OSMANLI, NEDEN GERİ KALDI? -7-
Safter Tanık
“Müezzinzade Ali Paşa ile başlayan denizcilikle alakası olmayanların; Kaptan-ı Derya olarak tayininin gelenek haline gelmesi, donanmanın ihmal ve zayıflamasının nedenidir.
Millet Sistemi; güçlü iken toplumda bütünlüğü sağlayan, zayıflama ve toplumsal değişimde ise dağılmaya hizmet eden bir araç oldu.”.
Deniz Kuvvetleri
Tersane ve donanmadan oluşur.
Tersane
Osmanlı; ilk olarak, Karamürsel’de bir tersane inşa etti. Bunu; Yıldırım Beyazıt’ın, Çanakkale’nin stratejik konumunu dikkate alarak inşa ettiği Gelibolu Tersanesi ve kalesi takip etti.
İstanbul’un fethi ardından Fatih: Haliç’te, Aynalıkavak mevkiinde bir tersane inşa etti. Bu; Osmanlı’nın, Gelibolu’dan sonra inşa ettiği ikinci muntazam tersane oldu.
Karadaki gibi denizde de hâkim konuma gelmeyi hedefleyen Yavuz; Frenk tersanelerini örnek alarak, Haliç Tersanesi’ni Galata-Kâğıthane hattında genişletti.
Mısır’ın fethi ile Kızıldeniz ve Hint Okyanus’un önemli hale gelmesi, Memlüklülerden kalma Süveyş Tersanesi’nin canlandırılmasını gerekli kıldı. Bu; 30’u kadırga, 80 gemi inşa kapasiteli bir hale getirildi.
Bölgesel güvenlik amacıyla Tuna-Rusçuk, Fırat-Birecik’te birer küçük tersane inşa edildi.
Candaroğullarından kalma Sinop Tersanesi ile Samsun ve İzmit’teki tersaneler ise diğer önemli tersanelerdir.
Ayrıca; Mohaç, Budin, Semendire, Varna, Niğbolu, Vize, İğne Ada, Silivri, Biga, İnebahtı, İstanköy, Preveze, Avlonya, Sakarya, Trabzon, Kemer, Antalya ve Alanya da küçük gemiler inşa eden tezgâhlar vardı.
Tersanelerde; yılda, 40 kadırga inşa etmek kanundu. Bu; olağanüstü hallerde, 100-200’e çıkıyordu. İnebahtı Savaşı yenilgisinden sonra ise bu kanun yürürlükten kalktı.
1644’te; kadırga yerine üç direkli, yelkenli, kürekli, ateş gücü yüksek kalyonların inşasına geçildi. 1661’de, bundan vazgeçildi. Kalyonların tekrar inşasına ise; 1699’da, Mezomorto Hüseyin Paşa’nın gayreti ile başlandı.
Tersane çalışanları, azaplardan oluşur. Bunların; 5-6 kişiden oluşan, ocaklar şeklinde bir yapılanması vardır.
Tersanenin amiri; tersane eminidir. Mahiyetinde, birçok idari-teknik yetkili bulunur.
Donanmada olduğu gibi, tersanenin en yüksek rütbeli subayı Kaptan Paşadır. Ardından, Tersane Kethüdası ve Tersane Ağası gelir.
Donanma
Donanma personeli; rütbeliler ile levent-tımarlı-tayfa ve forsalardan oluşur.
Levent ve tımarlılar, muharip sınıftır. Leventler; deniz eyaletlerinden (kuloğlu), tımarlılar; Tımar Sistemi’ne tabi eyalet sancaklarından gelir.
En rütbeli subayı, Kaptan Paşadır. Ardından, Derya Beyi (Sancakbeyi) gelir. Tayfalara; odabaşı, forsalara; gardiyan başı komuta eder.
Osmanlı; karadaki gibi, denizde de hâkim konuma gelmeyi hedefledi. “Fatih-Yavuz, bunun mimarıdır” dersek yanlış olmaz. Zira donanma ile ilgili en büyük yatırımlar, bu dönemde yapıldı.
