İRFÂNDAN HÜSRÂNA
Kemal ÇOPUROĞLU
“Murâdın anlarız ol gamzenin, iz’ânımız vardır;
Belî, söz bilmeyiz ammâ biraz irfânımız vardır…”
(Nedim)
Belî, söz bilmeyiz ammâ biraz irfânımız vardır…”
(Nedim)
‘İrfân‘ kelimesine sözlüklerde aşağı yukarı dört ayrı anlam yüklenmektedir. Buna göre: Bilme,anlama; gerçeği anlama konusundaki güçlü sezgi yeteneği; kültür gibi anlamlarının yanı sıra irfân, tasavvûfî alanda, ilâhi sırlara vâkıf olma manâsında da kullanılmıştır.Arapça aynı kökten gelen; sıfat ve isim olarak kullanılan ârif kelimesi de ism-i fâil şekliyle; bilen, anlama ve kavrama gücü yüksek; güçlü sezgilere sâhip kimse anlamlarındadır ve bâzı deyimlerin, atasözlerinin sentaksında ana veyâ tamamlayıcı unsur olarak yer alır:
“Ârif olan anlar / Ârif’e târif gerekmez” vs.
***
Sözlüklerde bu kelimeler birden fazla anlamlarıyla verilmiş olsalar da aslında birbirlerini tamamlayıcı niteliktedirler.Girişte,18. asır dîvân şâiri Nedîm‘den alıntıladığımız beyitte geçen ‘irfân‘ kelimesi; sezgiye dayalı bir bilme ve anlama durumudur.Eskiden Türk coğrafyasında, herhangi bir okulda tahsîl görmemiş ; hattâ okuryazarlığı dahi olmayan pek çok kimsenin irfân sâhibi birer ârif oldukları bilinmektedir.
Büyük bir kültür ve medeniyetin sînesinden doğan bu ‘tip’ler böylesine bir tükenmez kaynaktan beslenerek zengin bir görgü ve hayat tecrübesi ile yaşadıkları toplumu temsil etmişlerdir.Nitekim eserlerinde çok zengin bir Anadolu haritası çizen Reşat Nuri Güntekin bunu şöyle ifâde eder:
“Anadolu âlim değildir,fakat âriftir; kolay tesir altında kalmaz; vak’alar karşısında öyle sağlam mantığı, öyle umulmaz sezişleri vardır ki insanı hayrette bırakır.”
***
Günümüzün varlıklı fakat pek çok meselesine çâre bulamayan “mutsuz” insanına karşı sınırlı imkânlara sâhip de olsa eski “ârif” insan tipi; yaşadığı dönemdeki problemlerine pratik çâreler üretmesini de bilen “mutlu” bir insan olarak karşımıza çıkmaktadır.Çağımızın insânı, kalabalıklar içerisinde kendisini yalnızlığa mahkûm etmiş; eski paylaşımcı, kolektif toplum rûhunun yerini ferdiyetçi, ben merkezli ; “sanal” denilen âleme kendisini hapsetmiş bir toplum yapısı almıştır. Eski zamânların köy kahvehânelerinde, âşık meclislerinde uzun kış geceleri anlatılan dinî kıssalar, destanlar, halk hikâyeleri, menkıbeler vs, okuryazar olmayan geniş halk kitlelerinin kişilik gelişiminde ve eğitiminde mühim bir rol oynamış ve bu mekânlar adetâ ârif yetiştiren “irfân mektepleri” vazifesi üstlenmişlerdir.
***
Okuryazar olmayan Âşık Veysel‘in kulağına: “Uzun ince bir yol- İki kapılı han,” vb. metaforları fısıldayan irâde ve kudret nedir?Bilmem ne kadar kitap bastırmış, unvan sâhibi hangi hoca, öğretmen akademisyen bu hissiyâtı Veysel kadar derin, güzel ve etkili biçimde ifâde edebilir ki?..
***
Çağımızda “eviyle işyeri arasında mekik dokuyan; otomobilinden hiç inmeyen, yemeğini bile genellikle kafeterya ve restoranlarda yiyen, sosyal medya bağımlısı şehirli insan” tipi bu duygulara oldukça yabancıdır.Geçmişte derin bir tecrübe ve görgü birikiminin tesis ettiği ve eskilerin “ferâset” dedikleri sezgi gücünü bünyesinde toplayan ve hazırcevaplığıyla bilinen ârif tipinin yerini günümüzde bencil, fırsatçı ve eyyâmcı insan tipi işgâl etmiştir.Bu bakımdan, yazımızın başlığını da “İrfandan Hüsrâna” diye adlandırdık.
***
Önünde ne var ne yoksa yıkarak ezip geçen bir teknoloji çağının bütün imkânlarını hoyratça kullanan ve toplum rûhunda açtığı tahrîbatın farkında dahi olmayan bir kitlenin ferdi olmaktan duyduğumuz ıstırâbı da ayrıca ifâde etmemiz gerekiyor.İşin en tuhaf yanı da bu rüzgâra kapılanların pek çoğunun da anlı şanlı diplomalara sâhip olmaları…Demek ki iş sâdece bununla bitmiyor.
***
Şâhit olduklarımız, Yûnus’un “Sen kendini bilmezsin / Bu nice okumaktır?” çıkışını teyit eder niteliktedir.
Kelâmı Bursalı Tâlib’in mânidar beytiyle bağlayalım:
“Çeşm-i insâf gibi, kâmile mîzân olmaz; Kişi noksânını bilmek gibi irfân olmaz…”