
YOLA VARMAK
(Hikaye)
Güntülü Ayyıldız
Ayazına meydan okurcasına güneşli bir Ankara sabahıydı. Güneş, bugün hiç olmadığı kadar parlak doğmuştu. Günlerdir kendine hasret kalmış gönülleri güzelce ısıtmıştı. Bir gönül hariç. Ruhunu zindanlara hapsetmiş, kalbini gecenin en karaları sarmış o kişi. Evet gün herkesi mutlu etmeye yetecek kadar güzeldi. Kuş sesleri hoş bir sedaydı kulaklarda, hafifçe esen rüzgar solmuş ruhları bile canlandıracak gibi dokunuyordu bedenlere. İşte böyle bir günde bile kalbimin en derinlerinde; adımları yolunu şaşırmış, asıl varması gerektiği yerlere uzakmış gibi hissediyordu.
Bugün hiç uyanmak istememişti. Sadece bu güzel gün için değil bir daha asla uyanmak istemiyordu. Ne tuhaf elbet günler akıyordu birbiri ardına ama o ölü bir bedene hapsolmuş gibi hissediyordu. Kalkıp hazırlandı tüm isteksizliğiyle, okula gitmesi gerekiyordu Gerçi hiç istemiyordu ama artık kaldığı yurdun duvarları da üzerine geliyordu. Sorun bende dedi ben de. Kimseyi suçlamaya hakkım yok. Yaşadığı onca zorluk karşısında kendini mutsuzluğa inandırmışken kendi yerinde başka birisi olsa ne yapardı diye düşündü. Oldu olası hep inançlı biri olmuştu, inanırdı.
İnanmak ona güven verirdi. Bazı şeylere hatta kendini olan inancını çoktan kaybetmişti ama Allah’a olan inancının varlığı böyle umutsuzluğa kapıldığında çok mahcup hissettiriyordu. Bu güçlü inancı da kaybetmekten korkuyordu. Onu da kaybederse yaşaması için hiçbir sebebi kalmayacağını düşündü. Sanırım dedi insan inançlarını yitirince ölüyor. Kızdı kendine ne kadar yanlış düşünüyorum, asla inancımı kaybetmeyeceğim dedi.
Yurttan attığı adımları onu okula getirmiş ancak okula da sığamamıştı. Bir telaşla sanki bir yere yetişmesi gerekiyormuş gibi okuldan ayrılıp nereye gittiğini bilmeden yürümeye başladı. Hamamönü’nün hasret kokan sokaklarına nasıl geldiğinin farkında bile değildi. İlk bulduğu yere oturdu ve gelip geçenlere daldı. Sadece yere bakıyordu. Önünden sayısız ayaklar geçip gidiyordu.
İşte sen dursan da zaman durmaz akıp gider diye düşündü. Gözleri geçen bu ayaklara yönelmişti. Yüzlerine bakmadan hayatlarını hayal etmeye çalışıyordu. Kimi halinden belli yorulmuş, yıpranmış artık ömrünün son anları olsa gerek dedi. Kiminin telaşı ayakkabılarının bağlanışından anlaşılıyor kimisi minicik ayakların peşinden koşuyordu. Kimisi var gücüyle ekmek teknesini yürütüyordu.
Birbirinden farklı o hayatları yansıtan ayakkabılar geçiyordu. Bazen kafasını kaldırıyor hikayeleri bu kez de yüzlerinden okumaya çalışıyordu. Bir teyzenin yanına oturduğunu da bu sırada fark etti. Bakışlarla geçen bir sohbet ettiler. Yanındaki hasta oğlunu tanıştırırken tek kelime etmesine gerek kalmamıştı, bir çift göz bir hayatı anlatmıştı çoktan. Çok uzun durmadılar onu Allah’a emanet edip gittiler.
Hala üşüyordu. Sahi o hep üşürdü ancak uzun süredir oturmanın getirdiği soğukluk ve rüzgarın etkisi titremesine sebep olmuştu. Kalktı, nereye gittiğini bilmeden sadece ayaklarını takip etti.
