İDİL
Asena Kınacı Moral
Kara tahta üzerine kabataslak bir harita çiziverdi genç öğretmen; Hazar Denizi’nden İspanya’ya oradan da Atlas Okyanusu’na kadar uzanan Avrupa… İstanbul ve Çanakkale Boğaz’larının, Mora ve İtalya Yarımadası’nın kıyılarını tebeşirle koyulaştırdı. Öğrencileri de yatay tuttukları defterlerinde yeni bir sayfa açmış defterlerine, yanlamasına Avrupa haritasını çiziyorlardı. Genç öğretmen Hazar Denizi’ne kuzeyden dökülen iki nehir çizdi. Beyaz tebeşire bulanmış elleriyle güzel el yazısıyla Doğudakine Yayık, batıdakine Volga adını yazdı. Sıralar arasında sessiz bir tur atarak kontrol etti öğrencilerini.
– Evde notlarımı defterime geçiriyorum öğretmenim. Hem konuyu tekrarlamış oluyorum hem de defterim daha güzel oluyor.
Genç öğretmen defter yerine koparılmış bir sayfaya haritayı çizen öğrencisiyle göz göze geldi ve gülümsedi. Birkaç defterde öğrencilerine düzeltilecek yerleri işaret etti. Tahtanın başına döndü ve Volga yazısının altını çizerek sordu:
– Volga bu nehre Rusların, Avrupalıların verdiği isimdir. Türklerin verdiği ismi bilen var mı?
Sınıfı utangaç bir sessizlik kapladı. Parmaklar havaya kalkmıyordu her zamanki gibi. Genç öğretmen Reşat’ın öğrencilerinin gözleri sorulan soruyu bilmenin ışıltısı ile parlamıyordu. Reşat Öğretmen’in öğrencilerinin gözleri mahcubiyetle önlerine bakıyordu.
– ATİL, İTİL, İDİL yazdı büyük harflerle ve yazarken yüksek sesle okudu.
– Aaa arkadaşımın ismi İdil!.. diye heyecanlı bir ses duyuldu. Biraz önce evde notlarını defterine yeniden özenerek yazacağını söyleyen kız öğrenciydi bu.
– Evet… Ne güzel bir isim değil mi? Arkadaşınız İdil de berrak ve aydınlık düşünceleri, daima pırıltılı bakan mavi gözleriyle, konuşurken çağlayıp akan cümleleriyle İdil Suyu gibi …
Öğretmen, öğrencisi güzel İdil ile İdil Suyu’nun güzelliklerini bütünleştirip tasvir ederken bütün öğrencilerin muhayyilesinde akıp giden bir nehir ve nehir kenarında suya yansıyan aksini seyreden bir peri kızı beliriverdi. Masallardaki nehirler gibi güzel bir nehir, masallardaki kadar güzel bir peri kızı… İdil bu sınıfın en çalışkan öğrencisiydi. Hem öğretmenlerinin hem de arkadaşlarının gözbebeğiydi gerçekten. İyi ki İdil ismini taşıyan çocuklar var diye sevindi içinden Reşat Öğretmen.
Bütün sınıf İdil’e bakarken öğretmenin masasına geçtiğini fark eden olmadı. Öğretmen siyah çantasını açtı. Çantanın kapağının çıkardığı tık sesiyle öğretmene döndü bütün bakışlar… Reşat Öğretmen siyah evrak çantasından ciltli bir kitap çıkardı ve okumaya başladı:
“İtil suyu akar durur
Kaya dibini oyar durur
Bol balıklar bakar durur
Gölcük dahi taşar”
– İdil, bu dörtlüğü tahtaya yazar mısın? Sonra sınıfa seslendi:
– Çizdiğimiz haritalarımızın yanına bu dörtlüğü de yazalım. Elimdeki kitabı bileniniz var mı?
Çocuklar öğretmenin elindeki kitap hakkında hiçbir şey tahmin edemeden yine öğretmenlerine bomboş gözlerle bakıyorlardı. Reşat Öğretmen sorduğunda Volga’nın bizim İdil’imiz olduğunu bilemeyen öğrencilerin onun yüreğine düşürdüğü derin acı bir ok gibi yeniden yüreğini saplandı.
