YARIM KALAN BİR PANKART, YARIM KALMIŞ BİR HAYÂL
Kemal ÇOPUROĞLU
Merzifon’un kışı çetindir; Zemheride ayazı, kışın Tavşan (Taşan) dağında karın beyazı, caddelerde ve yollarda buzu eksik olmaz.Şimdi de böyle midir bilemem ama 42 yıl öncesinden bahsediyorum…
Lise talebesi olduğum yıllarda, Hacıbali, Sofular ve Tekke Mahallelerinin kesiştiği bir noktada kirada oturduğumuz evimizdeki odamda sabah uyandığımda kuzeye bakan pencere camlarında insana eski gravür sanatkârlarının eserlerini hatırlatan, buzlar üzerine çizilmiş onlarca çiçek deseni ve altında da “Kış” adlı ressamın imzası…
Havadaki buharın camdaki buz tabakalar üzerine çiçek desenleri oluşturduğu bir odada ben nasıl buz kesmemiştim?.. O dönemlerde evlerin ortasında bir kömür sobası yanar, diğer odaların kapısı açılır, bu şekilde ısınılırdı. Benim odam ise hem kuzeye baktığı hem de ters bir köşede yer aldığından olsa gerek bu sobanın sıcaklığından hiç nasibini alamazdı. Evet, ben nasıl olmuştu da donmamıştım? Kanımızın deli deli aktığı, kafamızda şimşeklerin çaktığı günlerdi… Soğuğun bile bize yaklaşmaya cesâret edemediği o günler… Gece oldu mu silah seslerinin hiç mi hiç eksik olmadığı; o günlerin tabiriyle “anarşinin kol gezdiği,” kavga ve gürültünün eksik olmadığı günler…
Cumhuriyet Caddesi’nde, şehrin merkezi bir yerindeki üç katlı binanın en alt katı eczane, orta katı ocak, (resmi adı ÜGD) en üst kat da parti binası… Ocak, ” irfan ocağı” özelliğiyle bir eğitim kurumu hüviyeti taşır; öğretmenler ve memleketlerine tatile gelen üniversite öğrencileri tarafından bu irfan ocağında, bizim gibi liseli talebelere millî ve dinî şuur kazandırma gayesiyle toplantı ve seminerler düzenlenirdi. Bu seminerlerde oturulacak yer kalmaz, yer bulamayanlar bile neredeyse iki üç saat süren bu seminerleri büyük bir ilgi ve dikkatle ayakta dinlerlerdi. Oğuz Kağan’dan bugüne kadarki Türk tarihi ve kahramanları, milliyetçilik ve dinî konularda verilen seminerler benim çok dikkatimi çekenler arasındaydı. Benim gibi pek çok arkadaşımın da dinî bilgilerinin temeli bu “irfan ocakları” nda atılmış, hattâ gusül abdesti almayı dahi buradan öğrenenler olmuştur.
Ocakta günlük nöbet listesi uygulanır, her gün iki öğrenci nöbet tutmakla vazifelendirilirdi. Bu nöbetçileri arkadaşları yalnız bırakmaz, en az sekiz on kişiden oluşan bir tayfa da onlara eşlik ederdi. Nöbetçiler genellikle ayak işlerine bakarlar, çay ocağında çalışır ve gelene gidene çay ikram ederlerdi. İçilen bu çaylar eşliğinde de koyulaşan sohbetler gece yarılarına kadar devam ederdi. Hele Ramazan günlerinde bizim gençler, sahura kadar sürekli açık bulunan pek çok dükkanın yer aldığı ışıltılı ve hareketli Cumhuriyet Caddesi’nde bir aşağı bir yukarı volta atarlar, hep birlikte sahur yemeği yenildikten ve Paşa Câmisi’nde sabah namazı kılındıktan sonra herkes evlerine dağılırdı.
