“Nice medh ideyim âb u havâsın
Dinle, nedir dâsitânı Yozgad’ın
Tadanlar mest olur zevk u sefâsın
Âli yüksekdir mekânı Yozgad’ın”
Yozgatlı Hüznî Baba
BOZOK YAYLASI’NDA
Kemal ÇOPUROĞLU
Zamânın ve mekânın taş kesildiği bir efsânenin tam ortasında…
Nohutlu-Kabaktepe’nin ardında, Cehirlik mevkiindeki tepeye nefes nefese biraz tırmanırsanız tam ileride, develeriyle birlikte bir gelin alayıyla karşılaşırsınız:
Ikmış bir devenin taşlaşmış vücûdu üzerindeki hörgüçleri görürsünüz evvelâ… Sonrasında, daha beride, size daha yakın mesâfede Roma devrinden kalmış bir heykel gibi dimdik ayakta duran; başında pullu fesiyle, yüzünü örten al duvağıyla, omuzlarına dökülen kara belikleriyle bir Türkmen gelini karşılar sizi…
Taşların altından sızan sular, o gelinin kim bilir kaç asırdır döktüğü gözyaşlarıdır ve her bahar orada kan kırmızısı lâleler açar da rüzgârla ırgalanırlarken bir sağa bir sola; bükük boyunlarıyla, melûl ve mahzûn
hâlleriyle sanki bir şeyler anlatırlar size…
Gelin alayının taşlaşmış bedenleri gibi zamânın akışı da donmuştur artık sizinle birlikte…
Hâricî bir âlemdesinizdir şimdi; sanki uzayda farklı gezegene açılan bir kapıdan içeri girmiş gibi…
Her şey, herkes susmuştur artık; yalnız İshak Kuşu konuşur ve anlatır bize efsânesini Gelinkayaları‘nın:
Vaktiyle bir köyde güzeller güzeli bir kız yaşardı.
Komşu köyden bir delikanlı bu kıza sevdâlandı.
Kızın evine dünürcüler salındı.
Allah’ın emriyle,
Kavliyle peygamberin,
İstendi bu dünya güzeli Türkmen Kızı;
Kız râzı,
Ana râzı,
Baba râzı,
Gönüller râzı olunca hepten,
Söz kesildi, nişan vuruldu,
Hediyeler, bohçalar açıldı da ortaya saçıldı…
Bir zaman sonra vardılar gelini almaya,
Zurnalar çalındı davullar vuruldu.
Duâlarla alındı evinden gelin,
Develerle alay yola koyuldu.
Az gittiler uz gittiler, dere tepe düz gittiler.
Issızlaşınca tepeler,
Kararmaya başlayınca hava…
Gelin alayının
Önünü kesti birdenbire kılıksız,
Hırsız ve uğursuz adamlar!..
“Ya malınız ya canınız!” dedi eşkıyanın başı.
Damat ileri atıldı:
“Her ikisini de vermem, siz almadan bu başı!..”
Sabaha kadar nâmus belâsına vuruştular,
Hep vuruştular…
Karındaşları ve sağdıcıyla birlikte kazanmak için bu savaşı…
Onlarsa
Çok kalabalıktılar, sanki toplanmıştı yedi dağın eşkıyâsı…
Ağarırken tan yeri, gitti nice can…
Hep yara bere içinde aktı vücutlarından oluk oluk kan!
Hepsi de kahramanca vuruşarak öldüler…
Bir köşeye sinmişti gelinle birlikte damadın çocuk yaştaki kardeşleri,
Eşkıya yürüdükçe sırıtarak üzerlerine,
Kalmamıştı artık mecalleri ve sığınacak yerleri.
Gelin ellerini semâya açtı ve yalvardı Allah’a:
” Allah’ım, bizi bu ırz düşmanlarının eline koyma; ya taş eyle yâhut kuş eyle bizleri!..”
O anda şimşekler çaktı, gökler gürüldedi, sayısız yıldırımlar düştü toprağa…
Yüce Yaradan gelin kulunun duâsını kabul buyurdu…
Gelin ve devesi taş,
Yanlarındaki çocuklar da kuş oldu.
Hepsi de girip güvercin donuna,
Uçup durdular buralarda
Evvelden âhire doğru…
Yiğitlerin döktüğü kanlar lâle olup boy verdi topraktan,
Olmuş ve olacak ne varsa hepsi de Kadir-i Mutlak’tan!..