Osmanlı deniz stratejisi; Barbaros’un, “Osmanlı donanması; gemi- asker-top-tüfek bakımından, düşmandan sayıca üstün olmalıdır. Bunu sürdürdüğü müddetçe, başarılı olacaktır” sözüne dayanır.
XVII. Yüzyıla kadar, Osmanlı donanması; Baştarda, Kadırga, Kalite, Perkende ve Fırkate gibi savaş gemilerinden oluşuyordu.
Kadırga; hem yelkenli, hem de küreklidir. Ortalama 300-350 personeli (100’ü savaşçı, 50’si gemici, 200’ü kürekçi) ile Osmanlı donanmanın omurgasını oluşturuyordu.
Baştarda; hem yelkenli, hem de küreklidir. Kadırgadan daha büyük olup, komutasındaki kişinin mevki-makamına göre “yarım, orta, paşa baştardası” şeklinde farklı büyüklüğe sahiptir. Ortalama personeli 600 olsa da, paşa baştardasında 800’e kadar çıkar. Savaşçıların, 100-150’si ise yeniçeri askeridir.
Osmanlı donanması; XVI. yüzyılda 300 parça gemi, 63.000 personeli ile Karadeniz-Akdeniz-Kızıldeniz ve Basra’da hâkim konuma geldi. Bu, Mısır’ın fethini kolaylaştırdı; Trablusgarp, Cezayir, Tunus, Ege-Akdeniz Adaları’nın fethini sağladı.
Gedik Ahmet Paşa, Oruç Reis, Salih Reis, Seydi Ali Reis, Kemal Reis, Burak Reis, Turgut Reis, Barbaros Hayrettin Paşa, Piyale Paşa, Kılıç Ali Paşa, Piri Reis, Cezayirli Hasan Paşa, Küçük Hüseyin Paşa, Mezomorto Hüseyin Paşa gibi ünlü denizciler yetişti.
Osmanlı’nın İstanbul’un yanı sıra Karadeniz, Akdeniz, Kızıldeniz, Basra, Hint Okyanusu kıyılarında deniz üsleri-donanması vardı. Bu; bölgesel kontrolü, Hint-Atlas Okyanusu’na çıkışı ve başarıyı getirdi.
1571 İnebahtı yenilgisi; Osmanlı donanmasının, zirveden dönüşü oldu. Her ne kadar tahrip olan donanma kısa sürede inşa edildi ise de, gemici kaybının telafisi uzun sürdü. Donanmanın alt yapısını oluşturan deniz ticaret filosundan, yoksun oluşu da bunun nedenidir.
İnebahtı yenilgisinin öğrettiği bir şey de, “Kalyon” denilen üç direkli- yelkenli-kürekli-ateş gücü yüksek büyük savaş gemilerinin başarısı idi. Zira Osmanlı donanması; buna göre daha küçük, çok sayıda gemiden oluşuyordu. Bu; Osmanlı donanmasına iç denizlerde ilkbahar-yazda avantaj sağlar iken, sonbahar-kış ve açık denizlerde dezavantaj teşkil etti.
Yorum
İnebahtı yenilgisinden, gerekli ders çıkarılmadı. 1644’te Kalyonların inşası başladı ise de, 1661’de bundan vazgeçildi.
Batı’da; kadırgalar iki kat bakırla kaplanarak zırhlı hale getirilmesine, kalyonların geliştirilmesine gidilir iken, Osmanlı’da kalyonların seri üretimine ancak 1699’da geçilebildi.
Müezzinzade Ali Paşa ile başlayan; denizcilikle alakası olmayanların, Kaptan Paşa olarak tayininin gelenek haline gelmesi ise donanmanın ihmal ve zayıflamasının nedenidir.
Sosyal ve Kültürel Yapı
Nüfus
Osmanlı İmparatorluğu’nun nüfusu hakkında, kesin-doğru bir bilgi yoktur. Ancak; 1520’de 11-12, 1683’te de 30 milyon olduğu tahmin edilmektedir. Bunun; % 90’ı köylerde, % 10’u ise şehir-kasabalarda yaşamaktaydı.
