
Asena Kınacı Moral
Ayşe, yeni odasının penceresinden Atatürk Bulvarı üzerinde birbiri ardınca hızla giden arabaları izliyordu. “Ankara sokakları kış mevsimini her zaman olduğu gibi doyasıya yaşıyor.” diye düşündü. Karla karışık yağmurun bıraktığı ıslak, çamurlu kaldırımlar, havada puslu bulutlar, ağaçlarda ölüyorum diye bağıran turuncu yapraklar… Ayşe “Ankara’ya her mevsim yakışıyor aslında, ama, en çok kış!” dedi. Severdi bu şehri, sokakları, “Memleketimmm!” dedi mi Atatürk’ü de yad eder Fatiha’sını okur, gülümserdi umutlu.
Bugün Ankara bu kış günü yağan yağmurla ağlıyordu. Belki giden yıllara, belki yaşayanların acılarına, belki yaşananların acılarına…Ankara ağlıyordu. Bugün Ankara, sokaklarını ıslatan bu karla karışık yağan yağmurla ağlasa bile Ayşe için her zamanki gibi yine de o çok güzeldi.
Arabalar… Bitmeyen arabalar… Ayşe, çocukken köy pınarından hiç kesilmeden akan suyun nasıl hiç kesilmeden biteviye aktığını anlamaya çalışırdı. Şimdi bu arabalar o köy pınarındaki gürül gürül akan su gibi hiç bitmeden sanki su gibi akıp geçip gidiyorlardı .
Ayşe, yağmur damlalarının tane tane aktığı penceresinin camına dışarıyı daha iyi görebilmek için yüzünü dayadı. Arabalar ile birlikte bu trafikte akan insanlar… Bu insanların hayatları, yürekleri, yüreklerinin içinde barındırdıkları, sevgileri, hüzünleri, umutları, yıkımları, inançları… Çeşit çeşit hikayeler, bedenler… Kim bilir o arabaların içinde nasıl insanlar var? İyiler mi? Yoksa kötü mü? Onların hayalleri, hayal kırıklıkları, umutları, umutsuzlukları, inandıkları, vazgeçtikleri…Neler…Neler…Düşündü.
Ayşe, Ankara’nın havası gibi puslu ve buğulu dalgın gözlerle uzaklara bakarak; “Dünyayı maddeden de manadan da ayrı düşünemeyiz.” diye geçirdi içinden. Odasının küçük penceresi Kızılay’ın ortasında bir giyim mağazasının çatısını görüyordu. Çatının üstünde pencerenin tam önünde reklam panolarından arta kalan kırık dökük kocaman demir parçaları duruyordu. Derin bir iç geçirdi, “En azından çöp atıklarının toplandığı bir yer değil.” diye teselli etti kendini. Çatının bittiği yerde on katlı bir otel, otelin yanında ise bir iş hanı bulunuyordu. Sanki bu iş hanı Cumhuriyet kadar eski, köklü, güçlü görünüyordu gözüne. İş hanına bakmaya dalıp iş hanı için “Cumhuriyet kadar eski, köklü, güçlü…” diye düşünürken, ilk işe başladığı gün gözlerinin önüne geldi özlemle.
İşte tam da bugün, onun işe ilk başladığı günün yıl dönümüydü. O günü, bugün gibi hatırlıyordu. Ayşe üniversiteyi bitirmiş kocaman bir kız da olsa, babası onun elinden tutmuş, birlikte Konya’ya gitmişlerdi. İlk atamasının yapıldığı ilk görev yeri olan üniversite öğrencilerinin kaldığı bu kız yurdunun kapısında babası da o da heyecanlıydı. Bir devlet kurumunun kapısından memur olarak girmek duygusu ayrı bir gurur vermişti ona. Gözlüklerinin üzerinden bakan bakımlı, şık, kıvırcık saçlı müdüre hanım hem babasına hem de ona çok cana yakın davrandı. Babasının o günkü anlayışı ve şefkati bugünde aynı kuvvetle sıcacık sardı bulunduğu odada onu. Aslında babası Ayşe’nin gurbetteki bu işe başlamasını hiç istemiyordu. Kızı, mademki bir iş sınavına girmiş, bu sınavı kazanmış ve bir kız yurduna memure olarak atanmış, üstelik oraya da gitmek ve orada göreve başlamak istiyor, o zaman oraya gitsin görsün, istemişti bir baba olarak. Zaten Ayşe Konya’nın Ankara’ya uzaklığını, iş yerinin soğukluğunu görecek, yabancılarla kalmak istemeyecek ve vazgeçecekti babasına göre. Bu nedenle baba-kız kısa bir tatile çıkar gibi yola çıkmışlardı. Nasıl olsa bir iki gün sonra Ankara’ya döneceklerdi. Ayşe Ankara’ya babası ile birlikte geri dönemedi. O gün resmî işlemler yapılarak Ayşe göreve başladı. O, artık bu devletin bir memuruydu.
