Kemâl ÇOPUROĞLU
Bir mevsim- i bahârına geldik ki âlemin
Bülbül hamûş, havz tehî, gülistan harâb…
İzzet Molla
Bülbülleri Öldürmek…
2004 bahârında kısa bir süreliğine idârecilik yaptığım bir öğretmenevinin giriş cephesinde, yolun karşısında parsel parsel bahçeler vardı. Geceleri iş yükünden bunaldığımda, hava almak için odamın balkonuna çıkardım. İşte bu vakitlerde muhteşem bir şey keşfettim; o bahar ayları, bu bahçelerde gece yarılarına kadar bülbüller yanık yanık öterler ve ben onları uzun bir süre dinler; bütün yorgunluğumu ve sıkıntılarımı unuturdum.
O zamana kadar bülbülü kitaplardan; dîvân şiiri metinlerinden cansız hâliyle öğrenen ben, böylesine âhenkli ve büyüleyici bir ses karşısında kendimden geçmiş ve kendimi bambaşka bir âlemin kucağında buluvermiştim sanki… Divân ve diğer şiirlerimizin vazgeçilmez birer mazmûnu olan gül ve bülbülün manâsını da işte bu zamânlarda hissederek daha iyi anlamış oldum.
Kenarlarından şırıl şırıl bir derenin aktığı, bülbüllerin öttüğü bu bahçeler; çeşit çeşit bakımsız meyve ağaçlarıyla birlikte rengârenk güllerle iç içeydi ve üzerinde metruk, yıkık dökük evlerin bulunduğu; geçmişte üzerinde kim bilir kimlerin yaşadığı, şen kahkahaların yükseldiği yerlerdi… Güllerden de bahsediyorum çünkü yaşadığım şehirde, gülü olmayan bahçeli bir ev neredeyse yoktu.
Bu yıl kış mevsimi uzun ve sert geçmiş; takvimler baharın müjdecisi olan 21 Mart’ı yâni 2022 Nevrûzunu göstermesine karşılık şehri kaplayan karlar, yüzünü göstermeye nazlanan güneşe meydan okurcasına erimemek için direnmişti ama bunun da nihâyete erdiği daha sonraki günlerden bir gün; evimdeki mahpusluğun acısını ve güneşli bir havanın tadını çıkartabilmek, aradan geçen uzun yıllardan sonra bülbüllerin sesini yeniden duyabilmek ümidiyle evime hayli uzak olan ve içerisinde eski hâtıralarımın eşelenmeyi beklediği bu güzel bahçelere içimde büyük bir heyecanla gittiğimde karşılaştığım manzara beni kahretti; artık ne o bahçeler ne o güller ve ne de büyük şâirin deyişiyle; “ gece ağaran vakte kadar ağlayan bülbül” ler vardı…
Şimdi sıra sıra apartmanlar dikilmişti bunların yerine…
Memleketin hemen her yerinde karşılaşılan bu hazin manzarayı değiştiremesem de her zamanki gibi yazmaya sığındım:
Şehre Ağıt
Bülbüllerin âşiyânı târümâr,
Güllerden eser yok,
Leşçil kargalar kapladı diyârı
Her yerde uğursuz baykuşların saltanatı,
Her yer beton;
Caddeler sokaklar devlerle dolu;
Betondan devler,
Hani nerede şimdi
Çocukluğumdaki o güzel evler?
Hani güneş nerede,
Hani bulutların beni kucaklayan elleri?
Gözlerime yasak yok ama
Neden yıldızları seyredemiyorum geceleri?
Yok artık beni benden alan iğde çiçeklerinin kokusu
Bir çorap söküğü gibi sonuna kadar kaçtı cânım şehirlerin dokusu!
Beton beton hep beton!…
Kahrımız milyonlarca ton!
Seyrettikçe bu sefil manzarayı dökülür hep gözlerimden yaşım,
Ya Rabbi son bahçemde olmasın apartmanlar mezâr taşım!