Bir nüfus artışı var ise de; bunun en önemli nedeni, yeni fetihler ile topraklarını genişletmesidir. Ancak; bundan sonra, nüfusu bir düşüş trendine girdi. 1831’de, 27 milyona düştü. Toprak kayıpları, Anadolu- Suriye-Mısır’daki kuraklık-kıtlık ile yaşanan açlık, salgın hastalıklar ise bunun nedenidir.
Oysaki Avrupa’da; XVI. yüzyılın başında 50 milyon olan nüfus, bu yüz yılın sonunda 100 milyona ulaştı. Yeni kıtaların keşfi ile dış ticaretin getirdiği bolluk-refah, iklimin ılımlaşması, zirai alanların genişlemesi ve Amerika menşeli patates-mısır-fasulye gibi temel gıda ürünlerinin ekim-hasadı ise bunun nedenidir. Ancak; bu nüfus artışı, daha sonra durdu. Bu da veba, iklim değişimi, mezhep-veraset savaşları ve yeni kıtalara göçten kaynaklandı.
Yorum
Osmanlı; sahip olduğu toprağa göre, az ve seyrek bir nüfusa sahipti. Bu; sayıca üstünlüğe sahip Batı karşısında, yumuşak karnı oldu. Bir de kentleşme ve gelişimini engelledi.
Demografik ve Kültürel Yapı
XVI. Yüzyılda Anadolu’nun % 81’i Müslüman, % 12’si Ortodoks, % 6’sı Ermeni, % 1’i Yahudi-diğer topluluklardan oluşuyordu. Bu, sonrasında da değişmedi.
Rumeli’de ise; iki askeri güzergâh (güney, kuzey) üzerindeki yerleşim merkezleri ile Boşnak ve Arnavutların yaşadığı bölgeler dışında, ezici bir Ortodoks çoğunluğu vardı.
Yani Osmanlı toplumu; tüm imparatorluklarda olduğu gibi, farklı din-mezhep-dil-gelenekten gelen birçok topluluğu bünyesinde barındıran heterojen bir özelliğe sahipti.
Osmanlı toplumu; coğrafi açıdan, Rumeli-Anadolu-Kafkas-Arap-Fars gibi beş kültür havzasından etkilendi-şekillendi. Farklılıklara rağmen; Hrıstiyan dünyasında görülmeyen, “birlikte yaşama” kültürünü uzun süre sürdürdü. Bunda da; Osmanlı’nın İslam’la şekillenen, geçmişten devraldığı devlet geleneği ve imparatorluk tecrübesine sahip olmasının önemli bir yeri vardır.
Batılı sömürgeci devletler gibi; din-dil emperyalizmine başvurmadı, yani dinde-dilde zorlamaya gitmedi.
Tebaası haline gelen Hrıstiyan-Musevi toplulukların dini-hukuki teşkilatına dokunmadı, ibadet ve hukuku ile yargılanma özgürlüğü tanıdı. Kontrol ile yetindi, kontrolden çıkışına ise müsaade etmedi.
Fethedilen topraklardaki halk için, vergiyi düşük tuttu. Bu, ağır vergi yükü altında ezilen halkın kabulünü kolaylaştırdı.
Tebaası olan halklara, hoşgörülü davrandı. İsyan eden halka; önce nasihatçi gönderdi, ısrarda ise zor kullandı.
Din
Resmi din, Hanefi fıkhı ve Maturidi itikadına bağlı Sünni İslam’dır. Bununla birlikte; “semavi dinler” olarak ifade edilen, Hristiyanlık ve Musevilik de meşru kabul edilmiştir. Bunun dışındakilerin ise meşru bir varlığı yoktur.
Halifelik; dini olmaktan ziyade, beşeri bir temele dayanır. İktidarın, babadan oğula devri ile kazanılır. Herhangi bir dini otorite-kurulun, karar ve kabulüne bağlı değildir. Önemli olan ise ümmetin biatıdır. Hükümdarlar; kararlarını dini esaslara göre değil, akla dayanarak alır. Haliyle Şia’daki imamet gibi, teokratik bir özellik taşımaz.
Dil
Resmi dil, Türkçedir.
Merkezde ve eyaletlerle olan yazışmada Türkçe, eyalet içi yazışmada ise Türkçe ve yerel dil kullanılır.
Medreselerde; Türkçenin yanı sıra Arapça ve Farsça kullanılır. İlim dili; Arapça, edebi dil ise Farsçadır.