Üç yıl Konya’da on bir yıl Ankara’da olmak üzere üniversite öğrencilerinin barındığı kız yurtlarında çalıştı. Türk gençliğine hizmet etmek vazifesini Allah ona nasip etmişti. Ayşe, hep bununla gururlandı, onurlandı. Ayşe öğrencilerini ne kadar çok sevdiğini hatırladı. Öğrencilerine bakınca binlerce Çalıkuşu görürdü. Çalıkuşları ondan bir şey isterse o, yurdun merdivenlerini üçer beşer çıkardı, onların isteklerini yerine getirirdi. Bu genç çalıkuşları okulları bitince yuvadan uçacak, memleketin her köşesinde çalışmaya başlayacaklardı. Ferideler, Emineler, Fatmalar, Sevdalar yurdun dört bir yanına dağılıp okur-yazar, meslek sahibi, anne, eş olacaklardı. O, bunları hayal ederek çalıkuşlarından merhamet ve şefkatini esirgemezdi.
Her yılın sonunda yurtta kalan son sınıf öğrencilerin mezuniyeti için kına gecesi düzenlenirdi. Yılsonu mezuniyet eğlencesi demek olan bu kına geceleri aklına gelince gözünde biriken gözyaşını eliyle silip yine gülümsedi. Mezuniyet gecelerinde kız öğrencilere kına yakarlardı. Bu mezuniyet gecelerinde mezun olan öğrencilerin ellerine yurt görevlisi hanımlar kına yakarken öğrenciler onun gözüne, vatana adanmış birer çiçek gibi görünürdü. Kına yakmak Anadolu’da öyle de sayılırdı. Ayşe’nin Bitlis’in Ahlat ilçesinde yirmi yıl sonra gördüğü bir öğrencisi bu düşüncesini haklı çıkarmıştı. Bir eğitim programında, programın akışına odaklanmışken beyaz tenli, başörtülü, genç ve güzel bir hanımefendi: “Hocam ben sizi bir yerden tanıyorum, ama nereden?” dedi. Oradan mı buradan mı derken öğrencisinin Ankara’da üniversitede okuduğunu, kendi çalıştığı yurtta kaldığını öğrenince yurttaki o eski günleri birlikte yâd ettiler. Sevda, Ahlatlı bir Türkçe öğretmeni ile evlenerek Ahlat’a gelmiş, Halk Eğitim Merkezi’nde Ahlatlı kadınların, annelerin, bacıların, kardeşlerin, genç kızların öğretmeniymiş. İşte onlar bu yüzden Ayşe’ye göre yuvadan uçup giden vatana adanmış birer çiçektiler.
Ayşe’nin yurttaki mesaileri, hele nöbetleri hatıralarla doluydu. Ayşe’nin nöbetçi olduğu bazı günlerde, gecelerde birden fazla öğrencisi hastalanırdı. Ayşe onların odalarına gider, eliyle onların alınlarını kontrol ederdi, onları bir anne gibi okşar, severdi, gerekirse onları hastaneye gönderirdi. Arkadaşı refakatinde hastaneye giden öğrencisi hastaneden dönene kadar Ayşe oturup onları beklerdi. Hastanede uzun kalan öğrencisi olursa, hayırlı, sağlıklı, sıhhatli haberini alana kadar gözüne uyku girmezdi.
