OSMANLI, NEDEN GERİ KALDI? -9-
Safter TANIK
“Yeni ticaret yollarının keşfiyle ortaya çıkan küresel ticaret ve rekabetin önemini kavrayamadı, mevcut ekonomik sistemini sürdürmekte ısrarcı oldu, ekonomide yeniden bir yapılanmaya gidemedi.
Osmanlı ekonomik sistemi; Batı’nın Merkantilizmine oranla daha serbest bir özelliktedir. Bu; Osmanlı’nın yumuşak karnı oldu, askeri üstünlüğünü kaybetmesiyle Batı’nın suistimalini uç noktaya taşıdı, ekonomik gerileme arkasından mali iflasını getirdi.
Karl Marks; Osmanlı’nın geri kalışını, Asya tipi üretim tarzına bağlar.
O’na göre; Osmanlı’da, Avrupa’daki feodal yapıdan farklı bir yapı vardır. Devlet kutsal bir özellik taşır. Toprağın mülkiyeti devlete aittir, köylünün sadece toprağı kullanma hakkı vardır. Bu; despot yönetimin artı değere el koymasını sağlarken, köylüyü sermaye birikiminden yoksun kıldı. Bunun için de; Osmanlı’da, kapitalizme giden bir süreç yaşanmadı.”.
Gümrük Sistemi
Osmanlı’da; “gümrük” kelimesi, maliye dilinde yer (mekân) anlamında kullanıldı. Gümrük Vergisi ise; ithal-ihraç edilen malların yanı sıra, ülke içinde deniz-karayoluyla bir şehir-kasabadan diğerine nakledilen malları da vergilendiren bir vergiyi ifade eder.
Yani Osmanlı’da gümrük vergisi; hem iç, hem de dış ticareti vergilendiren bir vergidir. Bu nedenle; Osmanlı Gümrük Sistemi’ni, Dâhili Gümrük Sistemi ve Harici Gümrük Sistemi olmak üzere iki kısımda ele almamız doğru olur.
Dâhili Gümrük Sistemi (İç Gümrükler)
Sistemin, Osman Gazi’ye giden bir geçmişi vardır. Öyle ki Osman Gazi döneminde; bazı geçiş yerlerinde, “Meks” adı altında Bac türünde bir vergi alınıyordu. Sonrasında Meks’in yerini Bac alırken, bir de Üşur Vergisi alındı. Bac’ın şer-i olmadığı itirazı; bunun, bazı yerlerde Üşur’a ilave edilerek uygulamasını getirdi.
Sistemleşmesi, Fatih döneminde oldu. Zaman içinde bir değişim gösterdi ise de, varlığını XX. yüzyılın başlarına kadar sürdürdü.
Osmanlı’da; konumuna göre, üç tür gümrük vardır. Sınırlardakine; “Hudut Gümrükleri”, sahillerdekine; “Sahil Gümrükleri”, iç kısımlarda yer alanlara ise “Kara Gümrükleri” denir.
Sahil gümrüklerinde; İstanbul, İzmir, Selanik, Antalya, Beyrut, Trabzon, Kefe, kara gümrüklerinde ise Edirne, Belgrat, Bursa, Tokat, Diyarbakır, Erzurum, Şam, Halep, Bağdat öne çıkar. Bir de buna bağlı gümrükler vardır. Gümrük sayısı ise; 1801’de, 100’ün üzerindeydi.
Sahil Gümrükleri; iç-dış ticareti, kara gümrükleri; iç ticareti vergilendiren gümrüklerdir. Haliyle sahil gümrükleri daha fazla önem arz eder.
Osmanlı’da gümrük vergileri; biri “iltizam”, diğeri “emanet” olmak üzere iki usul ile toplandı.
Emanet Usulünde; mukataadaki (kiralama konusu olan gelir getirici yer) vergi, devlet memurları tarafından toplanır, personel-kira-kırtasiye-yakacak ve diğer giderler düşüldükten sonra kalan hazineye gönderilir. Bu sisteme; daha ziyade, mukataa geliri tam olarak belirlenemeyen veya iltizama konu olmuş ancak geliri düşen gümrüklerde başvuruldu.
İltizam Usulünde; mukataalar açık artırmaya çıkarılır, en yüksek teklifi verene, 1-3 yıl için gümrük gelirini toplama yetkisi verilir.
