Safter TANIK
OSMANLI, NEDEN GERİ KALDI? -8-
“Yeni ticaret yollarının keşfiyle ticari gelirin düşüşü ve kaybedilen savaşlar, bütçe açığını doğurdu. Bütçe açığını; tarımdaki vergi artışı ve toprağa dayalı iç borçlanmayla kapaması, hem toprak yönetimini bozdu, hem de tarımda krizi getirdi.
Osmanlı’da; Para Vakıflarının sermaye ve finans alanında bir rolü varsa da, bankacılık hizmetleri görevi sarraflara (Galata Bankerleri) verilmiştir. Bunlar, bankacılık alanındaki boşluğu doldurdu. Ancak; devletin zayıflamasıyla Müslim girişimciye zarar veren, gayrimüslim girişimciye güç kazandıran, devlet aleyhine çalışan bir araç oldu.
Kapitülasyonlar; Osmanlı güçlü iken lehine, zayıflamasında ise aleyhine işleyen bir mekanizma oldu. XVIII. Yüzyılda yabancılara verilen imtiyazların genişlemesi ve artışı; milli ekonomiyi rekabetten yoksun kıldı, üretim ve ticarete darbe vurdu, ihracatı zorlaştırırken ithalatı kolaylaştırdı, Osmanlı’yı hammadde ihraç edip mamul mal ithal eden bir devlet yaptı.”.
Ekonomik ve Mali Yapı
Osmanlı; tarım temelinde, insan merkezli-sistem odaklı, plan-program ve daha ziyade dolaylı kontrole dayalı, devletin askeri alan dışında iktisadi teşebbüsü olmadığı, organizatör rolü üstlendiği, yerli-yabancı paranın serbestçe kullanıldığı, sermaye-bankacılıkta Para Vakıfları-Sarrafların yer aldığı, alt yapı yatırımı Vakıflara bırakan, tarım-imalat-ticareti Tımar-Lonca Sistemi’nde gerçekleştiren, dış ticarette uluslararası alanda hâkim konumda olan yabancı devletlerin kurulu sisteminden istifade eden, kapitülasyonlara karşı esnaf-zanaatkâr-tüccara Lonca-Dâhili Gümrük Sistemi ile koruma sağlayan, üretim-tüketimde kendi kendine yeten, kimsenin aç-açıkta kalmadığı toplumu hedefleyen, bütçe açığını vergiyle kapamayı ilke edinen bir ekonomik sistem inşa etti.
Sistem; XVII. yüzyıla kadar refahı getirirken, bundan sonra gerilemeyi getirdi. Bu da; “300 yıl gelişmeyi getiren bu sistem, daha sonra neden gerilemeyi getirdi” diye bir soruyu akla getiriyor. Yazım, bunun analiz ve yorumu hakkındadır.
Sistemin Temel İlkeleri
Osmanlı, ekonomik sistemin inşasında; çağı, tebaası haline gelen halkların yetenek ve iş potansiyeli ile kurulu sistemini dikkate aldı, düşünce sistemi kalıbında her birinden istifade etti.
Toplumun ülke hatta şehir-kasaba ölçüsünde ihtiyacını karşılamayı, üretimde kendi kendine yeterli olmayı, dengeli üretim ve tüketimi, adil gelir dağılımını, vergi yoluyla bütçe açığını kapamayı temel ilke olarak kabul etti.
Yani toplumun ihtiyaçlarını azami ölçüde karşılamak, fiyat istikrarı, paylaşım, vergi geliri artışı sistemin temel ilkeleridir.
Bu iktisadi düşüncenin, bir de sosyal tarafı vardır.
Osmanlı; devlet-kurum-çıkarını kişisel çıkardan üstün tutan, kurum-devlete aidiyet-bağlılık gösteren, kolektif-yardımlaşma içinde hareket eden, kanaat-erdem-ahlaki değerlere önem veren, kimsenin aç-açıkta kalmadığı, rahat-güven içinde olduğu, aşrı gelir dağılımının olmadığı bir toplumu hedefledi.
Yorum
Toplumun ihtiyaçlarını azami ölçüde karşılama ilkesi; ithalatın yolunu açtı, cari açık problemini doğurdu.
Dengeli üretim-tüketim planlaması, üretim artışını engelledi. Öyle ki kıtlıktan korkulurken, bolluk; fiyat-ücret dengesini bozduğu gerekçesi ile israf olarak değerlendirildi.
Sistemde; devletin üretim-ticaret teşviki, gelir artışıyla vergi gelirini artırma yoktur. Esas olan, ihtiyaç duyulan verginin toplanmasıdır. Bu; üretim ve ticaretin gelişmesini engelledi, sıkıntılı dönemlerde halkın vergi yükü altında ezilmesine, birikimini kaybetmesi ve fakirleşmesine neden oldu.
