Kemal Çopuroğlu
Titreşir gökte üşüyen yıldızlar birer birer,
Zemheri üzerime buzdan bir yorgan serer.
Geceleri bir çocuk girer düşüme,
Fısıldar kulağıma
Kardan adam:
-Bana sarıl, üşüme…
Bindirir rüzgâr bizi zamânın tahta atına,
Uçurur, atar bizi bir yol çatına,
Mâzidir bu yol çatının adı,
Onunla dertleşmektir çocuğun murâdı…
Ve şimdi
Bir kez daha tut elimden zaman!
Tahta atına yeniden bineyim,
Götür beni çok uzaklara,
Çocukluğuma
Geri döneyim…
***
1915 senesi,
Yer Keşan Asker Hastahânesi,
Sıhhiye Birliği’nden büyük dedem
Hâfız Mehmet, Rütbesi Şehâdet,
Makamı emsalsiz bir ebedî saadet…
Yerleşirken şerefli makâma
O Çanakkale şehîdi
Zemherîde,
Tam üç yetim bıraktı geride…
İki ağabeyin küçük bacısıydı ninem;
Babasız büyümenin acısıyla
Yüzünden hiç eksik olmadı elem.
Şehit olmazdan evvel babası, Çerkeş Rüştiyesi’nde Başmuallim,
Seferberlik‘te ise sıhhiye bölüğünde neferdi;
Çanakkale’ye gidip de dönmemek değişmez kaderdi
Ve dul kalan karısı büyükannenin yüzündeki derin çizgilerin Mânâsı hep keder hep keder ve hep kederdi…
***
Evinin ahşap pencerelerinden
Güneşe gülümseyen rengârenk
Çiçekleri vardı.
Ve ninemin seccâdesine sinen
Gül kokulu duâlardı.
İffet örtüsüyle sarmalanan bohçasında koskocaman bir hayat
Ve helâl sürülen bir ömrün her ânının ilmek ilmek düğümlendiği danteller Saklıydı.
En güzel masalları ondan dinlerdik, çocuk nefeslerimizi tutup,
Bütün hayal ve ümitlerimiz yastık altlarımızda;
Tıpkı bayramlık ayakkabılarımızı sevip okşadığımız gibi sevip okşardık Bugüne ve yarına dâir ne varsa.
Sonra şehir kirlenmemişti bu kadar,
Bu kadar kasvetli değildi ağaçlar;
Gurbete uzanan yollara kendini adamışların,
Pencerelerinden başlarını uzattığı,
Bizim de onlara el salladığımız
Kara trenlerin önünden geçtiği, iki katlı, cumbalı kerpiç evinin bahçesinde
Tadına doyamadığımız mürdüm erikleri ve elma ağaçları vardı.
İçtiğimiz su değil, âb-ı hayattı
Ve onun yanındayken her mevsim bize bahardı.
Rüştiye mezunuydu;
Hem okur hem yazar hem münevverdi ve ilk hocamızdı;
Her kula cümle işte vâcip olan Besmele’yi de bize ilk öğreten oydu…
Sübhâneke’yi,
Fatihâ’yı ve diğerlerini hıfzederken torun tayfasında
İpler kopup da şamata başlayınca, usûlünce yatıştırmak adına en yaramazımıza secde vaziyeti aldırır ve “el el üstünde kimin eli var“ı oynatırdı ve sırt sıvazlanırken berâberinde kutsî bir âyini terennüm edercesine koro hâlinde başlardı şu tekerleme:
” İsmillerin bayırına,
Çingen konmuş çayırına,
Anan baban hayırına…”
Ebe olan yanılırsa şayet tahmininde,
İnerdi sırtına yumruklar peş peşe
“Gümbüdü gümbüdü güm!..” sesleriyle…
Gülüşmeler gırla giderdi,
İşte ninem bizi böyle terbiye ederdi.
***
Bahçesinde taştan ocağı,
Üzerinde bükme ve bazlama yaptığı kapkara bir sacı vardı
Ve o kara sacı ejderha dili alevler yalardı.
Attıkça çırpıları sacın altına,
Gözlerimiz âteşin ziyâsına dalar dalardı…
Tütsü tütsü tütsülenirdi üstümüz başımız,
O çevirirken “kıymalı bükme”leri aşırırdık ucundan kıyısından,
Kurt gibi acıkırdık,
Bilmem ki memleketin
Ya havasından ya suyundan…
Aklımız ermese de bazı şeylere,
Henüz küçüktü yaşımız,
Allah’a binlerce şükür, soframızdan hiç eksik olmadı ekmeğimiz aşımız…
***
Bahçesinde, eski şiirlerde resmedilen uzun perçemli, zülüfleri, kâkülleri yanağa dökülen bir sevgili gibi gümrah dalları aşağıya doğru sarkan salkım söğüdün altında yazları kurulan büyük sofranın etrafında bütün âile toplanır, özellikle bayram günlerinde çeşit çeşit yemekler sofrayı doldururdu.
Neler yoktu ki?..
