Bir Hipnoz ve Kolonileştirme Hikâyesi
MANKURTLAŞTIRMA
Kemal ÇOPUROĞLU
Rehine bırakılmış îmânım,
Zehir emzirmekte bana geceler…
Kum iner,
Akrep siner,
Fikrim yeni kuruntulara gebe
Başlar simsiyah bir işkence;
Kemirir durur kurt gibi beynimi pek zâlimce…
Gardiyanca bir bakıştır gözlerimde zaman
Bülbül pek namert bir gurbete düşmüş,
Gülün dikenlerinde
Katlinden artakalan kan…
Sinmiş şuurumun perdesini aralar,
Muhannetin mezesi olan vatan.
İradem balmumundan,
Geçmek zor bu âteş ummânından.
Raskolnikovca bir vehme düşmekten korkuyorum,
Zîrâ çekmek zor ülkemin doğum sancısını
Ruhum daha imbikten geçmeden,
Linç edilmiş tefekkürüm
Nadasa bırakılmadan…
Yerin tâ dibine gömdüm
Vitrindeki yalanları
Çaktım kibriti,
Yaktım geride kalanları…
Artık benim için ne tasa ne elem,
Ne de yakışır giyotine kellem!..
Mephisto ve Mankurtlaşanlar…
Mankurtistan’da, kuzu postuna bürünmüş Truva atları cirit atıyor… Mephistopeles, yumuşak karınlardan girerek zehrini büyük bir ustalıkla enjekte etmesini biliyor… “Karşıma alacağıma avucumun içine alırım” diyor büyük kuklacı.
Söyleyeceklerini ona söyletiyor; yapacaklarını da ona… Zavallı kukla, kendisini Tanrı sanıyor.
***
Zaman denilen uçsuz bucaksız vâdiyi hoyratça kullanırken, zehirli bağların üzümlerinden koyu kırmızı şaraplar yapıp zavallı insanların süflî benliğini kuşattım. Lazer ışınlarımın pembe siluetinde yarattığım medyatik Afroditlerin şuh raksıyla bîçâre zavallılar, târifi imkânsız bir heyecanla erotik rûyâlar âleminde dans ediyorlar.
Maddeyi soylulaştırdığım günden bu yana, muharref dinlerin enkâzı üzerine yeni mâbetler inşâ ederek Hürriyet Heykeli’ne taş çıkartan mâbûdumu, mabetteki çelik kasaların soğuk kaidesine îtinâ ile oturttum. Üretmeden tüketmeyi öğrettim; her geçen asır, yıl ve ay daha fazla borçlandırıyorum:
Onları, çocuklarını ve çocuklarının çocuklarını…
Beyinleri iğdiş edilmiş kafalar bu maratonda pembe hayaller kurarak koşuşturadursunlar; “Hâfıza-i beşer nisyân ile mâlûldür” sözünü doğrularcasına ve kendilerinde tipik amnesia vak’ası görüldüğünden; öz kültürlerini, dillerini, dinlerini ve tarihlerini hatırlayamıyorlar.
Uyduruk mitlerle beslenen düşünce dünyalarını yeniden kurdum. Yarattığım ne kadar konsorsiyum, tröst ve kartel varsa onlardan elde ettiğim bütün mahsulleri, markaları putlaştırdım. Büyük bir heyecanla bu putlara sâhip olma ve tapma yarışına girdiler.
Modern şövalyelerim, ellerinde turuncu bayraklarla “Kıta kapmaca” oynuyor. Oyun biraz satrancı andırıyor. Tek farkı şu: Siyahlar da benim, beyazlar da… Yâni, kimin galip olmasını istersem o, “şah mat” diyor. Dengelerin fazla bozulmasını da istemiyorum doğrusu; yorulanları ve yıprananları uykuya yatırıyorum.
-Siyah ya da beyaz fark etmez- gâlip şah da mağlûp şah da bir dediğimi iki etmiyor; huysuz çocuklar gibi arada bir ağız dalaşı yapmaları beni çok güldürüyor.
Şövalyelerim, bir misyoner titizliğiyle kılıktan kılığa girip her karede sınırsızca dolaşarak siyasetçi, bürokrat, asker, diplomat, iş adamı, sanayici, gazeteci, sanatçı, mafya mensubu ve her dinden din adamı ile temasa geçip onları, toplumun popüler öncüleri olarak sunuyor; toplumlarda oluşacak kanaatleri benim adıma onlar belirlemeye çalışıyor ve sivil toplum teşkilatlanmalarını gerçekleştiriyorlar. En büyük zevkim; toplulukları etnik, dinî ve mezhebî ayrıştırmalarla birbirlerine kırdırmak. Dünya devleti kurma yolunda lokmalar bütün bütün yutulmuyor ki azizim….