Aşırı zenginleşme; hoş karşılanmadı, iktidar için tehdit olarak görüldü. Bu da sermaye sınıfının ortaya çıkışını engelledi.
Tarım Temelinde
Osmanlı’da; nüfusun, % 90’ı kırsal kesimde yaşıyordu. Toprak; hem köylünün, hem de idari-askeri sınıfın büyük bir kısmının gelir kaynağı idi. Yani Osmanlı tarım toplumuydu, ekonomik sistem de bu temele dayalı olarak inşa edildi.
Toprak Mülkiyeti ve Tımar Sistemi
Osmanlı topraklarını, mülkiyet açısından; Miri Arazi (devlete ait), Mülk Arazi (özel kişilere ait), Vakıf (vakıflara ait) ve Mevat (tarıma elverişsiz, sahipsiz topraklar) şeklinde sınıflayabiliriz.
Bunun; % 90’ı, Miri Arazi (devlete ait) konumundadır. Yani toprakta; devlet mülkiyeti esas, özel mülkiyet ise istisnadır. İktidar için tehdit olarak görülen aristokrat ailelerin topraklarına el konarak da, imkân tanınmadı.
Miri arazide var olan yönetim şekli, Tımar Sistemi’dir.
Tımar Sistemi; yıllık gelirinin büyüklüğü ve tahsis edilen kişiye göre, en büyükten küçüğe “has-zeamet-tımar” denilen dirliklerden oluşur.
Tarımın temel birimi, reaya çiftliğidir. Çiftlik; bir ailenin, bir çift öküz ile işleyebileceği toprak parçasını ifade eder. Büyüklüğü de; toprağın verimine göre, 60-150 dönüm arasında değişir.
Çiftliği işletene ise çiftçi denir.
Çiftçi; toprağın mülkiyetine değil, kullanım hakkına sahiptir. Dirlik sahibi sipahiye, “resmi çift” diye isimlendirilen bir vergiyi ödemekle yükümlüdür. Toprağın üstündeki ev-bağ-ağaç-bahçeler ise çiftçinin özel mülkiyeti olarak kabul edilmiştir. Ancak; bunun için, kira olarak resmi zemin vergisi öder. Birden fazla çiftliği işletebilir, ancak her biri için resmi çift ödemesi gerekir.
Gayrimüslim çiftçiler; resmi çift yerine, “ispençe” diye isimlendirilen değişen oranda bir vergiyi ödemekle mükelleftir. Bu nedenle; Müslim çiftçiye göre, dezavantajlı bir konumdadır.
XVI Yüzyılda, bir milyonu aşan küçük hane tarım işletmesi vardı. Her ne kadar Özel Kişilere, Vakıflara, Saraya, Askere ait orta-büyük ölçüde tarım işletmeleri var ise de, bunun önemi ikinci derecedir. Bu nedenle Osmanlı’da tarımın, hane halkından oluşan küçük tarım işletmelerine dayandığını söyleyebiliriz.
Tarım Politikası
Osmanlı’da tarımın hem köylünün geçim, hem de idari-askeri sınıfın büyük kısmının gelir kaynağı olması; tarımı önem arz eden bir konu yaptı.
Tarımda; biri ülke ihtiyacının karşılanması, diğeri tarımsal faaliyetin sürekliği olmak üzere iki temel ilke benimsendi.
Zira kıtlık ve toprağın boş kalması, ekonomi ve maliyeyi tehdit eden en büyük tehlike olarak görüldü. Bu nedenle; dirlik yönetimi, tarımsal faaliyetin sürekliği, miras ve toprağın parçalanmaması hakkında temel kurallar kondu.
Tımar Beyi; dirlik sahibi, dirliğin işleyiş ve denetiminden sorumludur. Ayrıca verginin toplanması, asayiş, tımarlı sipahi yetiştirilmesi, tımarlı sipahiler ile sefere katılma gibi bir görevi vardır. Konumu itibariyle de bir devlet memurudur.
Çiftçi; sipahinin izni olmadan köyü terk edemez, aksi halde sipahi tarafından köye dönmesi zorlanır, çift bozan akçesi ile cezalandırılır.
Çiftçiye kullanım için tahsis edilen toprak; miras yoluyla bölünemez, mirasçılar sadece pay sahibi olur.
Özel mülkiyetteki toprakların da işlenmesi esastır. Üç yıl işlenmeyen topraklar, sipahi tarafından başka birine verilir.