Dedi ve derinden bir dem çekti
Kılavuzumuz İshak Kuşu,
Bir vedâ ötüşüyle sonsuzluğa uçtu…
***
Taş Mektep’in Sarı Taşlarına Sinmiş Soluklar…
Geçmişten bugüne halk arasında “Taş Mektep,” “Sarı Mektep” gibi isimlerle anılan Yozgat Lisesi, Cennetmekân Sultan İkinci Abdülhamid Han‘ın, Anadolu şehirlerinin pek çoğuna olduğu gibi Yozgat şehrine de kazandırdığı maarif binâlarından birisidir ve kurulduğunda “Beş Yıllık Nehârî İdâdî” adıyla hizmet vermeye başlayan ve ortaokul seviyesindeki rüşdiye mektebinden sonra yüksek okullara öğrenci hazırlamak maksadıyla tesis edilmiş bir eğitim kurumudur.
Bugün, 126. yaşını kutlarken, dimdik ayakta durmayı başarabilen “Taş Mektep”in sınıflarında, koridorlarında şimdiye kadar kim bilir hangi ruhlar nefes almıştır ve bu Taş Mektep’in sarı taşlarına hangi nice soluklar sinmiştir?… Bizim bildiklerimiz vardır elbet lâkin bildiklerimizin adlarını sayarken bilmediklerimizin hâtırasına saygısızlık etmiş sayarız kendimizi…
Taş Mektep’i bizim için değerli ve özel kılan, bu târîhî kimliğinin yanında, lise tahsilimizin 3. sınıfını bu mektebin edebiyat şubesinde tamamlamış olmamızdır. Bir kısmıyla hâlen devâm eden arkadaşlık ve dostluklarımızın temeli burada atılmış ve hâfızamda derin izler bırakan güzel hâtıralarımız onlarla birlikte burada ve bu coğrafyada yaşanmıştır. Her ne kadar “Hâfıza-i beşer nisyân ile mâlûldür” vecîzesi hemen her devirde kendisini haklı çıkarmış da olsa, evvel zamanların ruhunu anlayabilmek ancak onları hatırlamakla mümkündür.
***
Çamlık’ta…
Uzun ve sert geçen karlı buzlu Yozgat kışından bunaldığımız vakitlerde, kafadar sınıf arkadaşımızla birlikte elimizde kocaman, isli bir güveç tenceresi ve malzemesiyle Yozgat’ın meşhur mesîresi Çamlık’ın tepesine doğru karları tepeleye tepeleye tırmanır, orada yaktığımız kocaman harlı bir ateşin etrâfında toplanarak soğuktan donan el ve ayaklarımızı ısıtır, sonra da ateşten artakalan közde pişirdiğimiz bol etli nefis güveci, kurduğumuz Halil İbrâhim sofrasında büyük bir iştahla mideye indirirdik.
Hiç unutmam, bir seferinde de yine aynı kış günlerinde Karadeniz’den gelen, çok bollaştığı için de ucuzlayan hamsiden üç beş kilo almış, Çamlık’ta karların içerisinde kendimize mükellef bir hamsi ızgara ziyâfeti çekmiştik. Üstüne içilen demli çaylarla arkadaş sohbetlerimiz bu günü daha anlamlı kılmıştı.
Çamlıkla ilgili hatıralarım ne zaman aklıma gelse, Yozgat’ın kadîm şâirlerinden Hüznî Baba‘nın “Yozgad Destânı” isimli güzellemesinde Çamlığı anlatan şu mısralar hep kulaklarımda çınlamıştır:
“Kıble tarafından Çamlık havadar
Ehl-i keyfe keyf bağışlar sad-hezâr
Al, yeşil, mor, sarı çiçekler açar
Güller açar gülistânı Yozgad’ın”
***
Üç Harfliler…
2012 yılında rahmet-i Rahmân’a kavuşan, acısını ve aziz hatırasını dâima yüreğimde taşıdığım; sınıf arkadaşım ve can dostum Hakkı Can, yine bu lise günlerimizde bir akşam bizleri Tuzkaya Mahallesi’ndeki dede mirâsı olan, küçük bahçesinin kerpiç duvarlarla çevrildiği; hiç kimsenin oturmadığı fakat içerisinde eşyaları bulunan, kerpiç ve ahşap karışımından müteşekkil, asıl yaşanılan kısma giriş katındaki bir odadan geçilerek tahta merdivenlerle çıkılan eski fakat şirin evlerine arabaşı yemeye dâvet etmişti. Sınıftan altı yedi arkadaş birlikte yine bir kış günü, donmuş karları ayaklarımızın altında gıcırdata gıcırdata bu eve vardığımızda, Yozgat kış gecelerinin vazgeçilmezi ve adetâ ritüeli hâline gelen, arabaşı sofrası çoktan kurulmuştu bile… Kocaman bir tepsiye dökülmüş ve iri baklava dilimi şeklindeki kocaman lokmalara ayrılmış olan arabaşı hamurunu, tavuk vb. et suyu ile yapılan ve insanın içini ısıtan nefis arabaşı çorbasına batırıp tek lokmada, bütün olarak yutmak oldukça mahâret isteyen bir iştir.
