Kemâl Çopuroğlu
İnce, nârin parmakları sigara tutmaktan sararmıştı ve o adâlet dağıtan adam, “Birinci” sigarası içerdi.Kullandığı”muhtar çakmağı“ndan olsa gerek, ceketi hep benzin kokardı ve ben ne zaman bu kokuyu alsam, onu hatırlarım. Muhtar çakmağının benzin takviyesini yapma vazifesi kimi zaman bana düşerdi. İçerisine pamuk sıkıştırılmış olan, silindir biçimindeki alüminyum depoya benzin döküp pamuğa emdirmekten büyük bir keyif alan çocuk ruhuydu benimkisi… Gerisi kolaydı: üstteki mekanizmaya başparmakla güçlü bir basış… İlkinde olmasa ikincisinde alev alan pamuk ipliği…O alevi büyük bir keyifle seyreden ve aleve dalıp giden hayat dolu gözler…Fazlaca yanmaktan ısınan çakmağı tutan minik parmaklar ve pervâneler gibi ilk yanış…
Beni hayata bağlayan o pamuk ipliği miydi yoksa?.. Geçen her deminin yanıp tutuşup göğe yükselmesi miydi yoksa yalan ömrümüz?
Yanmayı çocukken öğrendim,
Ateşler oldu bana oyuncak,
Gün geldi başımı döndürdü,
Hayat denilen salıncak.
***
Ve gecenin karanlığı ansızın çöker kirlenmiş bir şehrin üzerine…
Köprü altında kimsesiz iki çocuk zar atıyordu. Üst baş pejmürde, saç baş darmadağınık…
Büyük zarı atan, ortadaki ekmeği alacaktı.O sırada yanlarından geçen bir balıkçı onlara sordu:
– Daha bu çocuk yaşta niçin kumar oynarsınız be çocuklar?
Çocuklardan biri mahcup:
– Ne kumarı Bey Amca, karnımız aç! Bütün şamata şu ortada duran kuru bir ekmek için…
Ve diğer çocuğun dilinden dökülenler ok gibi saplandı yüreklere:
Hayâl ve ümitlerimizin haraç mezat satıldığı bir dünyânın çocuklarıyız.
Dervişçe çıktığımız yolda devşirilmiş gülümsemelere kanan…
Hâlbuki biz gerçek sevdânın elleriyle sanmıştıkdüzenbazca sıvazlanan sırtlarımızı…
Yalanmış yalan!..
Omuzlarımızda kimbilir kimlerin ayak izi var,
Şimdi gününü gün edenlerden kalan…
Sevdâmız virân,
Gönül bağımız talan…
Şimdi ne soran vardır bizi,
Ne kapımızı çalan…
İlâhi !
Aydınlat kararan ufkumuzu,
Kuşat bizi rahmetinle Rahmân!
Balıkçı derin bir âh çekti, aklına Kocakarı ile Ömer’in hikâyesi geldi.
Elindeki bütün azığını onlara verdi ve kendi kendine şöyle söyledi:
“İnsanların hayatı üstüne zar atan kumarbaz! Sen misin yoksa köprü altında zar atan şu bîçâreler mi madrabaz?..
***
Gassal!
Sen ki nice şehinşâhların, nice pâdişâhların, beylerin, paşaların, ulemânın, hükemânın ve fuzelânın esrârına vâkıf oldun… Onların sırlarını ifşâ etmediğin gibi, gariplerin, yetimlerin, kimsesizlerin, fakirlerin de sırlarını fâş eyleme…
Beyhûde uğraşma!
Su ne kadar arı, ne kadar berrak olsa da kocaman, sorumsuz, aylak kafaları arındırabilemez.
Gassal!
Bizi ancak harlı bir ateş paklar. Hepimiz o ateşin dehşetini her an içimizde hissediyoruz;
Anâsır- ı erbaa ve dahi bünyemiz bu hardan nasibini almamış mı zâten?
Şimdi sen de bütün bildiklerini unut…
***
Ateş denizinde mumdan bir gemi; cezbe- i cünûna düşmüşlerin, hemîşe halka rezil ve rüsvâ olanların, pervâne olup yananların yolcusu olduğu…
Öyle bir gemi ki yakıtı ateş, yüzdüğü derya ateş…
Bu denlü tutuşan odları söndürmeye nice ağlayışın, gözyaşının, suyun yetmediği; feryâdın ve âhın harladığı, gökleri yakıp tutuşturduğu bir ateş..Yane yane yürüyenlerin, kan dolu hikâyelerinde, içerisine düştükleri ateş…
“Gül âteş gülbün âteş gülşen âteş cûybâr âteş
Semender-tiynetân-ı ‘aşka besdir lâlezâr âteş…”
diyen Gâlib Dede‘nin ölümsüz mısrâlarında vücut bulan ateş…
Ney gibi inleyenlerin sesi olan ateş…
Ve “Bu bir kuru hava değildir” diyen Hz Pîr‘in “Kimde bu ateş yoksa o yok olsun.” dediği ateş…
Çiğleri de pişiren, âşığı da arındıran bu ateş…Bu ateşin yanında alaz alaz yükselen bilindik ateşin ne kıymeti var ki?
Onun içindir ki Hz. İbrâhim‘i bu ateş yakamamıştır.
Yanmak sevdâ işidir, yanmak hâlden hâle geçişin tecellîsidir.
***
Pervâne,
Işığı tavâf eyler,
Döner hâ döner…
Sarhoş olunca
Mâşukası onu yakar…
Âşık ise kıvılcımdır;
Alazdır…
Yanarken hurûc eyler.
Yanmadan mi’râc olmaz!..
Gerisi hikâye…