KAYGILARDAN ÂZÂDE MEVSİMLERDE BAYRAM
Kemal ÇOPUROĞLU
Şimdi her istenildiğinde alınan
Ve daha eskimeden çöpe atılan
Ayakkabı, pantolon, gömlek değil;
Kadri kıymeti bilinen
Ve
Yıllarca giyilen
Bayramlıklara sarılmadan uyuyamayan,
Uyuyunca da
Bir bayram rüyâsı gören:
Gönençli,
Kıvançlı
Ve
Mutlu çocukların bayramıydı bizim bayramlarımız…
Bizi mutlu kılan;
Belki içten bir kucaklanış,
Ve sevgi dolu bir öpülüş
Minicik yanaklarımızdan…
Belki bir badem şekeri,
Belki de bozuk paralardı avuçlarımıza sıkıştırılan…
Paralar bozuk olsa da
Böyle bozuk değildi insanlar,
Böylesine bozuk değildi zaman…
Ârife günü,
Kim bilir
Bayram heyecanı mıydı?
Bilmem ki…
Belki de
İkindi vaktinde atılan üç pâre top atışıydı
Yüreklerimizi üç yerinden hoplatan…
Ne kolej ne sınav çocuğuyduk
Aklımız ne akıllı telefonlarımızda
Ne de sosyal medya hesaplarımızdaydı
Ve
Öğretmenlerimiz
“Tüccar” değil, “adam”dı!
Her bayram,
Limon kolonyası kokan
O mübârek elleri öpecek
Yüzlerce çocuk vardı…
Böylesine saçma- sanal değildi bu dünya;
Ne internette oynanan savaş oyunları,
Ne havai fişek isrâfı,
Bayramda yalnızca elimizde
Capcanlı mantar tabancalarımız,
Tetiğine basınca bir kere,
Çıkardığı sesin keyfine doyum olmazdı…
Bir de kendi imâlâtımız
Bilyalı, tornet denilen üç tekerli tahta arabalarımız…
Yokuş aşağı koyuverdik mi kendimizi
Takur tukur…
Rüzgârdan bile hızlıydı hızımız.
Mevsimine göre
Bayram harçlıklarımızla
Aldığımız kuruyemiş,
Pamuk şeker ve dondurma…
Seyyar lunaparkta binilen atlıkarınca…
Her bayram arifesi gördüğümüz,
Ve hep hayra yorduğumuz rûyâ…
Biz yirminci yüzyılın çocukları,
Hep
Capcanlı,
Hep
Mevsimine göre yaşadık bütün bayramları
Hep gönlümüzce,
Ve doya doya…
Hep doya doya!…
***
“Çocuk gönüllerimizin kaygılardan âzâde” olduğu zamanlardan bir Ramazan Bayramı günü, mahallemizin çocuklarının peşine takılarak ve kapı kapı dolaşıp hep bir ağızdan söylediğimiz; sürekli kulaklarımda yankılanan bir hoş sedâ:
Baklava baklava
Veresiye saklama
Ey kayısı kayısı!
Dibine düşmüş iyisi.
Yağ olmazsa bal olsun
Kadir Geceler sağ olsun.
Koşa koşa koş derelerden
Büyüsün de büyüsün.
Yeni Câmi minâresi,
Seksen yerden penceresi
Hanım abla uykuya dalmış,
Yandı pilav tenceresi
Tak tuk, tak tuk…
Kapıdan baktık.
Gönderin hanımlar, gönderin!
Yağdan yumurtadan, paradan puldan gönderin!…
Bazen baklava ve lokum ziyafetiyle cömertçe ağırlandığımız, kimi zaman da iki katlı yığma evlerin, alaturka havasından sıyrılarak cumba yerine, biçimsiz, uzun ince dar koridorları andıran kaba, demir parmaklıklı balkonlarından üzerimize boca ediliveren bir kova su… İtişmeler, kakışmalar, gülüşmeler… Geç uyanıp sudan çıkmış sıçana dönenler şaşkın şaşkın bir yukarıya bir kendine bir de kaçışan çocuklara bakıyor. Derken, ceplerinden çıkardıkları mendillerle kurulanmaya çalışıyorlar ki o zamanlarda her köşe başında, ihtiyacımız olduğunda cebimizden bir bozukluk çıkararak sokak satıcılarından aldığımız ve her aradığımızda bulduğumuz; işi bittikten sonra da ortalığa fırlatılıp atılıveren kâğıt mendiller yok. O mis gibi kokan banyo sabunlarıyla dakikalarca çitilenerek elde yıkanan, kimi zaman komşudan ödünç alınarak kızdırılan kömürlü ütüyle jilet gibi yamyassı olan, bazılarının etrafı işlenmiş, üzerlerine sabun kokusu ile ana kokusu sinmiş o canım mendillerimiz yine annelerimiz tarafından özenle katlanılarak cebimize yerleştiriliyor…
Yılmak yok!.. Ev ev gezmeye kaldığımız yerden yine devam…
Ev sahibi ikramda bulunursa ne âlâ, yok ikramda bulunmaz veyâ evde olduğu hâlde kapıyı açmazsa koro hâlinde kınıyoruz:
Ayran mıdır su mudur
Çingen evi bu mudur?
***
Sâhi, çocuk gönüllerinizin kaygılarını âzâde kılan o güzel mevsimleri sizler de özlemediniz mi?..