Yorum
Tarımda kendi kendine yetme, tarımsal faaliyetin sürekliliği temel ilke olarak benimsendi ise de; üretim artışı-verimlilik ikinci planda kaldı.
Oysaki Avrupa’da; XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tarımda yeni üretim tekniklerine başvurulurken, Osmanlı köylüsü tarımsal faaliyeti geleneksel usullere göre sürdürmeye devam etti. Zira tarım; köylü için geçim, devlet için ise vergi konusu olmaktan öteye gitmedi.
Devletin ve köylünün tek korkusu, kuraklık-kıtlık ve açlıktı.
Köylünün; tek hedefi, tarlayı ekip-biçmek, vergiyi ödemekti. Geçimi sağlamak, onun için yeterliydi. Kanaatkâr bir özelliğe sahipti. Sınırlı mülkiyet de ona bu özelliği kazandırdı. Haliyle sermaye birikimi, yeni üretim tekniklerini denemek gibi bir hedefi olmadı.
Yönetim ve denetiminde olduğu Tımar Beyi; baskıcı-zulmeden değil, güvenliğini sağlayan bir devlet memuruydu. Kadı denetimine tabiydi. Bir de; köylünün, istek-şikâyetlerini daha üst bir makama iletme hakkı vardı.
Rahatlık ve güven ortamı ise; köylünün devlete aidiyet ve bağlılığını getirdi, devlet için mücadele his-heyecanını güçlendirdi.
Tımar Sistemi Feodalizmi Engelledi
Osmanlı’da; Tımar Sistemi, feodalizme engel teşkil etti. Zira Tımar Sistemi’nde toprak devlete, feodalizmde ise feodal beye aittir.
Feodal Bey; toprağın sahibi, köylü hür (işçi) ya da köledir. Gücüne göre askeri bir kuvvete sahiptir. Yargılama yetkisi vardır. Topladığı vergiyi, merkezi yönetimin gücüne göre aktarır.
Avrupa’da Feodal Beyler; Merkantilizm ile sermaye sınıfı içinde yer almaya başlarken, hür köylüler ise işçi konumuna geldi.
Vergi Toplamada İltizam Sistemi’ne Geçiş
İltizam Sistemi; yıllıklı eyaletlerde uygulanır iken, XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Tımar Sistemi’ne tabi eyaletlerde de uygulanmaya başlandı.
Nedeni ise merkezi kuvvetlerin güçlendirilmesinin istenmesidir. Zira savaşta ateşli silahların öne çıkması daha fazla merkezi kuvveti gerekli kıldı. Bu, “maaşlı asker, nakdi ödeme” demekti. Finans kaynağı olarak da; ilk akla gelen, tarım ürünlerinden alınan vergi oldu.
İltizam; devlet gelirinin bir bölümünün, ihale ile taahhüt edilen bedel karşılığında, bir kişiye devri ve toplanması usulüdür.
Sistemde; vergi kaynağı olan araziye mukataa, vergiyi toplayana da mültezim denir.
İltizam Sistemi uygulamasına gidilmesi; vergi artışı-nakdi girdi sağladı ise de, Tımar Sistemi’nin bozulması ve tımarlı sipahi sayısının hızla azalışını getirdi.
Öyle ki XVI. yüzyılın ortasında 166.200’e çıkan tımarlı sipahi sayısı, XVII. yüzyılda 6-7.000’e kadar düştü.
Köylünün Vergi Yükünün Artması
Tımar Sistemi’nde, reaya çiftlikleri; toprağa-haneye (Çiftlik Resmi), üretilen ürüne (Aşar/Öşür) ve zorunlu emeğe bağlı (Angarya) olmak üzere üç tür vergiyi ödemekle yükümlüydü. Bir de küçükbaş hayvanlar için alınan Ağnam Vergisi vardı.
Gayrimüslim çiftçiler de bu ve buna benzer vergileri ödemekteydi. Bir de askerden muaf tutulması nedeniyle Cizye ödemekle yükümlüydü.
Bunun dışında, olağanüstü hallerde alınan Avarız Vergisi vardı. Bu; bir defalık, geçici özellikteydi. Ancak; XVII. Yüzyıldan itibaren, sürekli hale geldi.
Toprağın ve Gelirinin İç Borçlanma Kaynağı Haline Gelmesi
Yeni ticaret yollarının keşfiyle ticari gelirin düşüşü, kaybedilen savaş-tazminatlar ciddi bütçe açığını doğurdu.
Osmanlı; ilk olarak, 1683’te iç borçlanmaya (İmdad-ı Seferiye) başvurdu. . Bu; 1775’ten itibaren, “Esham” uygulaması ile sürekli hale geldi.