Reşat Öğretmen anlatmaya başladı: Kaşgarlı Mahmud’u duydunuz mu? Divanı Lügat’it Türk adlı eseri bu elimdeki. O güne özgü Türkçe bir sözlük. Türk yazı dillerinin, lehçelerinin ve ağızlarının dil özelliklerini belirleyen, söz varlığını derleyerek bir araya getiren Kâşgarlı Mahmud eserine Dîvânu Lugâti’t-Türk adını vermiştir. Gerçekten de Dîvânu Lugâti’t-Türk, Türk soylu halkların dil özelliklerini ve o dönemin söz varlığını olabildiğince ayrıntısıyla ortaya koyan bir “divan”dır…
Öğrencileri yazmaya çizmeye devam ederken Reşat öğretmen de sıraların arasında dolaşarak anlatmaya devam etti:
Geçmişini bilmeyen toplumlar sağlam bir gelecek kuramazlar. Tanrı Dağlarında at koşturan atalarımızı ve bugün orda kalan kardeşlerimizi unutamayız. Bilge Kağan’ın mutluluğu tarif ettiği Ötüken Ormanı’nın huzurunu unutamayız. Köklerimizi unutamayız, kurutamayız. Altay Dağlarından fışkıran pınarların soğuk suları gibi çelik yürekli, demir dağlar gibi kuvvetli, kurt bakışlı atalarımızı unutamayız. Onların torunlarını bugün yok sayamayız.
Dedelerimiz daha dün İdil kenarında atlarını sulardı. İdil’in mavi sularının iklime döndüğü yemyeşil çayırlarda sürülerini otlatırdı. Kamların, ozanların kopuzları, şiirleri baharlarda İdil gibi çağıldayıp coşar çalınıp söylenirdi. Güzel kızlarımız yünlerini İdil’in suyuyla renklendirirdi. İdil’in suyuyla renklendirdikleri yünlerini eğirip kilimlerini öyle dokurdu. İdil bilirdi bizim aşklarımızı. İdil bilirdi bizi… Ve biz İdil’in mavi beyaz köpüklü sularından gelen huzurla obamızın, otağımızın ocağını tüttürürdük. Biz de İdil’i bilirdik.
Türk Kağanları orduları ile Türkistan’dan Anadolu’ya, Asya’ya, Avrupa’ya, Afrika’ya at sürmüş, medeniyet götürmüş. Türk milleti töreli hayatıyla onurlu hatıralar biriktirmiş, yeryüzünde dünya durdukça izleri silinmeyecek eserler bırakmış. Türkçenin sihirli sözcükleri ile bezenmiş tatlı ezgilerle süslenmiş türküler söylemiş. Tanrının insanoğluna verdiği yürekle sevmiş, sevilmiş. Üç kıtada yurt tutmuş. Üç kıtadaki topraklara diliyle, diniyle, töresiyle Türklüğün mührünü vurmuş. Sonra tarih mi küsmüş bize, Tanrı mı darılmış, bilmem, bu güzel yurt köşeleri Türksüz öksüz, yetim kalmış? Dört asırdır Türk milletinin yüzü gülmez olmuş. Elimizde bir tek cennet vatan, Anadolu topraklarında ki Türkiye Devleti kalmış.
Reşat Öğretmen derin bir nefes ile anlattıklarına ara verdi. Ve sınıfa seslendi:
– Herkes defterlerine haritayı çizmeyi, şiiri yazmayı tamamladı mı?
Öğrencilerini kontrol ederek yeniden dolaştı sınıfta. Öğrencileri Kaşgarlı Mahmud’un Divan-ı Lügat’it Türk adlı eserinden tahtaya yazılan dörtlüğü defterlerine yazmaya devam ediyorlardı. Onların defterlerini tamamlamalarını beklerken o da sınıfta dolaşmaya devam etti, sessizleşti, iç dünyasında düşüncelere daldı.
1985 yılının Nisan ayında okuldaki sınıfında tarih dersinde Avrupa haritasında çizdiği İdil Suyu onu alıp başka bir âleme götürmüştü. Yarı sesli, yarı sessiz:
“Nerde benim Ural-Altay dağlarım,
Akşam olur, sabah olur ağlarım.” mısraları dilinin ucundan dökülürken “yitiklerimiz nerde?” nin sızısı yüreğinde ateş oldu.