Tüm sosyal ortamlar gibi yurtların da kendine özgü ortak kültürü vardı. Mesela kız öğrenciler çok hastalanırdı, onların sürekli başları ve karınları ağrırdı. Hepsi hastalanınca muhakkak ağlamaya başlarlardı. O güzel çocukların ağlamaktan yüzleri kızarır, gözleri şişer, sesleri kısılırdı. Bazen hıçkırıklara boğulurlardı. Bazen ağlarken düşüp bayılıverirlerdi. Yurtta kalan kız öğrencileri susturmak için onlarla ilgilenmek, onlara şefkat göstermek gerekirdi. Kız öğrencilerin bayılma nedenleri gibi bayılacakları yer de hiç belli olmazdı. Onların bayılacağı yer, yurdun her yeri olabilirdi. Kız öğrenciler tuvaletler, banyolar, merdivenler, koridorlar, yemekhane, çalışma salonu derken hiç yer ayırt etmeden bulundukları her yere düşüp bayılabilirlerdi. Bir yurt memuru, öğrencinin kolu bacağı kırılmış olmasın diye dua ederken, bayılan ve ağlama nöbetleri geçiren öğrenciyi de sakinleştirmek için kendisi de eziyet çekerek yorulurdu. Hatta bu hikâyenin sonu öğrencinin ambulans ile hastaneye gitmesi ve kocaman bir iğne ile sakinleştirilerek geri dönmesi demek de olabilirdi. Genç kızların yaşadığı bu bayılma nöbetlerinin çoğu aşk acısı, sevgilinin terk etmesi, aile özlemi, sınav korkusu, ödev yetiştirememe kaygısı gibi nedenlere dayanıyordu. Ayşe böyle zamanlarda sakinleşmeye aday kız öğrencisine sabaha kadar telkinlerde bulunurdu, öğrencisinin yüzü gülerse o da sevinirdi. Aşk acısı derdini çözemezdi. Adem ile Havva’dan bu yana aşk konusuna çare bulunmazken o aşk acısıyla ağlayan, üzülen, inleyen öğrencilerinin yaralı kalplerine nasıl merhem olabilirdi?!. Ama yine de teselli etmek için uğraşırdı, başlarını okşardı, anlattıkları her şeyi dinlerdi, her şeyin iyi olacağına dair umutlu konuşurdu. Ertesi gün ise dün yaşadıklarından sonra biraz da utanarak yanına gelip teşekkür eden öğrencisinin toparlandığını, acısının hafiflediğini de görünce “Boş değilmiş uğraşmam.” derdi, sevinirdi.
Gençlerin kanı deli akar, gençlerin ne yapacağı belli olmaz derdi Ayşe’nin babaannesi gençler üzerine sohbet ederken. Yurtta çalıştığı zamanlarda hem kendi gençliğini düşünerek hem de gençleri gözlemleyerek babaannesinin ne kadar doğru söylediğini düşünmüştü daima. Acaba yıllar önce kendini on beşinci kattan atan öğrencinin derdi neydi? Ayşe’nin meslek hayatında bir öğrencisini kurtaramamanın vicdan azabı ve daima içini kemiren merak bugüne dek onunla birlikte yaşamıştı. Ayşe, o çocukla konuşsaydı, ona anlatsaydı, onu sevseydi, tutsaydı onun ellerini: “Kızım!” deseydi, “Daha yaşanacak çok güzel günler var.” deseydi, “Saydığın sebepler on beşinci kattan kendini boşluğa bırakmana değmez.” deseydi, sonuç değişir miydi?.. Ayşe “ Onu kurtaramadık, kurtaramadık !” diye yerde yatan genç bedenin etrafında tavaf eder gibi dönerken, yaşça büyük olan ve ondan daha mantıklı düşünebilen müdür yardımcısı Mukaddes Hanım onu kolundan tutup sarstı, ona sert bir tokat attı. “Kendine gel, hiçbir şey yapamazdık. Kurtaramazdık onu.” dediğinde de derin bir çaresizlikle her şey o an bomboş gelivermişti. On beşinci kattan kendini boşluğa bırakan gencecik bir bedenin tüm kemiklerinin kırılarak yerde yatışı, taze bir fidanın kırılması gibi Ayşe’nin gözünün önünden hiç gitmedi.
Şimdi kapısı kapalı odasının penceresinden dışarıyı izlemeye devam ediyordu. Zafer Çarşısı’nın önünde yürüyen bir insan seli ve hareketlilik vardı. Onun odasında ise bugün bir sessizlik, dinginlik, yüreğinde bir hüzün vardı.…Zıtlıklar… dedi gülümsedi. Düşündü. On beş yıl nöbet odasının belki yirmi yıldır da odasının kapısını hiç kapatmadı. Belki yine kapatmaz ama bu birimin kurallarına da uyum sağlamak istiyor. “Devlet kapısı hep açık olmalıydı.” ona göre. Ayşe, öğrencileri rahatlıkla gelip ona her şeyi sorabilsinler, ondan isteyeceklerini isteyebilsinler, ona karşı rahat olsunlar, isterdi. Ayşe’ye göre her dakikası onlara bir şeyler anlatarak, öğreterek, onların sorduklarına cevap vererek, onların isteklerine yetebilmekle geçmeliydi. Bu vazifeydi. Vazife onun için kutsaldı. Bu inancı onu çalışırken yorsa da terletse de alnındaki ter, bedenindeki yorgunluk onun atalarına karşı onuruydu.