Sosyal Yapı
Osmanlı toplumunu; esas olarak, askeri-idari sınıf (yönetenler-vergi vermeyenler) ve reaya sınıfı (yönetilenler-vergi verenler) olmak üzere iki grupta ele alabiliriz.
1-) Askeri-İdari Sınıf
Saray, seyfiye, ilmiye ve kalemiye sınıflarından oluşur.
a-) Saray Üst Sınıfı (Padişah ve Ailesi)
Askeri-idari sınıfın başında yer alır, padişah-valideler-padişah eşleri-veliahtlar-şehzadeler-padişah kızlarından oluşur.
b-) Seyfiye
Seyfiye, “kılıç ehli” demektir. Bizzat askerlik ve idari işler ile iştigal eden kişileri ifade eder.
Tımar Sistemi ve Kul Sistemi’nden gelen asker-idarecilerden oluşur.
Sadrazam, vezirler, beylerbeyleri, sancakbeyleri gibi üst düzey askeri-idari kadro ile kapıkulu zabitleri ve neferleri, tımar sahipleri ve tımarlı sipahiler, deniz askerleri bu sınıfta yer alır. Buna; vergiden muaf yaya ve müsellemi de ilave edebiliriz. Ayrıca emekli asker ve idareciler ile aileleri de bu sınıf kapsamındadır.
Tımar sahibine, tımar; üstün yetenek-kahramanlık gösteren tımar sahipleri ile merkezdeki divan çavuşlarına, kâtiplere vb görevlilere zeamet; padişah, padişah ailesi, sadrazam, vezir, beylerbeyi ve sancakbeyi gibi üst düzeydeki görevlilere ise has tahsis edilmiştir.
Kapıkulu zabitleri ve neferleri, maaşlı; tımarlılar ise dirliklidir.
İmtiyazlı olsa da; suçu sabit görülür ise makamına bakılmaksızın azl, rütbe tenzihi, hapis, sürgün, idam, mala el koyma (ailesinin geçimine yetecek kadar olanı hariç) ile cezalandırılır.
c-) İlmiye
İlmiye için, “Ulema” sözcüğü de kullanılır.
Geniş anlamda ilmiye; medrese eğitimi görmüş, eğitim-yargı-dini alanlarda hizmet veren görevlileri ifade eder.
Şeyhülislam, nakibüleşraf, kazasker, kadı, müderris, naip, müftü, müezzin, tarikat şeyhi, hekim, müneccim, astronom, astrolog vb. görevliler ile emeklileri bu sınıfta yer alır.
Müslüman, çoğunlukla Türk kökenlidir.
Yönetenler içinde, en imtiyazlı olanıdır. Bu; bazı vergilerden muafiyet, ceza hukukunda ayrıcalık, çocukları için tanınan imtiyazlar şeklindedir.
Osmanlı’nın gelişmesinde olduğu gibi, geri kalmasında da önemli bir rolü vardır.
ç-) Kalemiye
Her ne kadar bir teşkilat için kullanılmış ise de, bir sosyal statü-kültür terimidir. Eli kalem tutan, evrak ve yazı işlerini takip eden kişileri ifade eder. Buna, “Bürokrat ya da memur sınıfı da” diyebiliriz.
Başta Divanı Hümayun kalemi olmak üzere, şeyhülislam-kazasker-defterdar-nişancı-kaptan paşa gibi merkez kalemleri ile benzeri görevi ifa eden memurlar bu sınıfta yer alır. Haliyle geniş bir kadrosu vardır.
Kalemiye erbabı; medrese öğrenimi görmüş, okuma-yazı çeşitleri ve kitabet alanında kendini geliştirmiş kişiler arasından seçilir.
Babasının bu meslekte görev almış olması, tercih sebebidir. Önceleri; sadece Müslümanlar alınır iken, daha sonra gayrimüslimler de alındı. Devlet sırrı özelliğindeki işlemlerin yapıldığı kısımlarda ise; işe alınanın sır saklayan güvenilir bir kişi olmasına dikkat edildi.
Hizmeti karşılığında, tımar ya da zeamet tahsis edilmiştir. Bunun yanı sıra harç-tayinat-aidat-caize gibi yan geliri vardır.