İhaleyi üstlenene “mülazım” denir, teminat olarak da çoğu kez bir sarrafın kefaleti istenir.
Mülazım’ın, birden çok gümrüğü kiralaması mümkündür. Bu da; birinden ettiği zararı, diğerinden çıkarması mantığına dayanır.
Dâhili (iç) Gümrük Sistemi; ticaretin yoğun olduğu şehir-kasabalarda uygulandığı gibi, bunun dışındaki yerlerde de uygulamasına rastlanıyor. Zira Osmanlı’da gümrük vergisi ile ilgili sınır kavramı; denizden-karaya, karadan-denize olan ulaşım hattıdır.
İç gümrüklerde; amediye, reftiye, masdariye ve mururiye olmak üzere dört çeşit gümrük vergisi vardır.
Amediye; geldiği-gideceği yer ve sahibinin yerli-yabancı olup olmamasına bakılmaksızın, gümrük yerine gelen mallardan alınan gümrük vergisidir.
Reftiye; bir yere giren ancak orada tüketilmeyerek başka yere gönderilen, yani gümrükten çıkan mallardan alınan gümrük vergisidir.
Masdariye; bir yere giren veorada tüketilen, ithal maldan alınan gümrük vergidir.
Mururiye; yabancı ülkeden gelip yabancı ülkeye nakledilen, yani transit ticaretten alınan gümrük vergisidir. Buna; “Bac”, “Geçiş Resmi” de denir.
Gümrük vergisini ödeyerek, gümrüklerden birinden malını geçiren kişiye “eda tezkiresi” verilir. Haliyle başka bir gümrüğe geldiğinde, aynı mal için gümrük vergisi ödemez.
Bu vergiler; bir yerden başka yere nakledilen mallar için geçerlidir, aynı yerde üretilip tüketilen malları kapsamaz.
Vergi Matrahı, malın gerçek değeridir. Bunu belirleyen ise gümrük idaresidir. Bu; tüccarlarla memurlar arasında bir tartışmayı doğurdu, XVII. yüzyıldan itibaren de gümrük vergisi, spesifik tarifeler üzerinden alınmaya başlandı.
Vergi Oranı, yerli-yabancı olma ve dini kimliğe göre değişir. Yabancı tanımı vatandaşlığa dayanır, bu yabancı Müslim tüccarlar için de geçerlidir.
XVI. Yüzyılda genel olarak uygulanan Dâhili Gümrük Vergisi;Müslimler için % 3, Gayrimüslimler için % 4,yabancılar için ise % 5’tir. Bu; XVI. yüzyılın 2. yarısında artan mali ihtiyaç ile Müslimlerde % 4’e, Gayrimüslimlerde % 5’e, yabancılarda da % 6’ya çıktı.
XVII. Yüzyılda; Doğu Akdeniz ticaretini canlandırmak amacıyla, yabancılara % 6 olan dâhili gümrük vergisi, İngiliz-Hollandalı tüccarlar için % 3’e düşürüldü. Bu; Hollanda-İngiliz tüccarları, Müslim tüccarlara göre avantajlı kıldı.
XVIII. Yüzyılda; iktisadi-mali sıkıntılar ve dış baskılarla, dâhili gümrük vergisi imtiyazlı yabancılar için sıfıra kadar düşürüldü. Bu; XVIII. yüzyıla kadar iç piyasada aktif olmayan imtiyazlı yabancıların, % 3 oranında ithalat vergisi ödeyerek ucuz hammadde alıp ülkelerine göndermesini getirdi.
III. Selim; Müslim tüccarı korumak için, yabancıların iç piyasada faaliyet göstermesini yasakladı.
II. Mahmut; 1809’da İngiltere ile yaptığı Kal’a-i Sultaniye Antlaşması’yla, İngiliz tüccarların iç piyasada faaliyet göstermeleri halinde, uygulamada olan dâhili gümrük vergisine tabi olacağını kararlaştırdı. Bu; 1838’de, İngiltere ile yapılan Baltalimanı Antlaşması’na kadar da varlığını sürdürdü.
Harici Gümrük Sistemi (Dış Gümrükler)
Harici Gümrük Sistemi, dış ticaret ile ilgili uygulamaları içerir. Yabancılara verilen imtiyazlar ise sistemde öne çıkan konudur.
Osmanlı’da; kapitülasyonların, Orhan Gazi’ye giden bir geçmişi vardır.