Devlet; mukataa arazileri birçok paya bölerek, arazi ya da gelirini, peşin ödenen bir bedel karşılığında geçici olarak kişilere devretti. Kira süresi ise kişinin ömrü ile sınırlıydı.
Arazi ya da gelirinin kişinin ölümü ile devlete devri, bunun tekrar kiraya verilmesi ile de yeni gelir kaynağı yaratılması düşünüldü. Kişinin ömrünün uzun olması, başka kişiye devrinin engellenememesi ise düşünülen faydayı sağlamadı. Bununla birlikte; Osmanlı, bütçe açığını uzun süre bu tür bir iç borçlanma ile kapadı.
Mültezimlerin Kar Hırsı ve Haksız Kazanç Sağlama
İltizamın verilmesinde, önceleri seçici davranıldı. İltizamlar, beylerbeyi- sancakbeyi gibi askeri-idarecilere verildi. Daha sonra ise; yüksek getiri sağladığı gerekçesiyle, bölgenin önde gelen kişilerine verilmeye başlandı.
Mültezimlerin; açık artırmaya çıkarılan mukataa hakkındaki teklifi, karı içeren bir tahmine dayanıyordu.
Hazine; teklif verenler içinden, en yüksek teklifi verene, 1-3 yıllık dönem için, o mukataadaki vergilendirme hakkını devrederdi.
Buna karşılık; mültezimden, senet-kefil istenirdi. Sorumluluğunu yerine getiremeyenin ise malları müsadere edilirdi. Bu mültezimler için bir riskti. Bu da mültezimlerin köylü üzerindeki baskıyı ve bir çözüm şeklini getirdi. Öyle ki mültezimler, ihaleyi bir bedel karşılığında alt yüklenicilere devretti.
Merkez-taşra teşkilatının zayıflaması ise; mültezimler üzerindeki kontrolün kaybolmasına, mültezimlerin kar hırsı ile de haksız kazanç sağlamasına yol açtı.
Tarım Krizi
Osmanlı topraklarında özellikle Anadolu’da dönemsel olarak yaşanan kuraklık-kıtlık, toprak yönetiminin bozulması, mültezimlerin kar ve haksız kazanç için başvurduğu baskı, isyanlarla ortaya çıkan asayişsizlik; reaya çiftçisinin aç kalmasını, özel mülkiyetteki çiftçinin birikimini kaybetmesini, köylünün köyü-toprağı terk etmesini, haliyle tarımda bir krizi getirdi.
Mütegallibe Sınıfın Ortaya Çıkışı
Boşalan topraklara, bölgenin önde gelen kişileri el koydu. Böylece geniş toprakları kontrolü altına alan, tarımda üretim ve verim ile ilgisi olmayan, adına “Mültezim, Eşraf, Ayan” denilen, başına buyruk-zorba (mütegallibe) bir sınıf ortaya çıktı.
Vakıf Sistemi
Osmanlı’da;devlet, askeri alan dışında ekonomide aktif bir rol almadı. Organizatör bir rolü üstlendi. Tasarruf-yatırım ve alt yapıda ise “Vakıf Sistemi” denilen bir sistemi inşa etti.
Osmanlı’da; vakıflar, hem sermaye-finans mekanizması, hem de alt yapı yatırım aracıdır.
Vakıflar; kamu yararı esas olmak üzere, belli bir amaç için kurulan özerk kuruluşlardır. Ancak; kadıların denetimine tabidir, haliyle amacına aykırı faaliyet gösteren feshedilir.
Kurucusu; genelde saraylı, askeri-idareci sınıftan gelen kişiler olsa da Reaya tarafından kurulan vakıflar da vardır.
Osmanlı’da; vakıfların, sermaye-finans eğitim-sağlık-bayındırlık-ulaşım-diyanet ve sosyal güvenlik gibi geniş bir faaliyet alanı vardır.
Vakıflar; sadece tasarruf-yatırım aracı olmadı, eğitim-sağlık-bayındırlık-ulaşım-diyanet ve sosyal güvenlik alanındayapığı harcama-yatırımlar ile Osmanlı merkezi bütçesini (bugünkü Türkiye bütçesinin % 20-25’ine denk gelen) büyük bir yükten kurtardı. Ayrıca tarım-imalat-ticaret alanındaki iktisadi işletmeleri ile de istihdama katkı sağladı.
XVIII. Yüzyılda; çeşitli amaçlarla, ülkenin farklı yerlerinde kurulmuş 20.000’i aşkın vakıf vardı. Gelirdeki payı ise % 15-20’ i buluyordu.
Vakıflar içinde öne çıkan ise para vakıflarıdır.