Kalemiye sınıfının; Osmanlı’da bürokratik geleneğin oluşmasında, resmi yazışma şekillerinin gelişmesinde, kayıt sisteminde önemli bir rolü vardır. Ayrıca dil, edebiyat, tarih, coğrafya ve musiki alanlarında öne çıkan birçok ismi olmuştur.
2-) Reaya
Osmanlı’da; reaya sözcüğü, vergi ödemekle yükümlü yönetilenler için kullanılmıştır.
Reaya ile ilgili olarak; biri millet sistemi, diğeri yerleşim birimine göre olmak üzere iki tür sınıflamadan söz edebiliriz.
A-) Millet Sistemi’ne Göre
Osmanlı’da; millet sözcüğü dini, hatta mezhebi bir topluluğu ifade eder.
Millet Sistemi ise; Osmanlı egemenli altında bulunan her topluluğu dini hatta-mezhebi temelde sınıflandıran, örgütlü kılan, dini-mezhebi kimliğini koruyan, hak-hukuk ve sorumluluğunu belirten bir sistemdir.
Bunu sistemleştiren Fatih Sultan Mehmet olsa da, kuruluşuna kadar giden bir geçmişi vardır. Zira Osmanlı; fethettiği topraklardaki halkın, dinine ve sosyal kurumlarına müdahale etmedi. Aksine dini-mezhebi kimliğini koruyan, sosyal kurumlarını güçlendiren bir siyaset izledi.
Böyle bir uygulama ile de; yönetim-kontrolü kolaylaştırmayı, huzur-güveni sağlamayı, mali sistemi korumayı amaçladı.
Millet Sistemi’ne göre; Reaya, Müslümanlar-Gayrimüslimler şeklinde sınıflandırılmıştır.
a-) Müslümanlar
Osmanlı’nın kimliği Hanefi fıkhı, Maturidi itikadı olsa da; İslami fıkhi- itikadi mezhepler açısından bir ayrıma gitmedi, Müslüman kesimi tek bir millet olarak tanımladı. Birleştirici unsur ise İslam oldu. Bununla birlikte; Osmanlı’da, Sünni-Hanefi fıkhı hâkim konumdadır.
Mahkemelere; Hanefi mezhebine mensup kadılar atadı, Hanefi fıkhını uyguladı.
Dini (mescit-cami-tekke) kurumlar ile eğitim-sağlık-imar gibi vakıfların mütevelli heyetleri, Hanefi mezhebine mensup kişilerden oluşturuldu.
Hanefi mezhebi dışındaki mezheplerin yaygın olduğu Mekke, Medine, Halep, Kudüs, Kahire gibi yerlere; Hanefi baş kadısının başkanlığında, diğer mezheplere mensup kadı ve müftüler atadı.
Osmanlı’da her ne kadar resmi mezhep uygulaması var ise de; bu hukuki birlik ve istikrarı sağlama, kanunlaşma amacı taşır. Hanefiliği ülke geneline yayma, hâkim kılma gibi bir amacı taşımaz.
Zira herkese; hukuk karşısında, kendi din-mezhebine göre muamele edilmesi esası vardır. Bu nedenle; toplumun dini-hukuki yaşamında, Sünni fıkhi mezheplerin temel esasları dikkate alındı, mezhepsel bir uzlaşma sağlanmaya çalışıldı.
Osmanlı diğer Sünni fıkhi-itikadi mezhepler ile bir uzlaşmaya gider iken, tebaası olan Şii-Alevi gruplar ile de uzlaşmayı tercih etti. Bunlar ile gerginlik yaşaması ise; Şii Safevilerin, Şiiliği Osmanlı’nın aleyhine işleyen siyasi bir araca dönüştürmesine dayanır.
Millet Sistemi’nin Müslümanlar için anlamı ise mezhebi aidiyet ve dini yaşamı kolaylaştıran bir şeyden öteye gitmedi.
b-) Gayrimüslimler (Zimmiler ve Müstemenler)
Gayrimüslimler, Zimmiler ve Müstemenler olmak üzere iki sınıftan oluşur.