Tarih sırasıyla, Orhan Gazi’nin; Cenova’ya (Osmanlı’nın Rumeli’ye geçişi sırasında), I. Murat’ın; Ragusa Cumhuriyeti-Venedik’e, Yıldırım Beyazıt’ın; Rodos’a (Menteşe Beyliği’ne son vermesi ve yürürlükteki ticari antlaşmayı tanımasıyla) Çelebi Mehmet’in; Bizans’a, Fatih’in; Galatalı Cenevizlilere, Yavuz’un; Fransa-Katalan-Venedik’e (Memluk Devleti’ne son vermesi ve yürürlükteki ticari antlaşmayı tanımasıyla), Kanuni’nin; Fransa’ya verdiği ve XVII. yüzyılda; İngiltere-Hollanda’ya, XVIII yüzyılda; Rusya-diğer devletlere verilen kapitülasyonlardan söz edebiliriz.
Kapitülasyonlar; antlaşmayı yapan hükümdarın ömrü ile sınırlı olsa da, yeni antlaşmalar ile sürekli hale geldi.
Bunun; o dönemde var olan ticari geleneği sürdürme,ticaret filosu oluşturma-rekabet yerine, mevcut ticari sistemden istifade etme; iktisadi gelişim, mali ve siyasi fayda sağlama gibi birçok nedeni vardır.
Bu; Osmanlı’ya, XV-XVI. yüzyılda fayda sağladı dersek yanlış olmaz. Zira Osmanlı; bunu kullanarak açık pazar konumunda olan bölgeleri iç pazarı haline getirdi, üretimi için ucuz hammadde-yarı mamulü temin etti, gümrük gelirini artırdı.
Osmanlı’nın; XVII. yüzyıla kadar yaptığı kapitülasyon antlaşmaları, iki devletin tüccarlarının karşılıklı olarak yararlanacağı imtiyazları içerir. Osmanlı aleyhine işlemesi halinde, padişahın kararıyla iptali de söz konusudur.
Belli oranda bir gümrük vergisine bağlı değildir. Öyle ki Fatih; % 2 olan gümrük vergisini, önce % 4’e, sonra % 5’e çıkardı. Bu konuda bir güçlük ile de karşılaşmadı. Ancak genelde kapitülasyon antlaşmasına bağlı kaldı.
Osmanlı Harici Gümrük Sistemi’nde (Dış gümrükler)öne çıkan sahil gümrükleridir. Ancak; Tuna-Boğazlar-Karadeniz, Fatih’in Trabzon Rum Devleti’ne son vermesinden, XVIII. yüzyıla kadar dâhili gümrük sistemi içinde kaldı, yapılan her kapitülasyon antlaşmasının dışında tutuldu.
Karadeniz’de; sadece Osmanlı gemilerine deniz taşımacılığı yapma hakkı tanındı, yabancı ticaret gemilerinin Karadeniz’e girişi yasaklandı. Bu; ipek yolunu denizden karaya taşıdı, Anadolu’yu geçiş hattı yaptı. Neticede Osmanlı tüccarları zenginleşirken, Venedik-Cenova-Floransa gibi İtalyan ticaret şehirleri bir çöküş yaşadı.
Gümrük resmi tarifeleri; ithalatçının statüsüne, malın cinsine ve-bölgeye göre değişiyordu. Ayrıca mal getiren gemiden, büyüklüğüne ve kısmen de olsa boşalttığı yükün cinsine göre “Rüsumat-ı İhtisabiye” denilen bir liman resmi alınıyordu.
Verginin toplanması, İltizam ve Emanet Usulü ile oldu. XIX. Yüzyılda, tamamen Emanet Usulüne geçildi. İltizamın kötüye kullanılması ise bunun nedenidir.
Kapitülasyonlar; XVII. yüzyılda bağlayıcı, sürekli genişleyen, sadece yabancılara fayda sağlayan bir araca dönüştü.
XVIII. Yüzyılda; yabancılara, dış baskılarla “bu da olmaz” diyeceğimiz imtiyazlar verildi. Osmanlı’da; yabancı veya azınlık olmak, Müslüman- Türk olmaktan avantajlı hale geldi.
Osmanlı tabiiyetinde bulunmayı getirisi ve güvenliği bakımından karlı görmeyen yerli tüccar, kapitülasyonların getirdiği avantajdan istifade etmek için tabiiyet değiştirdi, Fransız-İngiliz veya Rus tabiiyetine girdi. Kapitülasyonların gayrimüslim tebaayı kapsayan şekilde genişletilmesi ise suistimali uç noktaya taşıdı.