Para Vakıfları
Osmanlı’da sermaye ve finans aracından biri para vakıflarıdır. Hayır amaçlı olmakla birlikte, “bir tür faizsiz bankacılık hizmetini üstlendi de” diyebiliriz.
Para Vakfı; vakfedileninkısmen ya da tamamen nakit olduğu, bunun çeşitli şekilde işletilerek nemalandırıldığı, ihtiyaç sahibine kredi olanağı sağlayan, geliri vakıf amacında belirtilen hizmetlerde kullanılan bir vakıftır.
Para Vakıflarının, II. Murat dönemine giden bir geçmişi vardır. 1423’te kurulan Hacı Muslihiddin bin Halil Vakfı da ilk kurulan para vakfıdır. Öne çıkması ve sistemleşmesi ise Fatih döneminde oldu.
Tasarrufun değerlendirilmesi, girişimciye kredi sağlanması, gelirinin hayır işlerinde kullanılması düşüncesi; kuruluşunun nedenidir. Ancak; kurulması ve yaygınlaşması, “faiz eksenli” tartışma ile sıkıntılı oldu.
Kanuni döneminde; Şeyhülislam Ebussuud Efendi ve Sofyalı Bali Efendi’nin caiz fetvasıyla, önemli bir gelişme yaşadı.
1582-1587 döneminde; Şeyhülislam Çivizade Hacı Mehmet Efendi’nin caiz olmadığı fetvasıyla, faaliyeti sekteye uğradı. Bunda, Selefi Ekolün temsilcisi Kadızadeliler Hareketinin de etkisi vardı.
Vakıfta toplanan paranın işletilmesinde; karz-ı hasen, bidaa, mudaraba, muamele-i şeriyye, akara tebdil, bey ve istiglal gibi yöntemlere başvuruldu.
Karz-ı Hasen, bir çeşit faizsiz kredidir. Teminatı, güvenilir kefil ya da rehindir. Borçlu; vadesi gelen borcu, ek bir bedel ödemeksizin öder. Teşvik edildi ise de uygulaması istisnaidir.
Mudaraba; bir tarafınemeğini, diğer tarafın sermayesini koyduğu, kar amaçlı emek-sermaye ortaklığıdır. Uygulaması, yaygındır.
Muamele-i Şeriyye, “kanuna uygun işlem” demek.Sözde bir malın cari fiyatı dikkate alınarak peşin alıp, vadeli satışıdır. Yıllık kar oranı, devletin belirlediği sınırlamaya tabidir. Bu; en az % 7, genelde % 10, en çok % 15 oldu. Vadesi, 1-3 yıldır. Uygulamada, en çok başvurulan bir yöntemdir.
Bey; mal rehini ile borçlananın, vadesi gelen borcuödemesiyle bu malı geri almasıdır. Bu sürede; vakfın, bu maldan istifade etmesi söz konudur. Uygulaması, istisnaidir.
İstiglal; mal rehinikarşılığında olsa da, borçlanan vadesi gelen borcu % 10 fazlasıyla öder. Uygulaması, yaygındır.
Bidaa ve Akara Tebdil; hayır amacıyla işletilen, geliri özel bir amaç için kullanılan fonlardır.
Para Vakıflarının faaliyeti, sadece girişimciye kullandırılan krediler ile sınırlı değildir. Atıl kalan fonlar; gayrimenkul yatırımında kullanılarak kira geliri elde edildi, devlete ve sarraflara borç verildi.
Para Vakıflarında; vakfedilen paranın, geri çekilmesi söz konusu değildir. Gelir; vakfiyedeki amaca kullanıldıktan sonra, kalanı mütevelli heyetine maaş olarak ödenir.
Osmanlı’da XV. yüzyılda ortaya çıkan, bir tür bankacılık hizmeti veren para vakıfları; önceleri esnaf-zanaatkârı finanse ederken, XVII. yüzyılda zengin tüccarları fonlayan, sosyal güvenlik alanındaki hizmetleriyle dikkati çeken kuruluşlar haline geldi. XVIII. Yüzyılda ise gerileme dönemine girdi.
Neden?
Mevduat bacağının olmayışı, kaynağını sınırlı kıldı. Karını sermayesine katmasına, yani sermaye artışına izin verildi ise de, bu sorununa çözüm getirmedi. Haliyle kredi hacmi sınırlı kaldı.
Kredi vermede, maddi teminat çok öne çıktı. Bu da kredi kullanmayı zorlaştırdı. Haliyle belli özellikteki bir müşteri kesimine hitap etti.
Ekonomik değişim-gelişim sonucu, finans alanında ortaya çıkan yeni ihtiyaçlara cevap veremedi.