İnsanoğlu hayatta her şeyin olabileceğini, yaşanabileceğini bilse de olmazların olabileceğine inansa da başına gelip yaşadığında insanın hayatında yarattığı etki daha şaşırtıcı ve inanılmazdır. Bundan bir on yıl önce bir yemekli toplantıda, Edirne’de Türkçe öğretmenliği yapan bir öğrencisiyle Antalya’da karşılaşıp, kucaklaştığında umutların yeşerdiğine de tanıklık etmenin gururunu yaşadığında bu karşılaşmanın inanılmazlığını eşine dakikalarca anlattı. Bir konserde ise yanına gelen genç bir hoca hanım,” Beni tanıdınız mı hocam? dediğinde mesleğinin on beşinci yılındaydı. Bu çekik gözlü kız öğrenciyi hatırlamıştı. “Sen benim nöbetlerimde boş koridorda kütüphanenin önünde sandalyede duvara karşı kitap okuyan çocuksun.” dedi şaşkınlıkla… Ayşe’nin ellerini avuçlarının içine alarak, ona sevgiyle gülümseyen çekik gözlü kız öğrencisi sözlerine devam etti. “Ben bayramlarda hiç memleketime gidemezdim, paramız yoktu. Siz hep bayramlarda nöbetçi olurdunuz. Benim bayramımı kutlardınız. Ne yeseniz ikram eder, yememizi isterdiniz. Her zaman çalışma salonunda yer bulamadığım için, yüksek sesle çalışarak daha iyi anladığım için sizin odanızın karşısındaki kütüphanenin görünmediğini düşündüğüm köşesinde ders çalışırdım. Bir gün gece geç saatlerde ders çalışırken uyumuşum. Siz karşı odada çalışıyormuşsunuz, beni öyle görünce bir battaniye bulup üzerime örtmüşsünüz. Uyanıp ne olduğunu anlamaya çalışırken siz bir anne edasıyla şefkatli bir sesle hadi odana çık, uyu, hastalanacaksın demiştiniz saçlarımı okşayarak…Hatırladınız mı, hatırladınız mı?..” diyordu.
Ayşe, on beş yıl, bin üç yüz öğrenci kapasiteli yurtta öğrencileriyle öyle çok özel anlar yaşamış, onlarla dolu anılar biriktirmişti ki öğrencisini hatırladı ve sordu ona. “Nerde çalışıyorsun?” Öğrencisi Ankara’da Yenidoğan semtinde Türkçe öğretmenliği yapıyormuş, bir piyes hazırlamış öğrencileriyle birlikte Milli Mücadele’yi anlatan…Gösterime girecekmiş 23 Nisan haftası. Heyecan içinde anlatıyordu çalışkan öğrencisi, şimdi çalışkan bir öğretmen olmuştu. “O kadar yoksul ve çaresiz bir çevre ki, ellerinden birinin tutması gerek hocam. Sizler bizim ellerimizden tuttunuz, sıra biz de.” dediğinde o da içinden “İşte bu.!.” demiş mesleğiyle bir kez daha gurur duymuştu.
Kurumunun başka birimlerinde çalıştığı son on yıl ile birlikte çalışma hayatının yirmi dördüncü yılında, ilk işe başladığı günün yıl dönümünde, bu sabah, Atatürk Bulvarı ve Zafer Çarşısı’nı gören odasının penceresinden gelecekten hiç ümidi kalmamış olan Ayşe, yorgun, bitkin, hayal kırıklıkları ile dolu bir yürek ile haksızlıklara karşı tek başına mücadele etmenin yorgunluğu ve yalnızlığı ve belki de yenilgisi ile akmasını istemese de gözünden akan bir damla yaşa engel olamadı.
Kapı tıkladı. Postacı içeriye girdi. “Posta! Ayşe Hanım.” Odasına gelen misafirine gözyaşını hissettirmek istemediği için gülümsedi. “Hoş geldin Asım Bey, söyle bakalım çocuk, bana ne haberler getirdin? Bugün kaç tane hediyem var?” Asım gülümseyerek “Beş zarf …”diyerek elindeki zarfları uzattı. “ Getirdim, ama içindeki haberleri bilmiyorum.” dedi şaka yaptığını belli ederek. Ayşe resmî olarak paketlenmiş zarfları teslim aldı, teslim aldığını kanıtlayan imzaları attı. Postacı çocuk hızlıca gözden kayboldu. Şimdi Ayşe’nin beşinci, altıncı, yedinci katlara teslim edilecek beş tane zarfı vardı. Heyecanlandı. Çalışmak güzeldi. Olsun! Böyle olsun! Ona bir oda, bir masa, bir bilgisayar ve bir iş verdiler ya yetmez mi? İnanarak söyledi. Zarfları eline alıp sahiplerine teslim etmek için odasının kapısından çıktı. Dilinde duasıyla asansöre bindi.
Yaşasın vatan!
Varolsun Devlet!