Tarhana çorbası, bohçamur, pirhoy, parahamur, su böreği, keşkek, yaprak sarması ve daha neler neler…
Bu yemeklerin yanında içilen ve içildiğinde de yemeğin verdiği ağırlığı alan, şekeri yok denecek kadar az, ağızda mayhoş ve kekremsi bir tat bırakan kızılcık şerbeti de ninemin bahçesinden toplanmış kızılcıklardan yapılırdı. Yemekten sonra da âfiyetle birer ikişer mideye indirilen cevizli, tereyağlı burma baklava…
Mideler epeyce sakinleştikten sonra üzerine içilen koyu çay eşliğinde en az çay gibi kıvâmında demli sohbetler…
Yâni anlayacağınız,
İnsanların ve yakın akrabanın dahi henüz robotik bir hâl alarak makineleşmediği, âile ve kardeşlik hukukunun terk edilmediği ve fertlerin birbirlerinden kaçıp uzaklaşmadıkları bu güzel anları ölümsüzleştirirken uzun yıllara meydan okuyup direnen, direnirken de sararıp matlaşan siyah beyaz fotoğrafa çizilen bir saadet tablosuydu o günler…
***
Akşamları, evin ikinci katında cumbanın ekli oluğu salonda toplanılır; duvarda asılı, camı isli gaz lambasından yükselen alevin fersiz ve titrek ışığı altında, salona yayılan gaz kokusunun genzimizi yakmasına aldırış etmeden büyüklerin anlattığı memleket hikâyelerini büyük bir heyecanla pürdikkat dinlerdik.
Arada bir titrek ışıkla salondakilerin, bembeyaz kireçle badanalanmış duvarlarda şekillenen gölgelerinin hayâletler gibi tuhaf bir şekilde raks etmesi, anlatılan hikâyedeki heyecan verici unsurlarla birleşince içimiz ürperirdi.
Gece yarısı olup da yatma vakti gelince ninem yün yatakları yere serer ve biz derin bir uykuya dalardık.
***
Bu evdeki ilk uyku felâketini de hiç unutamam.
Gecenin bir yarısı sarsıntı ve takırtılarla uyandım; uyku ile uyanıklık hâli arasında bocalayan aklım sanki bana bir oyun oynamaya başlamıştı. Akşamleyin dinlediğim hikâyedeki eşkıyâlar ninemin evini mi basmıştı ve bu takırtılar da onların atlarının nal sesleri mi acaba, diye düşündüm kendi kendime…
Evde benden başka kimse uyanmamıştı ve herkes mışıl mışıl, horul horul uyuyordu.
Evin, yukarıya doğru kaldırılarak açılan menteşesiz, kızaklı ahşap pencerelerindeki camlar şıngırdıyor, tavanı kuşatan ve kiriş vazifesi gören ağaç direkler sanki bir o yana bir bu yana gidip geliyordu.
O korku ve heyecanla, ninemin yattığı odaya gittim, ona sarıldım ve çok korktuğumu söyledim, bu gürültülerin nereden geldiğini sordum. Ninem yarı uykulu gözlerle gülümseyerek o yaşlanmış ve nârin elleriyle yüzümü kavrayarak okşadı; o sarsıntı ve gürültüye her gün aynı saatte evin önünden geçen ve Zonguldak’tan maden kömürü taşıyan kara trenin sebep olduğunu söyledi ve beni bağrına bastı. Kurtarıcı meleğim, benim pamuk saçlı ninem ne kadar da güzel görünmüştü o vakit bana… Ve nihâyetinde onun merhametli ve şefkatli kollarında uyumuştum…
Sabah kahvaltıda, gece yaşadıklarım ortaya çıkınca herkesi bir gülme tuttu, meğer benden başka herkes trenin o sesine alışkınmış ve trenin kimse farkına dahi varmamıştı…
***
Karlı bir kış günü, buz gibi soğuğun idraklerimizi dondurduğu bir vakit, başka bir memlekette ve baba evimizdeyken kapımız çaldı; gelen postacıydı ve elinde bir “yıldırım telgraf” vardı. Sonradan dayımdan geldiğini öğrendiğimiz o yıldırım telgrafın hepimizi yıldırım gibi çarpacağından habersiz, önce babamla annemin fısıldaşmalarına, sonrasında da annemin dizlerine vurarak ve hıçkırarak ağlamasına şâhit olmuştuk.
Büyük bir korku ve şaşkınlık içerisinde olup biteni anlamaya çalışıyorduk ki bu endişeli merakımız fazla uzun sürmedi; hıçkırıklarımızı çocuk kalbimizin derin hüznüne katık yaparak biz de bu acıya ortak olduk.
Daha küçücük bir kız çocuğuyken babasının şehâdetiyle yetim kalan, en büyük oğlunu, yâni bizim hiç görmediğimiz büyük dayımızı bir av kazâsı sonrası kaybeden ve oğlunun acısına çok uzun süre dayanamayan kocasını da kaybederek dul kalan; bütün tesellisini çocuklarında ve torunlarında bulan, bizleri büyük bir sevgiyle bağrına basan ninem, o güzel hâtıraları geride, bizleri de öksüz ve mahzun bırakarak Hakk’a yürümüştü.