
D A Ğ, K A R
V E
Ö T E S İ
Yoksulluk günah değildir.
HERBERT
Kar bir daha, bir daha savruldu önümüzde. Otobüsün ön camında gidip gelen silecek, cama yapışan karları iki yana itmeğe çalışıyordu. Ne yoldu be! Bu ne biçim yoldu! Ne biçim havaydı! Tanrı’nın insanlarına ceza vermek için bütün hıncıyla, bütün kızgınlığıyla rüzgârına, karına emir verdiği sanılabilirdi. Otobüsün tekerleklerindeki zincirler rüzgârın sesiyle karışarak bir haykırışa, bir iç çekişe, ağlayışa benzeyen gürültüler çıkarıyordu. Korku vardı otobüsün içindekilerde. Gözleri ileride bir yere çakılı, paltolarına sımsıkı sarınmış, bir şey, bilmedikleri, sezemedikleri bir şey bekliyor gibiydiler. Değişen her sese kulak veriyorlardı. Sanki o değişik sesteydi bekledikleri, korktukları. Sanki ansızın, hiç ummadıkları bir anda, önlerinde savrulan karın içinden o şey çıkıverecek, onlara ummadıkları kötülükleri edecekti…
Bolu Dağı derlerdi buraya. Kışın buradan geçiş her zaman korku verirdi şoföre, yolculara. ‘’Şurayı geçsek vardık sayılır!’’ diye konuşurlardı çoğu kez. Öyle olurdu da. Orayı aşınca yolun nasıl geçtiği belli olmazdı. O korku sonrası rahatlığı, yolcuları neşelendirir; güler, konuşurlardı. Ama bu dağı geçmeliydi. Bu dağ kötüydü. Biliyorlardı; katildi de… Köroğlu da yaşamış buralarda. Ama kışın yaşadığını düşünmezlerdi Köroğlu’nun. Öyle adam kışın buralara gelir miydi? Böyle kışta kıyamette!..
Çam ağaçları beyaz beyazdır kışın. Sağ taraf metrelerce uçurumdur. Kişi;’’düşsem bile bir şey olmaz!’’ diye düşünebilir. Bembeyazdır her taraf. Bir döşek, bir ak döşek, yüzlerce metre uzayan iyi, insancıl bir döşek gibidir. Sol tarafta da vardır beyazlık. Ama o beyazlık korku verir insana. Tepeler, üzerinize kapanıverecek gibi yükselmiştir. Çam ağaçları sizleri tutmak istercesine dallarını otobüsünüze doğru uzatırlar. Tutup yok etmek istiyor sanırsınız. Sonra beyaz bir yol vardır önünüzde, sonra tekerlek izleri olan bir yol vardır arkanızda. Sonra, savrulan, camları kırmak isteyen bir rüzgâr, size doğru koşan, camları kapatan bir kar saldırısı vardır. Sonra, bitmeyen yol vardır, içinizde korku vardır, zincir şakırtıları, motor gürültüsü vardır. Kar yağışı biraz durunca beyazlıklar içinde bir kara lekeye benzeyen kendinizden utanırsınız. Ne pistir o beyazlıklar içinde bir leke, ne gereksizdir. Kar bunu bilir; sevmez sizi; gene atılmağa başlar üzerinize. Sizi yok etmek ister. Sol taraftaki çamlar size doğru uzatırlar dallarını. İnsanlar korkar, paltolarına daha çok sarınırlar. Bir ihtiyar dua mırıldanır morarmış dudaklarıyla, bir genç Tanrı’yı düşünür… Sessizdir otobüsün içi. Ölüdür diyebilirsiniz yolculara, ya da ölmeye hazır…
İnişe geçerken, sağ tarafta bir mezar vardır. Âşık Dertli derler bir saz şairinin mezarı. Deyişleri kitaplara geçmiştir. Ora halkı bir evliya sayarlar, kutlu kişi diye adak adarlar, kurbanlar keserler türbesinde. Şoförler, yolcular da severler Dertli’yi. Kurtuluşun ilk müjdecisi odur. İki yandan gelen her otobüs orada inişe geçer çünkü. Doruktur orası. Dertli’nin başı dumanlıdır, karlıdır. Yazsa, şoförler durarak bir Fatiha okurlar orada. Kışın inemezler arabadan. Üşürler inerlerse. Zaten mezara kadar da gidilmez kışın.