Öylesine yürürken Samanpazarı’na girmişti bile. Gördüğü her yüzle bir bağ kurmaya çalışır, anlatacaklarını meraklı dinlerdi. Her yüz koskoca bir hayat diye düşündü. İnsanların neler yaşadığını tahmin etmek gerçekten çok zordu. Ama o öğrendiği her yeni hayatla kendini zenginleştiriyordu. Bir anda bir sesle arkasını döndü. Bir teyzenin kendisine bir şeyler sorduğunu fark etti ve durdu teyzeyi dinlemeye başladı. Teyze anlatmaya devam etti. Abdest alacakmış ama yüzünü yazmasıyla silmek zorunda kalıyormuş. Çantasındaki peçeteleri hemencecik çıkardı, teyzeye uzattı. Teyzenin yüzünde çocuk gibi bir sevinç belirdi. Birkaç adım birlikte yürüdüler ve o sırada da sohbete devam ettiler. Teyze anlattı o dinledi, o anlattı teyze dinledi. Gençliğinden beri namaz kılar, akşam namazlarını iple çekermiş çünkü annesi onu camiye götürürmüş. Teyze de onun gibi camiye gitmeyi çok severmiş. Öğrenci olduğunu ve evinden uzakta, yurtta kaldığını duyunca çok üzüldü.
Hatta aldığı peçeteleri geri vermek istedi ama o el çabukluğuyla hemen geri çevirdi. Bir duan yeter teyzeciğim dedi. Giderken adımlarının sonu gelmiş ve teyze ilk gördüğü yazmacıya yönelmişti, vedalaştılar. Birbirlerini Allah’a emanet edip ayrıldılar. O yürümeye devam etti.
Ruhu dinlenmek için gölge aradığında ayaklarının ilk durağa cami olurdu hep. Bugün tevafuklar günüydü sanırım diye düşündü yüzünde tebessümle. Şimdi de farkında olmadan kaleye çıkmaya başlamıştı bile adını duyduğu daha önce hiç gidemediği Anadolu Selçukluların mirası olan mimarisi kündekari sanatı ile yapılmış o nadide cami Arslanhane camisinin yoluna girdiğini fark etti. Daha bir dikkatle bakmaya başlamış, gözleri gördüklerini nakış nakış hafızasına kazıyordu. Ah! Bu fotoğraf karesinde en acısı da sokakta bir başlarına olan o pırlanta gibi çocukların ışıklarını kaybediyor oluşlarıydı. Bu semtte acının deyip geçmedi ev yoktur sanırım diye düşündü. Çok üzülmüştü bir çocuğun ne suçu olabilir ki diye düşündü. Çokta yabancı değildi aslında çünkü o da çocukluğunda ışığını korumak için çok mücadele etmişti. Umut gerekli onlara dedi. İşte yitirdiği umutlarını yeniden yeşertmesi gerektiğini anladı. O çocuklara ve umudunu kaybetmişlere umut olabilmek için.
Bu düşünceler içerisinde camiyi buldu boş bir saatiydi. Çünkü Ezanın okunmasına daha vardı. Önce duvarlarına dokundu, hangi duygularla yapıldığını hissetmeye çalıştı. Sonra içeriye bir adım attı. Gözleri her anın fotoğrafını çekiyordu. Hayranlıkla gelen o huzuru ruhunda hissetmeye başlamıştı. Mihraba, minbere ve ahşap ayaklarına dokundu, inanılmaz güzeldi. Gözlerini tekrar kapattı dokunmaya devam etti. Asırlar öncesine gidiyor adeta ataları ile burada yan yana namaza duruyordu. Aşağıyı gezdikten sonra kadınlar bölümüne çıktı birde yüksekten baktı camiye inanılmazdı.
Birkaç kişi vardı selamlaştı ve ahşap ayaklardan birine sırtını yasladı. Ağlamaya başladı. Gözyaşları sevinçle, üzüntüyle, çaresizlikle, umutla hatta aradığını bulmanın sevinciyle gözlerinden döküldü. Bütün bu duyguların hepsini aynı an da hissetmişti gerçekten de, bir anda ağlaması ancak böyle açıklanabilirdi. Önce yaşadığı şeyleri düşündü sonra insanların neler yaşıyor olabileceğini en sonda yapması gerekenleri düşündü.
Bir gün insana ancak bu kadar ders verebilirdi diye aklından geçirdi. Perdesi aralanıyor, güneş penceresinden içeriye doğru en güzel ışıklarıyla süzülüyordu. Mahkum hissettiği ruhunu gözyaşlarıyla yıkamıştı adete. Artık esaretin bittiğini düşündü. O sırada Ezanın sesi duyuldu ufuklarda, ikindi namazını cemaatle kıldı. O kadar huzurluydu ki çelik zırhlar giymiş savaşçılar gibi hazırdı hayatın zorluklarına. Ellerini semaya kaldırdı, bolca şükür ve dua etti. Kendini bilmeden attığı adımları şimdi yolunu bulmuştu. Camiden yüzündeki tebessümle ayrıldı.
Bir dönüş yolu hiç bu kadar güzel olmamıştı.