Dr. Abdülkadir SEZGİN
Müfessir, Muhaddis ve Tarihçi olarak bilineKn İbni Kesir (701-774)in “Elbidaye Ve’n Nihaye” adlı meşhur tarih kitabı, “BÜYÜK İSLAM TARİHİ” adıyla Diyanet İşleri Başkanlığı Din işleri Yüksek kurulu üyesi Mehmet Keskin’in tercümesiyle 1994 yılında dilimize kazandırılmış ve Çağrı Yayınları arasında 15 cilt olarak basılmıştır.
Bu kitabın 8. Cildi ağırlıklı olarak Kerbela olayına ayrılmıştır. İbni Kesir bu ciltte son derece önemli bilgilere yer vermektedir.
Bunlar arasında özellikle Hz. Ali’nin başkenti Kûfe’de yaşayan Hemedanlılar’dan bahsederken, 301-302. Sayfalarında;
“Abdullah bin Numeyr: Kûfe’de Cad suyu denen yerde Hemedanlıların yaşadığı mahallede bir ev satın almıştı. Yanında Nemir bin Kasıt kabilesinden olan karısı da vardı”, diye anlatılırken, bugün Türkmenistan’ın bir şehri olan Hemedan’dan gelen Türklerin bir mahalle oluşturduklarından bahsetmektedir.
Bilindiği gibi Hemedan, Ahmet YESEVİ’nin din ve dünya ilimlerini öğrendiği Yusuf Hemedani’nin adı ile şöhret bulmuş bir Türk şehridir.
Merhum M.Asım Köksal dahil pek çok yazar Kerbela’da Hz. Hüseyin’le beraber ve O’ndan önce şehid olan pek çok kişinin adını (künyesini) tam olarak yazmadıkları için bu insanların tamamının ya Ehlibeyt ailesine mensup olanlar, ya da diğer Arap kabilelerinden oldukları zannedilmektedir.
Üzülerek belirtmeliyiz ki, Kerbela’dan bahseden pek çok yazar “Hemedan” kelimesini “Hemdan” olarak okumuş ve bunu bir Arap kabilesi gibi tercüme etmişlerdir. Bu yanlışın kaynağının “Hemedan” kelimesinin Arapça dil yapısına uymaması olmalıdır. “Hemedan” diye bir şehir veya bölgenin varlığından haberdar olmayanların bunu “Hemdan” olarak okuyuşlarını bilgi eksikliğinin sonucu olarak değerlendirmek gerekiyor.
Hz. Hüseyin’in yanında yer alan ve şehit olanların adları ve şahadet hikâyeleri pek çok kitapta olduğu gibi, M. Asım Köksal Hocanın “Hz. Hüseyin ve Kerbela Fâciası” adlı eserinde de vardır. Fakat isimler tam olarak alınmadığı için bazen karıştırılmaktadır. Anlatılan kıssalarla, yarısı alınmış isimler birleştirildiğinde mesele aydınlanmaktadır.
Ayrıca, Şii dünyasında son derece önemli bir yer tutan “EBSÂRU’L AYN Fİ ENASU’L HÜSEYİN (ALEYHİ VE ALEYHİMÜS’SELAM) adlı çok farklı yazarlar tarafından kaleme alınmış Hz. Hüseyin’le Kerbela’ya giden insanların hayat hikâyelerini yazan kitaplar vardır.
Elimizde bulunan Muhammed İbnu’ş-Şeyh Tahir Es-Semavi’nin yazdığı Necef, Matbatu’l Edebiyat’ta basılmış tarihsiz olan kitapta da benzer 110 kişinin ismi yer almaktadır.
Özellikle Aleviler arasında Hz. Hüseyin’in Kerbela’ya 72 kişilik bir aile efradı ile gittiği söylenmekle birlikte, Kerbela şehitlerinin sayısı da 72 olarak bilinir. Hâlbuki Hz. Hüseyin Kerbela’ya aile fertleri ve ve yakın akrabaları ile değil, yanında çalışanları (köleler) ve kendisine bu yolculukta eşlik etmek isteyenlerle birlikte gitmiş, ayrıca Kerbela’ya gelip konuşlandıktan sonra da Kûfelilerden de kendilerine katılanlar olmuştur. Yukarıda kendisinden bahsettiğimiz “Abdullah bin Numeyr” ve eşi bunlardandır.