İniş başlayınca korku azalır. İnilir… İnilir… Soğuk biraz azalır, rüzgâr pek kızgın değildir artık. Aşağılarda köyler vardır. İnsanın olduğu yer az korkutur kişiyi. Bir köy görmek yaşamanın ta kendisidir. İhtiyar bir sigara çıkarır paketinden, genç çevresine bakar, karın yağışında güzellik görür, şoför;’’incecikten bir kar yağar’’ diye türkü mırıldanır, gaz pedalına daha hızlı basar…
***
Şoför, camı bir bezle sildi. İçerinin sıcaklığından buğulanmıştı önü. İleriye daha bir dikkatli baktı. Bir şeyleri görmek istiyordu belli ki. İyice baktı; esen karı delmek istiyor gibiydi gözleri. Birkaç karaltı vardı yolun kenarında. Bir davranış sezemedi ilkin. Kurt ya da ayı olabilirdi. Yaklaştıkça gölgeler belirdi, biçimlendi. İki kadın, bir erkek çıkmıştı karın içinden. Taş gibi, donmuş gibi duruyorlardı. Donmuşlardı belki. Yok canım, donsalar ayakta durabilirler miydi? Çekti gaz pedalından ayağını. Frene bastı. Durdu, giyimlerinden bura yerlisi oldukları anlaşılan üç kişinin önünde. Pencereyi biraz araladı. Buz gibi bir rüzgâr girdi içeriye. Soğuk, yüzünü yaktı sanki. Aldırmadı soğuğa. Baktı üç kişiye. Adamın arkasında duran biri genç, öteki yaşlıca iki kadının ellerinde, iki ucundan tuttukları bir beşik vardı. Renk renkti beşik. Her yanını kilimle sarmışlar, uçlarını belki de dikmişler, bağlamışlardı. Belli ki soğuktan korumak istiyorlardı içindekini…
-Hey baba, diye bağırdı şoför. Nereye gidiyorsunuz böyle? Donacaksınız!
Adam otobüse doğru yürüdü. Tedirgin ve korkuluydu. Yüzü mordu, anlamsızdı. Geldi, yaklaştı cama. Bir eliyle yolun uzayan beyazlığını gösterdi:
-Uzağa, dedi. Bizim çocuk sancılandı. Üç gündür bağırır. Kasabaya götürelim, dedik. Sabahleyin hava açıktı. Biz yola çıkınca kar bastırdı. Üşüdü karılar…
Kadınlara baktı şoför: Yaşlı olan çökmüştü yere. Başını beşiğin ucuna dayamıştı. Kar dolmuştu başına, sırtına. Gencinin de titrediği belli oluyordu. İki yana sallanıyordu o da.
-Kaç para verirsin, dedi şoför, sizi kasabaya götüreyim?
-Para mı, dedi adam. Para mı? Şey be oğlum, hiç para almamışım yanıma. Vallaha, ivediyle hiç para almamışım yanıma. Unutmuşum…
Şoför, adama baktı, kadınları süzdü birer birer. Soğuk yüzünü yakıyordu. Kar hızlanmıştı. Çabuk çabuk kapattı camı. Vites kolunu oynattı, gaza hırsla bastı. Tekerleklerdeki zincirler şakırdadı, rüzgâr çığlıklar attı, yoldaki kar bir daha, bir daha savruldu. Sileceğe baktım; bütün gücüyle, cama yapışan karları iki yana itelemek için çalışıyordu…
Edip Kemâl / Ahmet B.Karabacak
……………………………………………………………………………………
Zeren Dergisi Sayı:19 Şubat 1963