Zimmiler
Osmanlı vatandaşı olan gayrimüslimlerdir. Vatandaşlığı ise zimmet akdine dayanır.
Osmanlı; fethettiği yerdeki gayrimüslimlere, din-hukuk-eğitim alanında serbestlik tanıdı, can-namus-mal güvenliğini taahhüt etti. Buna karşılık; gayrimüslimlerden, cizye-haraç vergisini ödemesini ve devlete bağlılığını istedi. Buna da Zimmet akdi denildi.
Zimmilerin; din ve mezhebine göre, ibadet-evlenme-boşanma-miras- eğitim ve vakıf hakları vardır. Bazı davaları, cemaat mahkemesinde görülür. Alınan kararlar; devletçe onaylanır, yerine getirilir. Davalının karara itirazı, davayı şeriye mahkemesine taşıması, bunlardan birinin kararını tercih etme hakkı mevcuttur.
Zimmiler; Rumlar, Ermeniler, Katolik Ermeniler, Yahudiler ve Katolik Latinler olmak üzere beş milletten oluşur. Müslümanlardan sonra da en kalabalık gruptur.
Rumlar (Rum Ortodokslar)
Rumlar, diğer ismi ile Rum Ortodokslar; Yunan, Bulgar, Karadağlı, Sırp, Rumen, Rus, Ukraynalı, Arnavut ve bazı Arap Ortodokslardan oluşur.
İstanbul’un fethi ardından Fatih; Yorgo Skolaris’i, Ortodoksların patriği olarak atadı. Fener Patrikhanesi’ni de Ortodoks mezhebinin dini-idari merkezi haline getirdi.
Böylece; milli Yunan, Bulgar, Sırp, Karadağ, Rus, Rumen, Ukranya, Arap ve Arnavut kiliseleri Fener Patrikhanesi’ne bağlandı. Bu durum; Moskova patrikliğinin 1593’te bağımsızlığını kazanması hariç, XIX. yüzyıla kadar devam etti.
Fenerli Rumlar; Divanı Hümayun’da tercüman olarak görev aldı, Eflak ve Boğdan’a beylerbeyi olarak atandı.
Osmanlı güçlü iken fayda sağlayan Fener Patrikhanesi; zayıflama-toplumsal değişim döneminde ise aleyhine çalışan bir kurum oldu.
Ermeniler
Ermeniler; Monofizit öğretiyi ((Hz. İsa’nın; dünyevi kimliğinin, tanrısal kimliğinde erimiş olduğunu savunan bir görüş) benimsemiş Ermeni ve Süryani, Yakubi gibi Hristiyan gruplardan oluşur.
İstanbul’un fethi ardından Fatih; Hovakim’i Ermeni patriği olarak atadı, Samatya Sulu Manastır Kilisesi’ni de Ermenilerin dini-idari merkezi haline getirdi.
Bunun sonucu olarak; Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren, Doğu Ortodoks Kiliseleri içinde gösterilmesine rağmen, Monofizit öğreti ile ayrışan özerk Ermeni-Süryani-Yakubi vb kiliseler, İstanbul’daki Ermeni Patrikhanesi’ne bağlandı.
Ermeniler; Monofizit görüşü ile Rum Ortodokslar dışında tutulsa da, esas neden Osmanlı’nın denge siyasetidir. Zira Osmanlı; Rumlar ile tarihi düşmanlığı olan Ermenilerden istifade etmeyi düşündü, onları ticari-imalat-mali alanda öne çıkararak lehte bir sonuç almaya çalıştı.
1742’de; Lübnan’da, Katolik Ermeni Kilisesi’nin kuruluşu ise “Katolik Ermeni Milleti” tanımını getirdi.
Yahudiler
İstanbul’un fethinden önce, İstanbul’da; Karadeniz’in kuzeyinden gelen Karaim Kıpçakları, Alman-Doğu Avrupa kökenli Aşkenaziler ve İtalyan Aşkenazileri (Franko) olmak üzere üç Musevi topluluğu vardı.
İstanbul’un fethinden sonra Fatih; Moşe Kapsali’yi, hahambaşı olarak tayin etti. Karaim Musevileri için de ayrı bir hahambaşılık kurdu.