Bir de; Osmanlı’da kapitülasyon nedeniyle dış gümrük vergileri sabit kalırken, Batı ülkelerinde ekonomiyi koruyan tedbirler ile sürekli artış gösterdi. Bu; Osmanlı’yı rekabetten yoksun kıldı, hammadde ihraç edip mamul ithal eden bir devlet yaptı.
II. Mahmut; milli ekonomiyi korumak ve Müslim tüccara rekabet gücü kazandırmak için, dış ticarette bir dizi tedbire başvurdu.
Yabancıların; ülkeye soktuğu malları, “Yed-i vahit” denilen tekellere satması zorunlu hale getirildi.
Hububat, pamuk, ipek, yün gibi önem arz eden ve imalat için gerekli hammaddelerin ihracı izne bağlandı, fiyatına narh kondu, ihracatında “Yed-i vahit” denilen tekeller aracı kılındı.
Merkezi hükümetin yanı sıra Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa; Mısır hazinesini güçlendirmek için, bazı ürünlerin ihracını yasakladı, narh koydu, ithalat-ihracat tekeli oluşturdu, yabancıların deniz taşımacılığı hakkını iptal etti.
II. Mahmut’un, 1838’de İngiltere ile yaptığı Baltalimanı Antlaşması ise; III. Selim’den o güne kadar, milli ekonomiyi korumak için alınan tüm tedbirleri ortadan kaldırdı. Yani II. Mahmut; hem milli ekonomiyi koruyan tedbirleri alan, hem de kaldıran kişi oldu.
Para Sistemi
İlk yerli para, Orhan Bey’in 1326’da bastırdığı akçedir. “Sultani” adı verilen altın sikke ise 1478’de basıldı. Haliyle bu tarihe kadar, yabancı devletlerin altın parası kullanıldı.
Kullanılan paralar; altın, gümüş, bakır gibi değerli madenlere dayalı sikkelerdir. XIX. Yüzyılda ise kâğıt paraya geçildi.
Günlük kullanımda; “mangır” denilen bakır paralar ağırlığı oluşturur iken, büyük hacimli işlemler-dış ticaret ve tasarrufta ise yerli-yabancı altın paralar kullanıldı.
Osmanlı para sisteminde; biri yabancı paraların kullanım serbestliği, diğeri tağşiş olmak üzere iki konu öne çıkar.
Osmanlı’da, yabancı paraların kullanımı serbesttir.
Tağşiş; tedavülde olan paranın piyasadan toplanması, madeni değeri azaltılarak tekrar piyasaya sürülmesi işlemidir. Bu; devletin, bir çeşit gelir yaratma yöntemidir. Zira devlet; madeni değeri azaltılan sikkeler karşılığında daha fazla sikke basmakta, tedavülden kalkan ve tedavüle giren sikkeler için halktan ücret talep etmektedir.
Osmanlı’da; önceleri geçici bütçe açığını kapamada başvurulan bu yöntem, daha sonrasında sürekli hale geldi. Bu; enflasyon, yeniçeri ayaklanmasıyla başlayan, kalpazanlık-yabancı paraya yönelişe varan bir süreci doğurdu. Haliyle tağşiş devlet için bir gelir kaynağı olmaktan çıktı.
Maliye ve Para Politikası
Osmanlı’da; denk bütçe, bütçe açığının vergi yoluyla kapatılması bir ilke olarak kabul edildi.
Merkezi bütçenin XVI. yüzyıldaki en önemli gelir kalemleri; ganimet, cizye, maden-ticaret-gümrüklerin konu olduğu mukataa gelirleri idi. Dikkati çeken bir şey degelirin % 80’ini aşan kısmının Rumeli ile ilgili olmasıydı.
Önemli bütçe açığıyla karşılaşılmadı, yıllık fiyat artışı % 1-1,5 oranında seyretti. Bunda; devlet, lonca ve vakıfların önemli bir rolü vardır. Fiyat kontrol sistemi, kar marşının % 10 ile sınırlandırılması, vakıfların kirayı düşük tutması ise bu sonucu doğurdu.