Şehit sayısında ise, ittifak yoktur en az 72 ve en fazla 87 kişinin şehit olduğu kaynaklarda belirtilmektedir. Şehit olduktan sonra başları kesilerek gövdesinden ayrılanların syısını da İbni Kesir 72 olarak vermektedir.
Biz bu kitabın üçüncü bölümünde yer alan Hemedanlılarla ilgili bölümden 6 şehid’e ait künye vermekle yetiniyoruz.
- Şevzeb İbnü Abdullah El-Hemedani: Eş-Şakir’in azatlı kölesi. Abis bin Ebi Şebibü’ş-Şakiri İle Hz. Hüseyin’in yanına vardı. “Resulullah’ın kızının oğlunun yanında ölünceye kadar savaşacağını” söyledi. Ali’nin rivayet ettiği hadislerin hafızı olarak biliniyor. Hz. Ali taraftarlarına hadis dersleri vermiştir. Savaş başladığında ilk savaşanlardan ve ilk şehitlerden oldu.
- Ziyad Ebu Amretil- Hemedani Es- Saidi, (lakabı: Ebu Amra): Babası sahabilerden… Fazla ibadet edişi ile meşhur. Savaşmış ve o da şehitler arasında…
- Habeş bin Kays ibni Haris el Hemedani En-Nihemi : ( Dedesi sahabilerden. Zeki bir insan olarak biliniyor. Şehitlerden.
- Suvar ibni Mün’im El Hemedani: Hz. Hüseyin’in askeri olarak savaşmış, esir alınmış ve daha sonra şehit edilmiş…
- Hanzalatü’ bnü Es’ad bin Abdullah bin Es’ad bin Haşid bin Hemedan El Hemedani Eş–Şibami:
- Hüseyin’e:
“ – Artık Ahirete gitsek de, kardeşlerimize kavuşsak olmaz mı?” diyerek savaşmak için izin istemiş, Hz. Hüseyin de:
“ – Git dünyadan ve dünyadakilerden hayırlı olan imtihansız ve iptilasız mülke!” demesi üzerine de,
“ – Sana ve senin Ehlibeytine selam! Allah, bizi Cennette kavuştursun, buluşturun” demiş.
Hz. Hüseyin, “Amin” dedikten sonra savaşa başlamış… O da şehitler kervanına katılanlardan…
- Vadıh El Türki: “Es-Selmani”nin kölesi… Cesur ve kahraman olarak anlatılıyor. Kerbela’ya Cünadet ibnü’l Haris’le birlikte gelip Hz. Hüseyin’e katılmış. Şiirler okuyarak hasmına saldırırmış. On muharrem günü yaralanmış yere düştüğünde Hz. Hüseyin başını kucağına alıp, teselli ederken,
El Türki:
“-Kim benim gibi olabilir ki, Peygamberin torunu beni kucaklıyor, yanağım O’nun yanağında” derken ruhunu büyük bir mutlulukla Hakka teslim ediyor.
BİR ÖZELEŞTİRİ VE BİZ
Eskiden pek çok ağabeyimiz, hocamız, dostumuz, arkadaşımızla Hz. Hüseyin’in şehid edildiği Kerbela’da hiçbir tarafta Türk olmadığından bahisle, farklı yorumlar yapardık.
Şimdi anlaşılıyor ki, bu facianın yaşandığı olayda Türkler de vardır ve bunda kuşku yoktur.
Demek ki, o tarihte Kerbela’ya katılmış olan Türkler Kutlu peygamberimizin torunu, Hz. Fatıma’nın, Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin tarafında idiler.
O faciada hiçbir Türk olmasa da durum değişmeyecekti.
Bu zulüm hâlâ İslam dünyası içinde fesadın, ihtilafın ve bölünmenin kaynağı veya sebebi olmaya devam ediyor.
Hz. Ali’nin başkenti Kufe halkını, Hz. Hüseyin aleyhine çeviren makam ve ikbal vaatleri dışında halka dağıtılan para ve malzemeler artık gün aydınlığında görünüyor.