Pelize kıvamında olduğu için çiğnenemeyen arabaşı hamuru, benim tek seferde bir türlü bütün bütün yutmasını beceremediğim fakat Yozgatlı arkadaşlarımın çocukluktan beri alışkın oldukları bir yeme şeklidir ve toplu yenildiğinde çok tadı çıkar ki bana nispet edercesine, iki üç hamuru üst üste kaşığa koyup yutan ve diğerleri ile yarışan arkadaşlarımın bu muzip hâllerini yarı şaşkın ve gülerek seyretmek beni oldukça keyiflendirirdi.
Böyle bir akşam, yine böyle bir ziyâfetten sonra içilen çaylar eşliğinde sohbet başladı; okuldan, öğretmenlerden, lise aşklarından, futbol maçlarından tutunuz da ergenlik çağındaki liseli gençlere sohbet malzemesi olabilecek ne varsa hemen hepsinden söz edildi. Gece uzundu, söz döndü dolaştı, metafizik konulara ve nihâyetinde halk arasındaki tabiriyle; “iyi saatte olsunlar, üç harfliler” gibi şifreli isimlerle anılan cinlere geldi… Herkes, onlarla ilgili halk arasında dönüp dolaşan ne kadar rivâyet, ne kadar tevâtür ve ne kadar korkunç hikâye varsa başladı anlatmaya… Keçi kılığından kedi kılığına girenlerden tutunuz da gurklu tavuk kılığına, ihtiyar adam kılığına girdiklerinden; hamamlarda ve izbe yerlerde yaşadıklarına dâir… Hepimizin içini bir ürperti kapladı. Bize ev sâhipliği yapan rahmetli arkadaşım Hakkı da bu tâifeden Müslümân olan birkaçının evlerinin alt katında kaldıklarını, annesinin de onların kullanmaları için alt kattaki odaya bir seccade serdiğinden bahsedince hepimizde şafak attı. Kimse birbirine korktuğunu belli etmiyordu ama atmış olan betimiz benzimiz, oğuşturduğumuz ellerimiz hiç ama hiç yalan söylemiyordu. İçimizden bazıları bu gergin havayı hafifletebilmek gayretiyle yapmacık manevralarla konuyu değiştirmek isteseler de tutmuyor, söz dönüp dolaşıp yine aynı yere geliyordu. Bu korku atmosferinin yaşandığı anda birden bir gürültü koptu; kerpiç evin duvarlarından topraklar dökülüyor, camlar şangırdıyordu.
Evet!.. Gerçekten gelmişlerdi ve üç harfliler şimdi buradaydılar; kendilerinden sıkça söz ettiğimiz için rahatsız olmuşlar ve bizden intikam almaya gelmişlerdi!.. Keşke bu mevzûları hiç açmasaydık, keşke havadan sudan bahsetseydik de onları hiç kızdırmasaydık!.. Korku ve panik dolu bu düşüncelerle geçen ve sâdece beş on saniye sürdüğünü tahmîn ettiğim bu anlar bize asırlar gibi gelmiş ve olduğumuz yerde donup kalarak korkudan titremeye başlamıştık. Sesler kesildikten sonra bile korku dolu gözlerle birbirimizden cesâret alarak odalarda gezip gezmediklerinden tam emîn olabilmek maksadıyla bütün odaları; alt katı, avluyu ve bahçeyi kolaçan ettik.
Çok şükür, üç harfliler bizi çarpmamıştı, kimsecikler yoktu ve artık tehlike geçmişti. Kâh mânâlı mânâlı birbirimize baktık kâh güldük. Sinirlerimiz çok bozulmuştu.”Görünen bir düşman olsa hallederdik ama karşımızda göze görünmeyen, tabiatüstü bir düşmanla karşı karşıyayız” diye birbirimizi tesellî ettik.
Vakit gece yarısını bulmuştu ve hepimizin evleri farklı mahallelerde olduğundan tek başımıza evlerimize dönmeye cesâret edemediğimiz için orada sabahlamaya karar verdik. Uyumamak için direnen irâdelerimiz sonunda uykuya yenik düşmüş, pejmurde bir şekilde hepimiz bir tarafa ikişerli vaziyette kıvrılıp yatmışız. Ertesi günü öğlene doğru soba sönmüş, yattığımız yer buz gibi olmuştu. Hepimiz üşür vaziyette evlerimizin yolunu tuttuk.
O gün akşama doğru öğrendik ki gece bizim toplandığımız evin camlarının şangırdadığı saatlerde İç Anadolu’nun Yozgat’a yakın yerleşim yerlerinden birisinde hafif şiddette bir deprem olmuştu ve zâten çok eski olan bu evde hepimizin ilk tecrübesi olan depremin şiddetini fazlaca hissetmiştik. Hafta başında bize okulda çok konuşulacak ve gülünecek bir olay çıkmıştı.
* Bozok Yaylası’nda başlıklı yazımıza devam edeceğiz.