XVI. Yüzyılın sonunda; XVII. yüzyılın ortasına kadar devam eden, bir enflasyon yaşandı. Amerika menşeli altın-gümüşün ülkeye girişi ile ortaya çıkan para bolluğu ve mal talebi, bunun nedenidir. Yabancı paraların kullanımının serbest olması ise alınan tedbirleri boşa çıkardı, fiyatlar 5 katı arttı.
XVII. yüzyılın ortasından itibaren, bütçe açığı bir sorun haline geldi. Kaybedilen savaşlar ise bunun nedenidir. 1683’te; “İmdad-ı seferiye” adı altında, ilk iç borçlanmaya başvuruldu. İç borçlanma, 1775’ten itibaren de “Esham” uygulaması ile sürekli hale geldi.
XVIII. Yüzyıl; kaybedilen savaşlar ve ödenen tazminatlar sonucu bütçe giderlerinin arttığı, gelirlerinin ise önemli düşüş gösterdiği dönem oldu.
Tarım; kıtlık, vergi artışı, toprak yönetiminin bozulması ile önemli bir vergi kaynağı olmaktan çıktı.
Dış baskılar ile kapitülasyonların artması-genişlemesi, üretim-ticarete darbe vurdu, mukataa gelirleri hızla düştü.
Bir de; buna, kaybedilen savaşlar-tazminatlar ilave oldu.
Bütçe açığını kapamada bir gelir kaynağı olarak başvurulan tağşiş yerli paradan kaçışı, yabancı paraya yönelişi getirdi.
İç borçlanma senetlerinin devrine getirilen vergilendirme, bunu cazip olmaktan çıkardı. Bununla birlikte; bütçe açığı, para vakıfları ve arka planda sarrafların yer aldığı mültezimlere olan borçlanma ile finanse edildi.
II. Mahmut; merkezi mali yönetimi güçlendirmek amacıyla, kalan tımar arazilerini hazineye mal etti, Evkaf Müdürlüğü’nü kurarak dini vakıfların gelirine el koydu, başta şeyhülislam olmak üzere din görevlilerini maaşa bağladı.
III. Selim ve II. Mahmut döneminde; milli ekonomiyi korumak ve mali kayıpları gidermek maksadıyla alınan tedbirler, maliyeye biraz da olsa rahatlama sağladı.
1838’de İngiltere ile yapılan Baltalimanı Serbest Ticaret Antlaşması ise milli ekonomiyi koruyan ve mali kayıpları gideren tüm tedbirleri ortadan kaldırdı.
Milli ekonomiyi koruyan tedbirlerin kalkması; Osmanlı’nın açık pazar konumuna gelmesini, üretimin temel hammaddelerden yoksun kalmasını, dokuma imalat sektörünün çökmesini, ihracatın zorlaşmasına karşılık ithalatın kolaylaşmasını, hammadde ihraç edip mamul mallar ithal etmesini, gümrüğün önemli vergi kaynağı olmaktan çıkmasını, bütçe açığını kapamada “Galata Bankerleri” denilen sarraflara bağlı hale gelmesini getirdi.
Loranda Tubini, Korpu, Baltazzi, Stefanoviç, Shilizzi, Negroponte, Coronio, Alberti (Levanten); Kamondo, Fernandez (Yahudi); Ogenidi, Zafiropulo, Mavrogordato, Zarifi, Lasto (Rum); Köçeoğlu, Mısıroğlu, Irganyan, Uzun Artinoğlu, Gelgeloğlu, Bogos, Tıngıroğlu, Cezairoğlu Mıgırdıç (Ermeni) gibi bankerler; bu döneme damga vurdu.
İç borçlanma; bankerlerin, Osmanlı maliyesine el atmasını getirdi.
1842’de; Irganyan, Uzun Artinoğlu, Gelgeloğlu, Bogos, Tıngıroğlu gibi dönemin tanınmış sarrafları Anadolu ve Rumeli kumpanyalarını kurdu, devlet varidatını toplayıp devlet adına ödemede bulundu. Gümrük geliri, yıllarca Cezairoğlu Mıgırdıç adında bir sarrafa iltizam edildi.
1844’te; para biriminin değerini korumak için, altın-gümüşe dayalı lira- kuruş-para uygulamasına geçildi. Zira para değerinin düşüşüyle yaşanan enflasyon, borçlanma ve ticareti zora soktu. Uygulamada, devlet bankası görevini üstlenecek bir bankaya ihtiyaç duyuldu. Galata bankerlerinden Alleon ve Baltazzi tarafından kurulan, Bank de Constantinople (Bank-ı Dersaadet) adlı bankaya destek verildi.