İstanbul’daki bu üç Musevi cemaatine, 1492’de İspanya’dan kaçan Sefarad Yahudileri dâhil oldu.
XVI-XVII Yüzyılda; İstanbul, Yahudilerin adeta dini-idari merkezi oldu, devletin maliye kadrosunda istihdam edildi, ticaret-finansta öne çıkan unsur oldu. XVIII. Yüzyıldan itibaren de yerini Avrupa ile ticaret bağları kuran Hristiyanlara bıraktılar.
Müstemenler
Geçici oturma izni olan gayrimüslim yabancılar olup, gayrimüslimlerin ikinci büyük grubunu oluşturur.
Zimmiler ile aynı sınıfta olsalar da; istisnalar dışında, İslam hukukuna tabidir. Müslümanlar ile ihtilafında, yetkili olan şeriye mahkemesidir.
Yorum
Millet Sistemi ile Fatih; İstanbul’u Sünni İslam’ın yanı sıra Hrıstiyan Ortodoks dünyası ile Museviliğin merkezi yapmayı, haliyle Osmanlı’yı küresel bir güç haline getirmeyi hedefledi. Tabi ki bu siyasi hedefi ile ilgilidir.
Bunun; bir de yönetim-kontrolü kolaylaştırma, toplumda bütünlüğü- huzur-güveni sağlama, ekonomik-mali yapıyı güçlendirme gibi idari- sosyal-ekonomik hedefleri vardır.
Sonuçta; Millet Sistemi güçlü iken toplumda bütünlüğü sağlayan, zayıflama ve toplumsal değişimde ise dağılmaya hizmet eden bir araç oldu.
B-) Yerleşim Birimine Göre Reaya
Şehirli, Köylü ve Konargöçer olmak üzere üç sınıftan oluşur. Ancak; şehirli, köylü, konargöçeri kesin sınırlar ile ayırmak mümkün değildir. Zira pek çok kasaba halkı köyde ziraat ile meşgul iken, konargöçerin ziraatla uğraşması ya da malını şehir-kasabada satması gibi bir durum vardır. Bu da; köylünün ya da konargöçerin, kasaba-şehre yerleşimini kolaylaştırdı.
Şehirli
Yerleşim yeri, şehir ya da kasaba olan kişileri ifade eder.
Osmanlı’da; bir yerleşim merkezinin, “şehir” kabul edilmesi için idari merkez olması esastır.
Şehirliler; askerler-idareciler, tüccar, esnaf ve diğerleri olmak üzere dört sınıftan oluşur. Diğerlerinden kastedilen ise zanaatkârlar, işçiler, seyyar satıcılar, medrese öğrencileri, köylüler, hamallar, hizmetçiler, köleler, işsizler ve evsizlerdir.
Zenginler; yaşam tarzı ve oturduğu konak-evleri ile dikkati çeker, ancak çoğunlukla orta sınıf ile iç içedir.
Şehir ve kasabalarda; Millet Sistemi’nin getirdiği (Müslüman ve var olan gayrimüslim grubuna göre; Rum, Ermeni, Musevi, Katolik-Latin mahalleri), bir yerleşim düzeni vardır.
Tüccar, esnaf ve zanaatkâr “Lonca Sistemi” çerçevesinde örgütlüdür. Her mesleğin bir loncası vardır. Üyeleri, aynı meslekle meşgul Müslim ve gayrimüslimlerden oluşur.
Loncanın başı, Lonca Şeyhidir. Yönetiminde; tecrübeli esnaflar, nakip, duacı, çavuş, kethüda ve yiğitbaşılar yer alır.
Lonca yönetimi, sistemin işleyiş ve denetiminden sorumludur. İzni olmadan yeni işyeri-dükkân açılamaz, üretim-satış yapılamaz. Hileli- kaçak-fahiş fiyatla mal satanlar, kalitesiz mal üretenler cezalandırılır.
Her meslek grubu; kasaba-şehirde, kendilerine tahsis edilen alanda bir arada bulunur. Başka bir yerde işyeri-dükkân açması, üretim-satış yapması ise izne tabidir.
