresizliğime!.