Banka’nın, önemli bir sermayesi yoktu. Gücü, ortaklarının ticari itibarına dayanıyordu. Haliyle dış ticaret dışında fayda sağlamadı, devletin borcunu ötelemesi ve paranın değer kaybetmesi ile 1854’te faaliyetine son verdi.
1844’e kadar, önemli bir cari açık yoktu. İthalat patlaması, bütçe açığının yanı sıra cari açık sorununu doğurdu. Bu da dış borçlanmayı gerekli kıldı.
İlk dış borçlanma, Palmer-İngiliz ve Goldschmid-Fransız isimli iki şirketten temin edilen kredi ile oldu.
Tutarı 5.000.000 altın lira, vadesi 15 yıl olan bu kredi için; teminat olarak, 300.000 liralık (yıllık) Mısır vilayeti cizye vergisi temlik edildi.
1855’te, 5.000.000 sterlin tutarında ikinci bir dış borçlanmaya başvuruldu. Bu sefer, İzmir ve Suriye gümrük vergileri temlik edildi.
İç piyasa sermaye çevrelerine verilen güvence ile Esham-ı Cedide (tahvil) ve Tahvilat-ı Mümtaze (hazine bonosu) ihracıyla, iç borçlanmaya gidildi.
1858’de; iç borçlar 18.000.000 altın liraya kadar yükseldi, borç ödemesinde zorluk yaşandı. Bunun dış sermaye piyasalarında tedirginliğe yol açmaması için, İngiltere hükümetinden mali destek istendi. Ancak; mali destek yerine, tavsiye geldi.
İngiltere hükümeti; Osmanlı’dan toprak satışına gitmesini, gayrimenkul karşılığı borçlanmasını, vakıfları tasfiye etmesini, uluslararası mali denetimi kabul etmesini istedi.
Osmanlı; toprak bütünlüğü için bir tehdit olarak gördüğü bu isteği hiç düşünmeden reddetti, mali krizi Fransız sermaye piyasasından sağladığı krediler ile atlattı.
Osmanlı dış ticaretinde başat konumda olan İngiltere; 1856’da çıkarını korumak, Osmanlı para-sermaye piyasasına hükmetmek için bir bankanın kuruluşunu kararlaştırdı. Buna, Fransa’da katıldı. Böyle bir amaçla kurulan Bank-ı Osmani-yi Şahane (Osmanlı Bankası), 1863’te faaliyete geçti.
Osmanlı Bankası ticari bir banka olmakla birlikte, 30 yıl süre için Osmanlı kâğıt para ihracı imtiyazını aldı, devlet bankası görevini üstlendi. 1863’te; istenildiğinde altına çevrilmek üzere, Maliye Nezareti ve kendi mühürlerini taşıyan banknotları tedavüle çıkardı.
Banka’nın; önemli bir konuma gelmesi, çıkarı zedelenenGalata bankerleri tarafından hoş karşılanmadı.
Banka; dış ticaret ve borç taksitlerini ödemede sorun yaşayan Osmanlı’yı, bir süre için de olsa rahatlattı.
1863’te; gelir-giderleri ayrıntılı olarak gösteren, ilk bütçe uygulamasına geçildi.
1874’e gelindiğinde; 20 yıl içinde, 15 dış borçlanmaya başvuruldu. 239 milyon liralık borçlanmaya karşılık, 127 milyon liralık kaynak sağlandı. Fark ise faiz-komisyon ve masraf kesintisinden kaynaklandı.
1875 bütçesi; 25 milyon liralık gelire karşılık, 30 milyon liralık iç-dış borç taksit ödemesini içeriyordu. Sadece; bunun için, 5 milyon liralık ilave bir kaynağa ihtiyaç vardı. Yeni borç almak yerine, borç taksitlerinin yarısının ödenmesi düşünüldü.
6 Ekim 1875’te yayınlanan Ramazan Kararnamesi ile borç taksitlerinin yarısının 5, kalanının ise 10 yılda ödeneceği ilan edildi.
Hükümet bu taahhüdüne rağmen 1876 borç taksitini ödeyemedi, bundan sonraki borç ödemelerini de askıya aldı. Bu; iç ve dış sermaye piyasalarını derinden sarstı, banka iflasları ile intiharlar vuku buldu.