Osmanlı’da; Para Vakıflarının sermaye-finans alanında bir rolü varsa da, bankacılık hizmetleri görevi sarraflara (Galata Bankerleri) verilmiştir.
Sarraflar (Galata Bankerleri)
Tarihte; sarraflar, altın-gümüş-mücevher alım-satımı ile ortaya çıktı. Ticaretin gelişmesi ile buna ilaveten garantör ve para transferi rolünü üstlendi, faiz karşılığı kredi vermeye başladı.
Osmanlı’nın; “Galata Bankerleri” denilen sarraflarla tanışması, Fatih’in Galatalılar ile yaptığı anlaşmayla oldu.
Fatih; Galata’da var olan finans sistemini tasfiye etmek yerine, bundan istifade etmeyi, Osmanlı ekonomik sistemine bir tasarruf-yatırım aracı kazandırmayı düşündü. Ayrıca bunu resmîleştirerek kontrolü sağlamayı, illegal faaliyetin önüne geçmeyi hedefledi.
Kişiliği, iştigal konusu ve işleyişi hakkında hukuki düzenlemeye gitti.
Sarraflar; altın-gümüş-mücevher alım-satımı, ticarette garantör, para transferi, para toplayan kredi veren işlerle iştigal eden bir esnaf olarak tanımlandı. Kredi işlemleri de İslami bir kalıba alınmaya çalışıldı.
Bunlara; “Galata Bankerleri” denilmesi, ikametgâhının Galata’da olması ile ilgilidir. Resmileştirilmesiyle Galata’nın yanı sıra Sur içinde de birçok işyeri açtılar.
Galata Bankerleri; Levanten, Yahudi, Rum, Ermeni gibi gayrimüslimlerden oluşuyordu.
Sarrafların kredi işlemi; temessük (Borcun miktarı ve vadesini belirten bir tür senet), karz-ı şer ( Bir kredi yöntemidir, faizli ya da faizsiz olabilir. Faizli ise faiz oranı), şahit-şahitler, kefil ya da rehin-ipotek esasına dayanır.
Yıllık faiz oranı; normal dönemlerde % 10-12, kriz dönemlerinde ise % 24-30 oldu.
Sarraflar; kredi işlemlerinde kendi kaynağına başvurduğu gibi, yurtiçi ve yurtdışı piyasadan hatta para vakıflarından temin ettikleri kaynakları da kullandılar. Ticarette; bir garantör, para transferini yapan kişiler oldular.
Sarrafların müşterisi, Müslim ve gayrimüslim girişimcilerdir. Müslüman girişimcilerin başvurusunun önde gelen nedeni, ticarette oynadığı rol ile ilgilidir.
Saray, idari-askeri sınıfın sarraflarla ilişkisi, onları önemli kıldı. Öyle ki saraylılar ve tepe yönetiminde yer alan idarecilerin her birinin çalıştığı bir sarraf vardı. Bunların; altın-gümüş-mücevher alım satımından, alacak ve ödemesine kadar her şeye sarraflar bakıyordu. Mültezimlerin iltizam için ödediği para da sarrafların parasıydı.
Sarrafların; devleti finanse etmesi, kısa vadeli geçici ihtiyaçlar ile başladı. Bu, XVI. yüzyılın sonu ve XVII. yüzyıldaki mali krizle artarak devam etti.
XVIII. Yüzyıla kadar; sarraflar arasında, Yahudiler çoğunluktaydı. Bundan sonra, Ermeniler öne çıktı Bu, devletin siyaseti ile ilgiliydi. Nitekim Sultan III. Mustafa’nın, Hazine-i Hassa-Darphane sarraflığını Ermeni Duzoğulları’na vermesi de bu sonucu doğurdu.
Kısaca; Osmanlı’da sarraflar, bankacılık alanındaki bir boşluğu doldurdu. Ancak; devletin zayıflamasıyla Müslim girişimciye zarar veren, gayrimüslim girişimciye güç kazandıran, devlet aleyhine çalışan bir araca dönüştü.
Batı’da Sermaye ve Finans Alanındaki Gelişmeler
1602’de; Hollanda’da “Hollanda Doğu Hindistan Şirketi” kuruldu, hisseleri halka arz edildi.
Yüksek risk-yüksek getiriye sahip hisse senetlerine, halkın yoğun bir ilgisi oldu. Sermayesine hazinenin iştirak etmesi, çok sayıda tüccarın olması, halkın zenginlik arzusu ise bunun nedeni idi.
Hisse senedi satışından; bugün milyarları bulan, 6,5 milyon Gulden tutarında bir kaynak sağlandı. Haliyle halkın küçük tasarrufu, büyük bir sermayeye dönüştü.