Yezid’in, babasından öğrendiği, un yağ, şeker dağıtarak insanları siyasi taraf (yandaş) haline getirme metodu ise, bütün dünyada yaşanan uygulamaya dönmüş…
“Ehlibeyt Ailesi”ne mensup lider kadrolarda yer alan insanların beyanlarına göre; Milleti ve devleti ile küresel emperyalizmin tam olarak kuşatamadığı tek bağımsız İslam ülkesi olarak kabul edilen ülkemizin bütün dünya Müslümanlarını ecdadımızın “i’lâyı Kelimetullah” dediği yüksek ülküde birleştirme, barıştırma ve buluşturma şansı olduğunu kabul etmeliyiz.
Böyle bir şanslı insanlar olarak adımızdaki Sünni, Şii, Alevi gibi sıfatları bir kenara koyarak, merhum Özal’ın ABD ziyareti sırasında kendisine sorulan, “Azerbaycan’ı siz mi tahrik ediyorsunuz?” sorusuna verdiği cevab olan, “Onlar şii biz Sünniyiz” sözüne karşı ülkemizde kendiliğinden ortaya çıkan sıloganı hatırlayalım:
- “Ne Şiiyiz, ne Sünni. MÜSLÜMANIZ, MÜSLÜMAN”.
1992 Mayısında Azerbaycan’a görevli olarak gittiğimde, Azerbaycanda pek çok insan, “Cumhurbaşkanı Turgut Özal böyle bir söz dedi ama, sehvettiğini başa düşüp, arvadınız bize gönderip, özür istedi”, dediklerni bu günki gibi hatırlyorum.
Bizler de ne yanlış yapalım, ne de özür isteyelim.
- Neden mi?
Türk devletleri olan Selçuklu ve Osmanlı’da sadece Yahudi ve Hıristiyanlara değil, ateşe, güneşe, şeytana tapanlara da müdahale edilmeyişi, hatta bunların daha serbest ve daha güven ve barış içinde dinlerini yaşayabilmeleri için belli bir düzen ve hiyerarşi kurmalarına yardımcı olmuşlardı.
Unutmayalım ki Yahudi işgali altındaki topraklarda bulunan Kudüs’deki mabetler, Mescid-i Aksa dahil, hâlâ Osmanlının kurduğu düzen ve hiyerarşiye göre faaliyet göstermektedir.
Türk Milletinin karakterinde ve mayasında bu geniş sevgi ve insanlara insanca davranma yaşama biçimi haline gelmiştir. Bundan asla vazgeçemeyiz.
Ne Şii, İsmaili, Zeydi Müslümanları, ne de daha başkalarını İslam dairesi dışında gösteremeyiz; aşağılayamayız.
Bizim Müslümanlık anlayışımıza göre, “Kelime-i Tevhid” veya “Şehadet” okuyan ve kendisini Müslüman sayan insan, Müslüman’dır. Her Müslüman diğer Müslümanların kardeşidir.
Hal böyle iken ülkemiz insanlarını bize, kim, nasıl düşman edebilir?
Bu inancımızı bir hayat tarzı, bir yaşama biçimi olarak da herkese göstermeliyiz. Bunu yaptığımızda, inanın herkes bizim gibi davranacaktır. İnançları, hesapları kendilerine. Hesabı görecek Ulu Tanrı’dır. Onun işine karışmak ise, kimin haddine?
Sevgisi yüreğinden taşan ve çağları aşan Yunus Emre gibi davranalım. Öfkelerimize hakim olmaya gayret edelim ve her şeyi ve kerkesi sevmeyi bir deneyelim.
- Sevmeyen insan sevilir mi?
- Bırakın insanı, yerini sevmeyen taş, o yerde durur mu? Elbette yerini sevmeyen taş yerinde durmaz, ilk fırsatta yuvarlanır ve yuvarlanan taş kırılır, parçalanır.
“Sevelim, sevilelim” Yunus Emre aslında bize, “Sevelim ki, biz de sevilelim” demek itiyoruz.
Türk İslam ülküsü dediğimiz kültürel temelimizin hedeflediği hayat da işte budur.
(İlk yayını 20 Kasım 2012)