İdil uzaklarda kaldı. Türkiye’de İdil’in özlemiyle yanıp tutuşan bir gençlik, onun arkadaşları, yoldaşları hapishanelerde İdil’e hasretlerini dile getirdikleri için cezalandırıldılar. Bu ülküye gönül veren Türk çocukları işkence gördüler, zindanlara atıldılar, darağaçlarında asıldılar. Yüreği sızladı, yumruklarını sıktı. Üniversitede okurken kollarında şehit olan arkadaşları şimdi o günlerden bugüne hâlâ hapishanelerde olan ülküdaşları gözlerinin önüne geldi. Boğazı düğümlendi. Gözüne toplanan bir damla yaşı akıtmamak için uğraştı. Öyle ya erkekler ağlar mıydı? Zindanlar, işkenceler, pusular, yol ortasında ölümler, kurşunlar, darağaçları birbiri ardınca zihninden geçti. Öğretmenler odasında ona “hayalperest Reşat” diyen arkadaşlarının eğlenmelerine, “böyle gelmiş böyle gider”, “tek başına sen ne yapabileceksin?”, “bunların hepsi boşuna” gibi söylenmelerine karşı tek başına bir ordu gibi güçlü durmak zorunda olduğunu biliyordu. Bu yolda tek ve yalnız başına olduğunu da biliyordu. Ama Reşat’a “çalışma, koşma, bunlar boşa” demek, ateşe “yanma yakma” demekti. Derin bir nefes aldı. Kürsünün üstünde kendine bakan mavi gözlü atayı gördü. Sınıfın penceresinden bayrak direğinde dalgalanan ay-yıldızlı bayrağa baktı. Yaşanılan her şeye rağmen bağımsız bir devleti, hür bir vatanı olduğu için gururlandı. Yüreğinde vazgeçilmez kocaman bir Turan sevdası da vardı. Bu sevdayla yorulmayan bir beden, yaşlanmayan bir yürekle hem yanacaktı, hem de bu aşkın ateşini Türk çocuklarının yüreğinde yakacaktı.
Her dersinde olduğu gibi bu dersinde de öğrencilerine anlatmanın, öğretmenin heyecanıyla ve sevdasının hasretiyle kurduğu düşleri peşini bırakmıyordu. Sanki bedeni ve ruhuyla yükselip Tanrı Dağlarına, İdil nehrinin kıyısına, Altay Dağlarına, Ötüken Ormanına uçarak gidiverdi.
Yıllardır hayaliyle yaşadıkları Anayurdun gövdesi bir yerde, başı bir yerde kalmıştı. Tanrı dağları yastaydı. İdil hastaydı. İdil kıyılarında yâd eller geziyordu şimdi. Türkistan’da Rus esaretindeki kardeşleri de nice çileler, işkenceler ve zulümlere göğüs geriyordu. Adları, dilleri, dinleri yoktu. Bayrakları yoktu. Kardeş kardeşe hasret kalmıştı. Kardeş kardeşin derdine derman olamıyordu. Onlar oralarda esir vatanlarda boynu bükük bizi bekliyorlardı. Biz hür Anadolu’da ellerimiz ayaklarımız zincirli garip ve öksüzdük. Kadim Türk medeniyetinin kutlu eserleri, türbeler, hanlar, hamamlar, medreseler, imarethaneler, camiler yıkılmış, yakılmıştı. Buhara, Semerkant, Taşkent hasretin diğer adı olmuştu. Demir Dağ’dan bizi çıkaran Bozkurt neredeydi şimdi? Kürsünün üstünde asılı duran Atatürk portresine takıldı yine gözleri. Atası ile göz göze geldi. Her Türk çocuğuna umut olan uzakları gören, ötelerin ötesini gören o mavi gözleriyle ona bakıyor ve söylüyordu işte:
Bugün Sovyetler Birliği, dostumuzdur; komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bu günden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak, yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lâzımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevî köprüleri sağlam tutarak. Dil bir köprüdür… İnanç bir köprüdür… Tarih bir köprüdür… Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların (Dış Türklerin) bize yaklaşmasını beklememeliyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gereklidir…
Atatürk’ün sözleri hafızasında satır satır sıralanıp tane tane dudaklarından dökülürken bu sözü de öğrencilerinin defterine yazdırdı.
Anadolu’da benim küçük öğrencilerim üç kıtada at sürmüş dedelerinin ata yurdundan bihaber mi kalacak? Benim öğrencilerim İdil’i sorduğumda mahcubiyetle önlerine mi bakacaklar dedi. Reşat Öğretmen yılmayacaktı. Oğuz Kağan’dan bu güne Tanrı Türk milletine kut vermişti. Bu sevdayı, bu aşkı, bu ülküyü anlatacaktı çocuklarına. Yılmadan yorulmadan, dinlenmeden… Elindeki kitabını da sıkı sıkıya kavradı. Kıymetini belli etmek ister gibi yüreğinin üzerine götürdü.
Kaşgarlı Mahmud’un Divan-ı Lügat’it Türk’ünden en sevdiği bölümü okumaya başladı:
“Gördüm ki yüce Tanrı, devlet güneşini Türklerin burçlarından doğurmuş. Göklerdeki daireleri, onların devletleri çevresinde döndürmüş. Onlara Türk adını kendisi vermiş. Onları yeryüzünün hâkânı kılmış. ….
İçini bir sevinç, heyecan ve umut kapladı. Reşat, Turan için ateş olup yanacak ve öğrencilerine ışık olup onların yüreklerinde Turan aşkının ateşini yakacaktı.