Osmanlı Ekonomik Sistemi ve Merkantilizm
Merkantilizm; din-siyaset ayrımını savunan, akılcı ilkeler ortaya koyan, milli ekonomiyi koruyan tedbirleri öngören, imalat-ticareti teşvik eden, küresel ticaret-rekabete önem veren, dış fazlayı hedefleyen, devletin gücünü sahip olduğu altın-gümüşe bağlayan bir düşünce akımıdır.
Sömürgecilik-kolonileşme, korumacılık, üretimde imalatın üstünlüğü, dış ticaret, milli ekonomik birlik-beraberlik ise temel ilkeleridir.
Feodalizmin hüküm sürdüğü Avrupa’da; 1400’de ortaya çıkan bu düşünce akımı; 1700’lü yıllara kadar önemini sürdürdü, feodal devletten merkezi devlete geçişi sağladı, milli devletlerin temelini attı.
Osmanlı ekonomik sisteminin Merkantilizm İle karşılaştırılmasını; nüfus, istihdam, ücret, üretim, vergi, fiyat, para ve dış ticaret ile ilgili politikalar açısından yapmanın doğru olacağını düşünüyorum.
a-) Nüfus Politikası
Merkantilizmde; daha fazla nüfus, “daha fazla üretim, daha ucuz işgücü, daha fazla gelir, daha fazla asker” demektir. Bu nedenle nüfus artışı teşvik edildi, gerektiğinde dışa göç engellendi.
Osmanlı’da; nüfus hareketi ile ilgili bir planlama olsa da, nüfus artışı teşviki yoktur.
b-) İstihdam Politikası
İstihdam artışı;Merkantilizmdezorlayıcı, Osmanlı’da ise serbesttir.
c-) Ücret Politikası
Merkantilizmde; düşük ücret,“düşük maliyet, dış rekabet” demektir. Bu nedenle; nüfus ne olursa olsun, ücretler zorunlu olarak düşük bir seviyede tutuldu.
Osmanlı’da; ücretler,Devlet ve Loncalar tarafından belirlendi-denetlendi. Haliyle belirlenen ücretlerin altında, bir kişinin çalıştırılması yasal değildir.
ç-) Üretim Politikası
Merkantilizmde, yerli üretim korundu ve teşvik edildi.
Öncelikle ülkedeki doğal kaynakların, yoksa sömürge-kolonilerden getirilen hammaddelerin kullanımı zorunlu kılındı.
Müteşebbisler; istihdam artışına zorlandı, dışardan ucuz işgücü transferine gidildi.
Devlet himaye ve teşvikinde şirketler kuruldu, bunların birbiri ile rekabeti engellendi.
Yani devlet kontrolü ve teşvikinde, tekelci şirketlerin aktif rol aldığı bir üretim sektörü inşa edildi.
Osmanlı’da; üretimde esas olan, devletin-halkın ihtiyaç duyduğu malların karşılanmasıdır. Haliyle arz talep dengesidir. Zira kıtlık bir tehdit, bolluk ise israf olarak değerlendirildi.
Yani Osmanlı’da devlet üretim ile değil, daha ziyade paylaşım-dağıtım-tüketim ile ilgilendi.
d-) Vergi Politikası
Merkantilizmde;vergi sistemi biri üretimi artırmak, diğeri vergiyi geniş tabana yaymak olmak üzere iki esasa dayanır. En önemli vergi kaynağı, ücret ve tüketimdir. İmalatta ise düşük tutuldu.
Osmanlı’da; vergide esas olan, ihtiyaç duyulan verginin toplanmasıdır. XVI Yüzyılda; en önemli gelir kaynağı, ganimet-cizye-tarımdır. Vergi artışında ilk düşünülen ise tarım oldu.
e-) Fiyat Politikası;
Merkantilizmde; düşük fiyat amaç, fiyat kontrolü araçtır.
Osmanlı’da; düşük fiyat amaç, fiyat kontrolü araçtır. Devletin koyduğu narh ile Kadı denetimine tabi Lonca Yönetiminin sorumlu olduğu, ayrıca esnafın Yeniçeri tarafından denetlendiği bir fiyat kontrol mekanizması vardır.
f-) Para Politikası
Merkantilizmde; para arzındaki artış, dış fazlaya bağlıdır. Bu nedenle bir zenginlik olarak kabul edilir. Amerika menşeli altın-gümüşün ülkeye girişi ile yaşanan para bolluğu-enflasyonun; üretim ve ticaretin artışına, faizin düşüşüne yol açtığını savunur.
