Kemâl Çopuroğlu
Biz o güzel çocukluk hatırâlarımızı turunculu sarılı kadife çiçeklerinin, kasımpatıların, beyaz sabun çiçeklerinin açtığı; başları dimdik göğe uzanan kavak ağacı yapraklarının sonbahar rüzgârında titreyerek en güzel nağmelerini bize dinlettiği; kayısı ve dutların ağaçlarından yerlere dökülerek sel sebil olduğu o güzel evin bahçesine gömdük. Şâyet bir gün yolunuz oralara düşerse ayağınızla toprağı rastgele kazıdığınızda bizim hatıralarımızı görürseniz bilin ki çocukluk şarkılarını kurtarmanızın zamanı gelmiş demektir…
Düşmemek için bir ağacın dallarına tutunur gibi tutunmak dallarına hayatın…
Elimizde bir horoz şekeri, dilimizde cıvıl cıvıl gülüşmelere, mâsûm ve şen kahkahalara karışan çocukluk şarkıları, bir lunapark hayali… Zaman değildi geçen ve dünya değildi de sanki panayırlarda kurulan bir atlıkarıncaydı dönen ve belki de başımızı döndüren…Ve masum yaşanmışlıklar sonrasında fırlayıp giden akrepleri bütün saatlerin, zehirli iğnesini örselenmiş, hırpalanmış ömrümüze ve hastalıklı bedenimize her sâniye batırdığında ve acılar çektiğimiz anlarda çölde susuz kalanların serâbı gibiydi bize hep teselîsiyle avunduğumuz çocukluk yıllarımız.
İlkbaharları her tırmanışımızda Takbaş‘a; altımıza serilen çayır çimenle örülmüş, papatya ve gelincik motifleriyle süslü yeşil halılar gibi patikalardan geçerken, eriyen kar sularının derelerdeki melodisine karışan kuş cıvıltılarını kulaklıksız dinleyip yabânî böğürtlenlerin tadına varmak, canımızı yakan dikenlerine hiç aldırmadan…
Elimizde masmavi gökyüzünde süzülen şeytan uçurtmalarının incecik iplikleri; meğer bu ipliklermiş tâ o zamandan bizi hayata bağlayan…
Ve o mâvi gökyüzündeki bulutlar ki; her birini bir insana ve de bazı hayvanlara benzetirdik: Çatık kaşlı ve korkutucu; kimi zaman çok acelesi varmış gibi uzak diyarlara yetişebilmek için hızlı hızlı giderken bize gülümseyerek el sallayan bir dost ve kimi zaman da ansızın kükreyen korkunç bir arslan oluverirlerdi. Bazen de sâdece pamuktan mamûl kılıfsız bir döşek gibi akça pakça bulutların üzerinde yatmayı ve dünyayı onunla dolaşmayı hep hayâl edebilmek ne güzel bir zenginlikti Yâ Rabbi!…
Derken, zamanları aşarak çınlayan, sonra orada bir yerlere çarpıp da geriye her dönüşünde içimde yankılanırdı bir şiirin ilk mısraları:
Neden beni bir başıma kor gidersiniz âvâre bulutlar
Hasretim bilmez misiniz gül yüzlü yâre bulutlar
Görmedim bahar yüzü, bitmedi ömrümün güzü
Duymadım dost sözü, gurbet açar sînemde yare bulutlar
Evlerimizin önünden ayda yılda bir, üç tekerlekli arabasıyla “pamuk şekerci” geçer; onun ayak pedalıyla çevirdiği bir mekanizmayla arabanın üstündeki tezgâhta bir çark döner, o çarkın bir yanındaki hazneden içeri boşaltılan bir iki yemek kaşığı toz şeker, çarkın etrafından kabarmış bir pamuk şeker olarak dışarı çıkardı. Genzimizi yakan bir gaz kokusu da bu mekanizmanın şekerin ateşle pamuk şekere dönüştüğünü aklımıza getirirdi.
Bu bizim için sihirbazlara has bir hokus pokus numarası gibiydi. Pamuk şekercinin seyyar tezgâhı etrafında toplanan biz çocuklar, bu sihirbazlık gösterisinin sonunda ortaya çıkan ve daha çok; beyaz, pembe, sarı ve mavi renklerdeki pamuk şekerleri büyük bir iştahla seyreder ve sıranın kendimize gelmesini beklerdik. Adam, ince bir çubuğa doladığı pamuk şekerleri bize uzatırken çocuklar arasında da tam bir itiş kakış ve curcuna yaşanırdı.
Harçlığımız olmadığı zamanlarda evden getirdiğimiz bir bardak toz şeker karşılığında bize bir top pamuk şeker veren adam, alacağı 25-50 kuruştan çok daha kârlı çıkardı.