Bütün bunlar sürüp giderken, doymak bilmeyen bir iştahla beslenen mitolojik hayâllerimin üzerine kurmuş olduğum bu âlemde adâlet dağıtıyorum. Sloganlarım, özgürlük, barış, demokrasi sevgi ve hoşgörü üzerine.
Yarattığım “izm’ler” dünyâsında zayıflara ve güçsüzlere tahammülüm yok. Koca Tanrı Zeus gibi yeni Apollonlar yaratıp ateşten oklar yağdırtıyorum üzerlerine; zavallılar korkudan dillerini yutmuş gibiler. Radyoaktif mermilerin tohumunu ektiğim mezarlardan kanlar fışkırdıkça zevkten kuduruyorum!
Onlara Bezm-i Elest’te verdikleri sözü çoktan unuttururken, sahte cennet vaadimin yegâne gıdâsı, Ye’cûc ve Me’cûc’a mukabil kan olmakta; içtikçe içtim, doyamıyorum insan kanına…
***
“Mankurtlaşan insanlığın kulağında çınlayan bir çığlık kopardı Naymanlı Ana. Bir ana merhametiyle oğluna beslediği dizginlenemeyen sevgisiyle ölüme yol aldı dudağındaki beyaz buse ile:
Mankurt olma, oğul! Mankurt olma, ey insan! Mankurtlaşma!”
***
Çıkış…
Akıl kazanında tefekkür aşını pişirmek ne yaman bir işkence…
Bizi doğruya götüren bilgi ya da bilgiler, ancak sorumluluk ahlâkıyla terbiye edilmiş bir akıl tarafından üretilir veya o tip bir aklın içerisinde barınabilir. Üst seviyede akıl diyebileceğimiz; bilgi, erdem ve irfan sahiplerine mahsus akıl, hakikaten insanın sabrını ve iradesini zorlayıcı görünüyor. Çünkü bu akıl sahipleri sürü’den farklı görüyor duyuyor ve düşünüyor. “Kalabalıklara uymuyor, kalabalıkları kendisine uyduruyor; uydurmazsa çarpışıyor.”
Tehlikeyi seziyor, huzursuz oluyor. “Kimsesiz hiç kimse yok, her kimsenin var kimsesi / Kimsesiz kaldım, yetiş, ey kimsesizler kimsesi” mısrâlarını hatırlatırcasına, Allah’a yalvarış feryatlarının sessiz çığlıklarla yükseldiği devirlerde “Ben böyle bakıp durmayacaktım, dili bağlı!” deme irâdesini gösterebiliyor. Baskı ve zulüm karşısında sessiz kalamıyor; hiçbir şey yapamasa bile kendi kendisini yiyor. Bunalıyor; bu bunalımlar yer yer kendisini ilâhî bir isyânâ sürüklüyor. Fırtınalar sona erip dalgalar durulana kadar bu gel-gitler devâm ediyor. Kimi zaman, yığınlar tarafından meczup yakıştırmasının muhatabı olan bu karakter âbideleri erimek pahasına, balmumundan bir gemi ile ateş denizine açılıyor.
***
Zamânı alnının ortasından vurduğumuz gün başladı sorgumuz; billur âvizelerin çelikleşen bakışları altında. Tek suçumuz yalnız olmaktı ve ihtirâsına isyandı bütün keşmekeşlerin…
Mürekkebi kan iken yasaların, değiştirmekti yazgısını yüreklerimizle. Heyhât!.. Onun sesini kimse duyamamış, duysa da anlayamamıştı… Bir kölenin, hürriyetin tadını çıkartmasına denk tatmıştık acısını dikenli teller etimizi yırttığında… Hâlbuki başlangıçtı bitiş sandığımız kaçışlar; nâmütenâhi kapılara açılan. İşte oralarda bir yerlerdeydik.
“Bir kemiğin ardında saatlerce yol giden itlerin bile kimsesizliğimize güldüğü” bir devirde… Bütün kaypaklığına, dönekliğine rağmen dünyânın; hiçbir manyetik alanın câzibesine kapılmadan, kan dolu, “Uzun ince bir yolda,” “Menzil-i maksuda erişmek” için biz; “Mehlikâ’nın kara sevdalıları” sonsuz bir yolculuğa kanat açtık: “Hazreti Ali’nin Düldül’ü, Hızır Aleyhisselâm’ın Benli Boz’u, Battal Gâzi’nin Aşkar’ı, Köroğlu’nun Kır At’ı, Er Manas’ın Ak Kula’sı gibi rüzgâr yelelerimizle uçtuk Kaf dağlarına..
Dilimizde Yûnusça bir türkü: Her dem yeni doğarız, bizden kim usanası…