Şirket’e; bir kanunla Macellan Boğazı-Ümit Burnu arasındaki sularda ticaret tekeli, Asya ülkeleriyle ticari anlaşma-uygulama, silahlı kuvvet bulundurma, kaleler inşa etme, hatta savaş açma yetkisi tanındı. Yani Şirket; bir ülke gibi hareket eden, bağımsız bir güç özelliğine sahipti.
Şirket; Amsterdam’da oturan, “Heeren XVII” denilen, on yedi kişilik bir idare meclisi ile yönetiliyordu. Başında ise; hükümetin tayin ettiği, bir genel vali bulunuyordu.
Şirket’in hedefi, açık denizlerde üstün konuma gelmek ve uluslararası ticarete hükmetmekti. Stratejisi ise; denizaşırı ülkelere karşı ticari bir yaklaşım sergilemek, imtiyazlar sağlamak, işbirlikçiler edinmek, sonuç olarak da ülkenin yönetime müdahale etmek ve askeri güç kullanarak yönetimini ele geçirmekti.
Şirket; kuruluşundan 5 yıl sonra, açık denizlere yılda 50 filo gönderir hale geldi. Bu, İspanya ve Portekiz’in filoları toplamından fazlaydı.
İlk 10 yılda, kar dağıtmadı. Bunun nedeni, gemi-bina yatırımı ve Asya’da bir ticaret imparatorluğu kurmak istemesi idi. Yatırımcılar; bu nedenle buna rıza gösterdi ise de, 1609’da Amsterdam Borsası’nın kurulması bunu kolaylaştırdı. Zira Borsa; hissedarlara, istedikleri anda nakde dönme imkânı sundu.
Amsterdam Borsası; Hollanda Doğu Hindistan Şirketi hisselerine ve İngiliz tahvillerine yatırım yapıldığı, Osmanlı sarraflarının bile kaynak aktarıp para transferi yaptığı, Hollandalıların yüklü kazançlar sağladığı bir ticari merkeze dönüştü.
Ülkeye; büyük miktarda altın-gümüşün girmesi, para krizini doğurdu. 1609’da Amsterdam Bankası’nın kurulması ise buna çözüm getirdi.
Amsterdam Bankası; kambiyo işlemlerini yapan, mevduat toplayan, kredi veren ticari bir banka özelliğindeydi.
Banka’nın kredi güvenirliği, bir yasa ile sağlanmıştı. Haliyle Banka’nın ticari serbestliğine, hiçbir yasa ile sınırlama getirmek mümkün değildi. Örneğin; Banka, Hollanda ile savaşta olan İspanya’ya bile kredi verdi.
İngiltere’de ise; 1600’de, zengin tüccar ve soyluların iştiraki ile Doğu Hindistan Şirketi, 1694’te İngiltere Bankası kuruldu.
Hükümetin; Şirket’te bir payı yoktu, sadece denetim yetkisi vardı.
Şirket’e; bir yasa ile Asya’da ticaret tekeli, ordu kurma-savaş açma gibi geniş yetkiler verildi.
1773’te; küresel egemen, devlet içinde devlet haline gelen Şirket’in faaliyetine sınırlama getirildi, 1874’te ise feshine gidildi.
Lonca Sistemi (Ahilik Teşkilatı)
Osmanlı’da; imalat ve ticaret, “Ahilik Teşkilatı” denilen Lonca Sistemi ile gerçekleştirildi.
Selçuklu ve Beylikler döneminde yerleşik hayata geçiş, kentleşme ile üretim ve ticarette önemli rolü bulunan Ahilik Teşkilatı; Osmanlı’nın, Selçuklu’dan devraldığı bir sistem oldu.
Sistem; tüccar-esnaf-zanaatkârı kapsayan, loncalardan oluşan bir yapıdır. Her mesleğin bir loncası vardır. Üyeleri; aynı mesleği icra eden, önceleri Müslümanlardan, XVII. yüzyıldan itibaren de Müslim ve gayrimüslimlerden oluşur.
Loncanın başı, Lonca Şeyhidir. Yönetiminde; tecrübeli esnaflar, nakip, duacı, çavuş, kethüda ve yiğitbaşılar yer alır.
Lonca yönetimi, sistemin işleyiş ve denetiminden sorumludur. İzni olmadan yeni işyeri-dükkân açılamaz, üretim-satış yapılamaz. Hileli- kaçak-fahiş fiyatla mal satanlar, kalitesiz mal üretenler cezalandırılır.