***
“Çünkü huzursuz bir dünyada yaşıyoruz. Çünkü insan kendisiyle barışık değil. Değerler karşısında ve insan karşısında yeniden düşünmeye mecburuz. Çünkü her şeyden şüphedeyiz. Ve nihayet arkamızda eskisi gibi o kadar kuvvetle Allah’ı hissetmiyoruz. Hülâsa, huzursuzuz onun için.” Tanpınar
İğde Ağaçlarının Ölümü…
Bir zamanlar bu şehirde fakir fakat gönlü zengin insanlar yaşardı: almadan vermesini bilen, ekmeğini ikiye bölen insanlar…
Eski fakat şirin evlerinin küçük bahçelerinde semâverlerin yakıldığı; yanan kömürün dumanıyla semâver buharının sarmaş dolaş olduğu, büyük bakır sinilerde kahvaltı sofralarının kurulduğu ve Allah ne verdiyse hepsi ev ve el emeğiyle ortaya konulan haşhaşlı çörekler, bazlamalar, reçeller, bal, zeytin, haşlanmış yumurta, maydanoz, kuzukulağı ve daha neler neler…
Konu komşunun bu ziyâfete çağırıldığı, bardak bardak çaylarla belki hiçbir zenginin tatmadığı hoşsohbet bir havada yapılan bu kahvaltılardan birisine de ben dâvet edilmiştim evvel zamanlarda…
Masallar hep “Evvel zamân içinde…” tekerlemesiyle başlar ya işte öyle bir anın kahramanlarıydı evvel zamânın güzel insanları…
Yokluktan yoksulluktan şikâyet etmeyen, birbirlerini kıskanmayan, acıları ve sevinçleri paylaşan mutlu insanlardı.
Zamâne insanları gibi komşuluktan bîhaber, sâdece kendisi için yaşayan, çevresiyle ve hattâ kendisiyle bile kavgalı, tevekkülsüz, huzursuz, mutlu olmayı varlıklı olmakla eş tutan ve her şeyin lüksüne ve aşırılığına kapılan değil, bulduğuyla yetinen, onun kıymetini bilen ve onu sevdikleriyle paylaşan evvel zamânın güzel insanları…
Şimdi hep evvel zaman içinde kaldı o masal insanları…
İnsanı isyâna teşvîk eder iğde ağaçlarının baharda açan çiçekleri; baygın kokusuyla masal âlemlerine alır götürür. Âşık olası gelir insanın bir zaman. Ya da olmadık çılgınlıkları yapmak istersiniz de irâdeniz dizginler sizi…
Yaşanmamış ne varsa içinizde ayan beyân olur, sarhoş eder, adamı çıldırtır cânım iğde çiçekleri.
Bütün tabiat, kâinat bu kokuya teslim olmuştur artık…
Bütün varlığınız esrârengiz şekilde kuşatılmıştır.
Tam bir vecd hâli içerisindesinizdir.
Artık ne dert kalmıştır ne de sıkıntı…
Büyük bir rahatlama kaplamıştır bedeninizi.
Ruhla bedenin vuslatıdır hissettiğiniz…
Hiç bitmesin istersiniz ama hiç de öyle olmaz nedense…
Kötü ruhlar gelir ve bir karabasan gibi çöker üstünüze.
O güzel rûyâdan kan ter içerisinde uyanırsınız!..
Her gün önünden geçtiğiniz tek katlı, çatısı Osmanlı kiremitleriyle kaplı o eski ev ve önünde sıralanan iğde ağaçları yoktur artık.
Güzelim iğde ağaçlarının mızrak gibi uzanan sivri dikenleri de koruyamamıştır bedenlerini; devâsa, hantal, homurdayan iş makinelerinin acımasız saldırısı karşısında…
O eski, şirin evceğizin bahçesinde bir şeylerle uğraşan, gülüşen dedecikle ninecik de yoktur artık.
Acaba ebedî yolculuğa mı çıkmışlardır? Yoksa gözünü hırs bürümüş evlatlar tarafından bir huzurevine mi tıkılmışlardır kim bilir?..
Çiçeklerinin kokusu bütün varlığımızı kuşatan iğde ağaçlarını katleden ve yerlerine soğuk yüzlü, sevimsiz apartmanlar dikenler;
Bizim gönlümüzde sizlere yer yok!