***
Yakın siyâsî târihimizde MC diye adlandırılan üçlü koalisyona dayalı Milliyetçi Cephe Hükûmetleri döneminde ocak ve parti binası, ilgili ilgisiz bütün insanların çekim alanı olur; tıklım tıklım dolan salonlarda biz gençlere oturacak pek yer kalmazdı. MC hükûmeti, CHP tarafından bir gensoru önergesi ile düşürülünce de ocak ve partide neredeyse kimse kalmaz, baş köşelerde ahkâm kesenlerin yerlerinde hazan yelleri esmeye başlardı. Ocaktan uzaklaşanları ya Combi’nin kahvehânesinde ya da Zilli kahvehânesinde çok kesif bir sigara dumanı içerisinde kaybolmuş bir vaziyette ve genellikle sabahtan akşama kadar ya iskambil ya da okey oynarlarken görmek mümkündü…
***
Parti ve ocağın en renkli simalarından birisi ise Merzifon’un Yakup köyünden bir Türkmen Alevîsi olan Pala Ahmet Amca‘ydı. O günlerde tahminimce 50-55 yaşlarında olan Ahmet Amca, kocaman ve bakımlı simsiyah pala bıyığı, gıcır gıcır lacivert takım elbisesi, bembeyaz gömleğinden sarkan kravatı, başında kasketi, ayağında iskarpinleri, yakasından hiç çıkartmadığı koskocaman üç hilâlli rozeti ve daima gülen yüzü ile hep dikkatimizi çekerdi. Bu hâliyle Pala Ahmet Amca, Osmanlı’nın ihtişamlı günlerindeki yeniçeri ağalarını hatırlatır; kimseye çay parası verdirmez, yerine göre orada bulunan 25- 30 kişinin de hesabını öderdi. En çok severek yaptığı işlerden birisi de Başbuğ Merzifon’a geldiğinde onun şerefine köyünde kuzular kesip kendisine ve maiyetindekilere ziyâfet çekerek izzet ve ikramlarda bulunmaktı. Biz, Pala Ahmet Amca’yı daha çok bu günlerde görürdük. Başbuğ Merzifon’dan ayrılana kadar yanından ayrılmaz, gidene kadar da kendisine eşlik ederdi. Gençle genç, yaşlı ile yaşlı olmasını bilen fazilet sahibi, cömert, güler yüzlü, hoş sohbet bir amcamızdı.
*** Bizim gibi genç tayfasındandan ve bizden birkaç yaş büyük ağabeyimiz olan Zeki Çalık, ocağın müdâvimlerindendi. Özü sözü doğru, mert bir Anadolu delikanlısı olan Zeki Ağabey bir dönem, ocağımızdaki çay-kahve işlerinde çalışmaktaydı. Çay ocağında kendisine zaman zaman ben de yardım ederdim. Yaz günlerinden birisinde Zeki Ağabey , Merzifon’da bulunan Nato Üssü’nde geçici işçi olarak çalışmaya başlamıştı. Bir gün yanında 30 yaşlarında bir adamla ocağa çıkıp geldi, beraberindeki adamı bize akrabası diye tanıttı ama yüzündeki gülümsemeden bir muziplik olduğunu sezmiştim. Sonunda işin aslı ortaya çıktı; meğer adam, bu Nato üssünde çalışan ve Kızılderili soyundan gelen Amerikalı bir askermiş. Çehresiyle, bıyığıyla bizlere o kadar çok benziyordu ki bizlerden ayırt etmek bir hayli zordu. Adam, tam bir Türk gibi çok sıcakkanlı, güler yüzlü sempatik bir tipti. Hattâ Zeki Ağabey ona işaret ve orta parmakla bilekten kavramalı “ülkücü tokası” yapmayı bile öğretmişti…
***
79 Aralığında Rusya Afganistan’ı işgal etmiş, Rus askerleri burada büyük bir katliama girişmişti. Gelişmeler Türkiye’de herkes tarafından büyük bir kaygı ve endişe ile takip ediliyor, manevi bağımız olan Müslüman bir millete revâ görülen zulüm, içimizi acıtıyordu. Henüz Afgan mücâhitler düzenli bir direnişe geçmemişlerdi ve işgal büyük bir hızla devâm ediyordu. “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” düsturundan hareketle bir şeyler yapmak gerekiyordu ve eli kolu bağlı oturulamazdı. Nitekim ocak yönetiminin aldığı kararla, Rusların Afganistan’ı işgâlini protesto eden bir yürüyüş ve miting düzenlenecekti. Bu mitingin, şanına yaraşır bir şekilde gerçekleşebilmesi için biz gençler de hemen kolları sıvadık. Rus işgâlinin hayâsızlığını ve yapılan zulmü en manidar şekilde tasvir edecek kocaman resimli bir pankart hazırlayacaktık. Bunun için bez, boya, fırça vb araç ve gereçlere ihtiyacımız vardı. Hepimiz cebimizde olan beşer onar lira harçlıklarımızı ortaya koyarak bu malzemeleri temin ettik. Aralık zemherisi başlamıştı, hava çok ama çok soğuktu; miting hemen ertesi günü yapılacaktı ve pankartın yetişmesi imkânsız