Osmanlı’da; para arzı, serbesttir. Esas olan, fiyat istikrarını bozmamaktır. Nitekim; XVI. yüzyılın sonuna kadar, yıllık fiyat artışı %1-1,5’yi geçmedi.
Son dönem hariç; biri XVI. yüzyılın sonunda, diğeri XVIII. yüzyıl sonlarında olmak üzere iki hızlı enflasyon dönemi yaşandı. Birincisi; Amerika menşeli altın-gümüşün ülkeye girişinin yarattığı para bolluğu, ikincisi ise tağşişlerle ilgilidir.
g-) Dış Ticaret Politikası
Merkantilizmin en ayırt edici özelliği dış ticaret politikasıdır.
Üretimde öncelikle ülkede bol bulunan tabii kaynaklara başvurmak, ham madde tedarikinde sömürge-koloni oluşturmak ve yabancı ülkede imtiyaz sahibi olmak, üretimi düşük maliyetle gerçekleştirmek, ithal edilen mamul malları en yüksek gümrük vergisiyle vergilendirmek, devletin teşvik ve direkt ya da dolaylı kontrolünde üretim-ticaret-deniz taşımacılığında aktif rol alacak şirketleri kurmak, küresel ticarette rekabetçi-hâkim konuma gelmek, imtiyazlarla yabancı ülkelerin ekonomisini kontrol altına almak, dış fazla ile devletin altın-gümüş varlığını artırmak; bu politikanın temel ilkeleridir.
Osmanlı’nın dış ticaret politikasında; Merkantilizmde olduğu gibi, devlet kontrol-teşvikinde küresel ticarette rekabet edecek şirketler kurma, üretim ve ticareti bunun paralelinde geliştirme, ticaret filosu oluşturma, sömürge-kolonilere sahip olma vb bir hedef yoktur.
Üretimde; ülke ihtiyacının karşılanması, kıtlığın yaşanmaması esas kabul edildi. Dış ticarette, kapitülasyon denilen bir mekanizmadan istifade etti. Kapitülasyonlar; askeri üstünlüğünde fayda sağlarken, askeri üstünlüğünü kaybetmesiyle aleyhine işleyen bir mekanizmaya dönüştü.
Yorum
Yeni ticaret yollarının keşfiyle ortaya çıkan küresel ticaret ve rekabetin önemini kavrayamadı, mevcut ekonomik sistemini sürdürmekte ısrarcı oldu, ekonomide yeniden bir yapılanmaya gidemedi.
Osmanlı ekonomik sistemi; Batı’nın Merkantilizmine oranla daha serbest bir özelliktedir. Bu; Osmanlı’nın yumuşak karnı oldu, askeri üstünlüğünü kaybetmesiyle Batı’nın suistimalini uç noktaya taşıdı, ekonomik gerileme arkasından mali iflasını getirdi.
Karl Marks’a Göre Osmanlı’nın Geri Kalışı
Karl Marks; Osmanlı’nın geri kalışını, Asya tipi üretim tarzına bağlar.
Marks’a göre; Osmanlı’da, Avrupa’dan farklı Çin-Hindistan’a benzer bir üretim ilişkisi ve örgütlenme şekli vardır.
Feodalizmin olduğu Avrupa’da; feodal beyler kralın yetkisini paylaşan, bulunduğu bölgenin yönetiminden sorumlu, toprak mülkiyetine sahip, bunu miras yoluyla varis-varislerine devreden bir özelliğe sahiptir. Bu; onların sermaye birikimine sahip olmasını sağlarken, kapitalizme giden süreci başlattı.
Oysaki Osmanlı’da, Avrupa’daki feodal yapıdan farklı bir yapı vardır. Devlet kutsal bir özellik taşır. Toprağın mülkiyeti devlete aittir, köylünün sadece toprağı kullanma hakkı vardır. Bu; despot yönetimin artı değere el koymasını sağlarken, köylüyü sermaye birikiminden yoksun kıldı. Bunun için de; Osmanlı’da, kapitalizme giden bir süreç yaşanmadı.Karl Marks’ın; “Asya Tipi Üretim Tarzı” teorisi, Marksist çevrelerde en çok tartışılan bir konu oldu, 1930’da SSCB’de reddedildi-yasaklandı.