Pilli radyomuzun başında memlekete dâir haberleri dinleyen babamızın ciddîleşen yüz ifâdelerinden bir şeyler olup bittiğini hisseden fakat ne On İki Mart‘ı ne de ‘Muhtıra‘nın ne olduğunu bilen; üniversitelerde patlayan tabancalardan, sıkılan kurşunlardan, vurulup ölen insanlardan habersiz; gönlü bütün kaygılardan azâde ve mâsûm; tabiatta henüz kirlenmemiş bütün oksijeni ciğerlerine çeken, mikrop yerine tertemiz suların aktığı çeşmelerden kana kana su içen, acıkınca da komşu teyzelerden birinin elimize tutuşturduğu kalınca bir dilimin üzerine manda yoğurdu sürülmüş esmer ve kocaman muhacir ekmeğini iştahla yiyen ve yedikten sonra da şükreden bir çocukluktu bizimkisi… Her basamağında bir çocuğun oturduğu uzunca bir tahta merdiveni kendimize kızakbüs(!) yapıp karlı buzlu kış günlerinde yokuş aşağı defalarca ve delicesine kayan; bizi zaman ve mekândan tamâmen tecrit ederek sarhoşa çeviren bu târifi imkânsız zevk silsilesi sonrasında soğuktan kıpkırmızı olmuş ellerimizin donduğunu ancak sobanın başında onları ısıtmaya çalışırken parmaklarımız çok can yakıcı bir şekilde sızladığında ve gözlerimizden yaş geldiğinde anlayabilirdik.
Radyo, evimizin büyükleri için memleket haberlerini, Müzeyyen Senar ve Zeki Müren konserlerini dinlemek gibi maksatlara hizmet eden çok mühim bir cihaz olsa da bizim için daha fazla bir mutluluk kaynağıydı.
İşte bu çocukluk mevsimi, evimizde İskandinav menşeli Mascot marka bir radyomuz var. Lâmbalıdan transistörlüye geçişin ilk örneklerinden sayılabilir. Kendinden transformatör(adaptör)lü radyolar henüz ortada yok, zaten ilçede doğru dürüst elektrik de yok. Bu yüzden radyomuz, altı tane büyük boy pil ile çalışıyor.
Uzun dalga yayınından, TRT Ankara Radyosu’nu dinleyebiliyoruz: Yurttan Sesler Korosu, Çocuk Bahçesi, Arkası Yarın, Radyo Tiyatrosu sürekli tâkip ettiğim ve dinlediğim programlar…
Bu arada radyo reklâmlarıyla da ilk kez tanışıyorum:
Zeki Müren, bir lastik firmasının uzun süren şarkılı bir reklâmını yaparken ses veriyor:
“Canım şoför kardeşlerim, gözünüz yolda, kulağınız bende olsun!..”
Radyoda en çok sevdiğim program; “Halk Hikâyeleri…” cuma sabahları 07.00’da başlıyor ve ben bu yüzden cuma günlerini iple çekiyorum.
Hikâyeleri kimler seslendirmiyor ki?…
Hâfızam beni yanıltmadıysa şayet; Sönmez Atasoy, Baykal Saran, Ekmel Hürol, Beyhan Hürol, Bozkurt Kuruç, İstemi Betil gibi bugün içlerinden bazıları rahmetli olmuş büyük ustalar…
Hele hele Sönmez Atasoy’un veyâ Baykal Saran’ın o ölümsüz, o dâvûdî sesiyle: “Dede Korkut boy boylamış, soy soylamış; görelim hânım ne soylamış!” demesi yok mu?… Beni benden alıp bilmediğim bir mekâna ve zamâna götürür; tüylerimi diken diken ederdi.
Kahramanların yüzlerini görmediğim için hayâl gücümün büsbütün sınırlarını zorlarken kendimi de en çok Boğaç Han‘ın yerine koyuyorum ve sonrasında bizim sokaktan da geçen mandalar üzerinde haince plânlar yaparken beni harekete geçiren bir ikâzla kendime geliyorum:
Haydi, okula geç kalacaksın, bırak şimdi radyo dinlemeyi!..
Bütün hayâllerim birdenbire yıkılıveriyor; İçimde sevimli, güzel radyomuzun başından ayrılmanın hüznü; miskin bir kedi gibi yanı başına çöktüğüm, içerisinde meşe odunu yanan sıcacık kuzinemizden uzaklaşmanın isteksizliğiyle, diz boyu karları tepeleye tepeleye ve dilimde bir çocuklukluk şarkısını mırıldana mırıldana okuluma doğru yollanıyorum.
Ya şimdi bizim çocuklarımız?..
Bîçâre çocuklarımız; âh çocuklarımız, vah çocuklarımız, eyvâh çocuklarımız!..
Savaşlara, salgın hastalıklara ve çevre felâketlerine açtınız gözlerinizi; ellerinden klavyeyi hiç düşürmeyen güzel çocuklarımız! Keşke sizler de geriye dönüp baktığınızda teselli olacak bir çocukluk yaşayabilseydiniz ve keşke yıllar sonra neşeyle mırıldanabileceğiniz bir çocukluk şarkınız olsaydı… Gözünü madde hırsı bürümüş global- kapitalist düzen sermâyedarlarının iki dudağı arasında şekillenen ve savaş tehdîdi altındaki bir dünyânın ortasında buluverdiniz kendinizi…
Her gün istikbâl kaygısıyla kıvranan, bütün hayâl ve ümitleri ipotek altındaki güzel çocuklarımız;
Allah yardımcınız olsun!