Köylü
Osmanlı’da; 150-200 haneli yerleşimler köy, 400 haneli yerleşimler ise kasaba olarak tanımlanmıştır. Köylü de; köyde yaşayan, tarım ile iştigal edendir.
Köylüler; nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturur, devlet gelirinin büyük bir kısmı da tarımdan alınan vergiler ile ilgilidir. Bu nedenle “Osmanlı toplumu, bir tarım toplumudur” diyebiliriz.
Köylü sınıfı; tımar beyleri, çiftçiler, askeri sınıf içinde yer alan yaya ve müsellemden oluşur. Burada mülk sahibi, toprağı işleyenler şeklinde de bir ayrıma gidebiliriz.
Tımar beyi; dirlik sahibi, dirliğin işleyiş ve denetiminden sorumludur.
Çiftçi, çiftliği işleten kişidir. Çiftlik ise; bir aile reisinin, bir çift öküz ile işleyebileceği arazi parçasını ifade eder. Büyüklüğü; toprağın verimine göre, 60-150 dönüm arasında değişir.
Çiftçi; toprağın mülkiyetine değil, kullanım hakkına sahiptir. Dirlik sahibi sipahiye, “resmi çift” diye isimlendirilen bir vergiyi ödemekle yükümlüdür. Toprağın üstündeki ev-bağ-ağaç-bahçeler ise çiftçinin özel mülkiyeti olarak kabul edilmiştir. Ancak; bunun için, kira olarak resmi zemin vergisi öder. Birden fazla çiftliği işletebilir, ancak her biri için resmi çift ödemesi gerekir.
Gayrimüslim çiftçiler; resmi çift yerine, “ispençe” diye isimlendirilen değişen oranda bir vergiyi ödemekle mükelleftir. Bu nedenle; Müslim çiftçiye göre, dezavantajlı bir konumdadır.
Çiftçiye tahsis edilen toprak; miras yoluyla bölünemez, mirasçılar sadece pay sahibi olur.
Çiftçi; sipahinin izni olmadan köyü terk edemez, aksi halde sipahi tarafından köye dönmesi zorlanır, çift bozan akçesi ile cezalandırılır.
Reaya çiftlikleri dışında, askeri sınıfta yer alan yaya-müsellem ve tımarlı sipahilere ait çiftlikler vardır. Bunların reaya çiftliklerinden farkı ise raiyyet vergisi ödememeleridir.
Özel mülkiyetteki toprakların da işlenmesi esastır. Üç yıl işlenmeyen topraklar, sipahi tarafından başka birine verilir.
Bir de; padişah, hanedan mensupları ile üst düzey devlet adamlarına ait haslar ve vakıf arazileri vardır. Buradaki köylüler; imtiyazlı olsa da, faaliyeti açısından daha denetimli idi.
Savaşlar, toprak kayıpları, ağır vergiler, kıtlıklar, salgın hastalıklar, isyan-yağma-talanlar ile İltizam Sistemi’ne geçiş; köylünün köyü terk etmesine neden oldu.
“Ayan, Eşraf, Mültezim” denilen güçlü ailelerin, boşalan topraklara el koyması ise büyük çiftliklerin ortaya çıkışını getirdi.
Konargöçer
Konargöçerden kastedilen, yarı yerleşik kesimdir.
Bunların temel geçim kaynağı hayvancılık olmakla birlikte, çiftçilik de uğraş konusudur. Ürünü toplamasıyla yaylaya çıkar, sonra kışlağa geri döner. Bu özelliği ile de göçebeden ayrılır.
Batı Anadolu’daki konargöçerlerin, Osmanlı’nın kuruluş-gelişmesinde önemli bir rolü vardır. Anadolu’da birçok köyün kurucusu, Rumeli’de ise yerleşimcisi oldular.
XVII. Yüzyılda; merkez-taşra teşkilatının bozulması, konargöçerlerin hayatını derinden etkiledi, birçoğu bulunduğu yeri terk ederek başka bir yere göç etti. Bu; mali-ekonomik kaybı, kontrolsüzlük, asayişsizliği getirdi. Zorunlu yerleşime tabi tutulması ise devlet ile uzun süren bir gerginliği yaşamasını doğurdu.
Not; devamı, “Osmanlı, Neden Geri Kaldı?” -8-‘de