gibi görünüyordu. Karar vermiştik; gerekirse sabaha kadar uyumayacak ve bu pankartı yetiştirecektik. Depo gibi boş bir bir yerde işe başladık. Pankartta yer alacak temsili resimde; “yerde kanlar içerisinde yatan ölü bir Afganlı, Ayakta bir Rus askeri elinde otomatik tüfek, postalıyla yerdeki Afganlının kafasına basar hâlde” yer alacaktı. Bu resmin hemen her ayrıntısı orada olanların ortak katkısıyla ortaya çıkmıştı. Karikatürize bir ifâdeyle de Rus askerinin başı yerine orak çekiç çizilecekti. Eli resme yatkın olan bir arkadaş çizime başladı. Burada yer alan figürlerin boyanmasına da biz yardım edecektik. Depo çok soğuktu ve nefeslerimiz buharlaşıyordu. Vakit gece yarısını çoktan geçmişti bile… Bir yandan çalışıyor bir yandan da soğuktan tir tir titriyorduk. Karnımız da acıkmıştı ama gecenin bir yarısı zemheri ayazında açık bir dükkan bulmak imkânsızdı ve bulsak bile cebimizdeki bütün paraları pankart malzemesine harcadığımız için yiyecek almaya paramız kalmamıştı. Ellerimiz ayaklarımız dona dona sabaha karşı pankartın sonuna doğru yaklaşmıştık. Resimde yer alan üstteki Rus askerinin boyama işlemi tamamlanmış, altta yer alan “Afgana Hürriyet” yazısı yazılmış fakat gel gelelim yerde yatan Afgan’ın boyama işlemine sıra gelince de boyamız bitmişti. Hayda!.. Tatil günü bu saatte hiçbir nalbur açık olmazdı; düşündük taşındık pankartı yarım yamalak kuruttuktan sonra aldık ocağa götürdük. Hepimizin eli ayağı soğuktan buz kesmişti ve uykusuzluktan ayakta zor duruyorduk. Miting, hemen hemen saat 14.00 sıralarında gerçekleşeceği için “o zamana kadar daha çok vakit var, nasıl olsa yetiştiririz” düşüncesiyle hepimiz evlerimize dağıldık. Eve gider gitmez kendimi yatağa zor attım. Uyandığımda öğle vakti saat 12’yi geçiyordu ve hemen aklıma pankart geldi; apar topar fırladım, koşar adımlarla ocağa yollandım. Ocağa vardığımda bizim pankart ekibindeki arkadaşlar daha yeni yeni gelmeye başlamışlardı. Hepimiz de uyuyakalmıştık ve gecenin bütün yorgunluğunu 3-4 saatlik uyku ile atamamıştık. Bu yüzden de hepimiz uyku mahmuru gözlerimizi oğuşturuyorduk. Pankartın eksik kalan bölümünü tamamlayabilecek hiç mi hiç vaktimiz de yoktu. Zaten insanlar yürüyüş için caddede sıra olmaya başlamışlardı bile… Nasip bu kadarmış deyip rulo yaptığımız pankartı omuzlayıp aşağıya, kalabalığın arasına indik. Yarım kalan bir şeyler olsa da şükür pankartımız mesajını verebilecek durumdaydı ve biz kendi buluşlarımızla , emeklerimizle meydana getirdiğimiz pankartı en önde taşıyacağımız düşüncesiyle sevinçli ve heyecanlıydık. Yorgunluğumuzu filân da unutmuştuk çoktan… Ama işler hiç de bizim istediğimiz gibi olmamıştı… Yürüyüş ve mitingi yöneten büyüklerimiz; aralık zemherisinde elimiz ayağımız buz keserek, sabaha kadar uykusuz ve aç karnına emek sarfederek hazırladığımız bu pankartı elimizden alıp başkalarına verdiler… Böyle bir pankart hazırlama fikri, muhtevası tamamen bize ve emeğimize ait olmasına rağmen yaşımızın küçüklüğü ve boyumuzun kısalığı bahane edilerek gençlik heyecanıyla gururla taşımayı hayâl ettiğimiz pankartı taşıma vazifesi başkalarına verilmişti. Bu hiç de âdil bir davranış değildi; birileri emeğimizi gasbetmiş, hazıra konmuştu. Aldığımız teşkilat disiplini ve terbiyesi gereği, bu karara çâresiz ve itirazsız itaat etmek zorunda kalmıştık. Adalet anlayışından tamamen uzak, karşılıklı gönül rızasına dayanmayan bu emrivâki karşısında, melül ve mahzun bir hâlde yürüyüş gruplarının sonlarında yerimizi almıştık…
Bize kalan tek teselli ise “dünyada ilk defa” Merzifon’da gerçekleşme özelliği taşıyan;”Rusya’nın Afganistan’ı İşgalini Protesto” yürüyüş ve mitingine bizim de bir katkımızın, bu çorbada bizim de bir tuzumuzun olmasıydı. İştirak ettiğimiz bu yürüyüş ve miting ses getirmiş, daha sonraki günlerde aynı protesto yürüyüşü ve mitingleri Türkiye’nin çeşitli il ve ilçelerinde de aynı heyecanla gerçekleşmişti.