Her meslek grubu; kasaba-şehirde, kendilerine tahsis edilen alanda bir arada bulunur. Başka bir yerde işyeri-dükkân açması, üretim-satış yapması ise izne tabidir.
Osmanlı’da; loncalar, kasaba-şehirlerin-sarayın-ordunun ihtiyaçlarını karşılamak, üyelerine ham-yarı mamul sağlamak-adil olarak dağıtmak, kaliteli mal üretmek, fiyat istikrarını sağlamak, fiyat kontrolü yapmak, hileli kalitesiz mal üretimi-stokçuluk-karaborsa-kaçakçılıkla mücadele etmek, vergiyi toplamak ile görevlidir.
Yani Loncalar; sadece bir üretim-ticaret mekanizması değil, kontrol ve mali araç görevini üstlenmiştir.
Faaliyeti ise Kadı denetimine tabidir.
1727’de, Lonca Sistemi’nden Gedik Sistemi’ne (tekel-imtiyaz) geçildi. Aslında; bu, Lonca Sistemi’nin devamından başka bir şey değildir. Tek farkı ise loncalara gayrimüslimlerin de alınmasıdır.
Gayrimüslimlerin loncalara alınması, dengenin gayrimüslimler lehine değişmesi, sistemin işleyişini bozdu. Ancak; sistem, 1838 Balta Limanı Antlaşması’na kadar da varlığını sürdürdü.
Kapitülasyonlar
Osmanlı’da; kapitülasyonların, Orhan Gazi’ye kadar giden bir geçmişi vardır.
İlk kapitülasyon; Orhan Gazi’nin, vergi karşılığında Cenova’ya verdiği ticari imtiyazdır. Bunu; I. Murat ve Yıldırım Beyazıt döneminde, vergi karşılığında Ragusa Cumhuriyeti ile Venedik’e verilen ticari imtiyazlar takip etti. Rodos ve Bizans ise Çelebi Mehmet’in kapitülasyon verdiği devletler oldu.
Kapitülasyonlar; anlaşmayı yapan hükümdarın ömrüile sınırlı olsa da, yapılan yeni anlaşmayla varlığını sürdürdü.
Fatih de; bu geleneği sürdüren, verilen imtiyazların sınırını genişleten, bunu kurallara bağlayan hükümdar oldu.
Osmanlı’da; bu dönemde, yabancı devletlere kapitülasyonların verilmesi, ticaret filosu oluşturulması ve rekabet yerine, bunların inşa ettiği ticari sistemden istifade edilmesinin tercih edilmesidir.
Yavuz; Mısır’ın fethiyle, Memlukluların Fransa-Katalan ve Venedik’e verdiği kapitülasyonları aynen kabul etti.
Osmanlı; XV ve XVI. yüzyılda, imtiyaz sahibi yabancılarla açık pazar konumundaki bölgeleri iç pazarı haline getirdi, üretimi için gerekli ucuz hammadde ve yarı mamulü temin etti, gümrük gelirini artırdı.
Keşifler ile açık denizlerden Hindistan-Çine ulaşılması; yani yeni ipek- baharat yolu, açık denizleri öne çıkarırken Akdeniz’i devre dışı bıraktı. Bu, Osmanlı’nın yanı sıra Venedik-Cenova-Floransa gibi İtalyan şehir devletlerinin ticari gelirinin hızla düşüşünü getirdi.
Kanuni; Doğu Akdeniz’deki ticareti canlandırmak için, 1569’da Fransa ile bir kapitülasyon anlaşması yaptı. Bunun bir de siyasi nedeni vardır. Zira Osmanlı; her iki devlet için tehdit teşkil eden Hamburglara karşı, Fransa’yı müttefik edinmek istedi.
Fransa’ya verilen kapitülasyonları, 1580’de İngiltere, 1612’de Hollanda’ya verilen kapitülasyonlar takip etti.
Fransa ve ardından İngiltere-Hollanda’ya verilen ayrıcalıklar, XVIII. yüzyıla kadar Osmanlı ekonomisi için fazlaca bir sorun teşkil etmedi. Zira yabancıların malı loncalara satma mecburiyeti ve Dâhili Gümrük Vergisi, Osmanlı üretim ve ticareti için bir koruma kalkanı oldu.
Osmanlı’nın zayıflama sonucu, XVIII. yüzyılda yabancılara verdiği imtiyazların genişlemesi ve artışı; milli ekonomiyi rekabetten yoksun kıldı, üretim ve ticarete darbe vurdu, ihracatı zorlaştırırken ithalatı kolaylaştırdı, Osmanlı’yı hammadde ihraç edip mamul mal ithal eden bir devlet yaptı.
DEVAM EDECEK