
Ü Ç Y I L D I Z KAYDI
Ahmet B.KARABACAK
M U H İ T T İ N N A L B A N T O Ğ L U
Yakın günlerde, dünyayı saran salgında vefat eden Nalbantoğlu’nu 1962’de genç yaşımızda yayınladığım ZEREN edebiyat ve kültür dergisi yıllarında tanıdım. Demek ki aradan 60 yıl geçmiş. O yıllarda kitap meraklıları, aradıkları kitabı İstanbul/Cağaloğlu’ndaki kitapçılarda bulurlardı. Adını duyduğum ve merak ettiğim bir kitabı almak için kitapçılara girip çıkıyordum. Çalışanlardan bazıları, kendilerinde olmadığını, bir de Arkın Kitabevinde görevli Muhittin Nalbantoğlu’na sormamı tavsiye ediyorlardı. Buldum kendisini. Benden birkaç yaş büyük, hareketli biriydi. Kitabı biliyordu. Bizde yok, karşıda Kanaat Kitabevi var. Orada görevli Ahmet beye benden selâm söyle, o bulur belki, dedi. Sonraki yıllarda öğrendim; Cağaloğlu yokuşundaki kitapçılarda, iki kitap kurdu varmış. Biri Nalbantoğlu, diğeri Ahmet bey. O yokuşa pek çok uğradığım için Nalbantoğlı’nu hiç geçmiyordum.
Muhittin bey bir Mehmet Âkif aşığı idi. Safaat’ın tamamını ezbere bildiği söyleniyordu. Buna inanıyorum. Müthiş bir hafızası vardı. Hangi kitabı sorsan, yazarını, basıldığı yer ve yılı, hatta basıldığı matbaayı bir solukta söylerdi. Sonraki yıllarda yakın dost olduk. Benim sonraki yıllarda yayınladığım Millî Hareket Dergisi’nde Türk tarihi ve şahısları ile ilgili yazılar yazdı. Sonraki yıllarda dikkatimi çekti. Yazdığı yazılar ve süsleyerek anlattığı çok cazip olan konuşmaları bizim tarihimizin kısa bir bölümü idi: Osmanlının son dönemi ile Millî Mücadele yıllarını anlatıyordu; o günlerin içinde yaşamış gibi idi. Sanki günümüzle ilgilenmiyor gibiydi. Bir gazetede “Üç Hilâlin Hikâyesi” başlıklı bir seri yazı yayınlamıştım. Sonraki yıllarda kitap haline gelen bu yazı dizisini, emekli olduktan sonra çalıştığı bu gazetede, kelime hataları olabilir diye ona okuması söylenmiş. Bana telefon etti. P.K.K.’nın 40 bin kişinin ölümünden sorumlu olduğunu yazmıştım. Ahmet bey, dedi bu 4 bin olmasın. Sanki Türkiye’de yaşamıyordu. Ben rakam doğru dedim. O kendi dünyasının dışındaki meselelerle sanki hiç ilgilenmiyordu.
Dostluğumuzun ilerlediği yıllarda beni evine davet etti. Rahmetli dostum Prof. Birol Emil ve arkadaşım ilâhiyatçı Ahmet Semiz’e de söylemiş. Bizi, bugün büyük bir yerleşim yeri olan Esenler semtine götürdü. Traktörlerle sürülmüş tarlaların içinden geçerek ortalık bir yerde, tek katlı bir eve vardık. Annesi ile beraber yaşıyorlarmış. Her taraf kitap dolu idi. Dışarıda kendi yaptırdığı iki depoyu gösterdi. Çoğu paketli binlerce kitap yığılı idi. Sohbet ederken, o günlerin konusu Nazım Hikmet’in Rusya’ya kaçmadan önce galiba, sonradan devlet tarafından kapatılanTanin gazetesinde takma isimle yazdığı yazıların toplandığı beş kitabı gösterdi. Okumak için istedim. Kimseye kitaplarını vermezmiş; ama bana iade edilmek üzere verdi. Beş para etmez yazılardı kitaplardaki.
Muhittin Nalbantoğlu, renkli bir kişilikti. Beyazıt camisinin müştemilâtında eski kitaplar satan sahafların en kıymetli müşterilerinden biri idi. Beğendiği bir kitabı ne yapar yapar, mutlaka edinirdi. Bazen sahaflarda gezerken, gözüne kestirdiği kitabı bana ya da kendisiyle beraber gezen birine aldırırdı. Sahaflar, eğer o alırsa daha yüksek bir fiyat isterlermiş. Öyle derdi.
Muhittin Nalbantoğlu, elbette bir Türk Milliyetçisi idi. Yazdığı ve derlediği kitaplar hep bu doğrultudaydı. Yıllar içinde ben siyasetle biraz meşgul olmağa başlamıştım. Türkeş bey Türkiye’de milliyetçileri bir çatı altında toplama mücadelesi veriyordu. Biz de elimizden geldiği kadar kendisine yardımcı oluyorduk. Elimizde sadece konu başlıkları olan DOKUZ IŞIK diye bir sloganımız vardı. O yıllarda İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği başkanı, rahmetli Ufuk Şehri idi. Onun kontrolünde bin kişiyi alan bir konferans salonu vardı. Türkeş Beye bu salonda, gençliğe yönelik Dokuz IŞIK’ı geniş bir şekilde anlatacağı konferans teklifi yaptık. İki gün süren ve büyük ilgi gören bu geniş açıklamayı Nalbantoğlu ile teype kaydettik ve bizim evde beraberce yazıya geçirdik. Sonra bu 24 sayfalık bir kitapçık olarak defalarca basıldı ve dağıtıldı. Dokuz Işık’ın hacimlisi daha sonraki yıllarda bir ilim heyeti tarafından ve Türkeş beyin kontrolünde yazıldı ve yayınlandı.
Nalbantoğlu, kitapla yatar, kitapla kalkardı. Bir konu konuşulunca ”Bunları yazın, konuşma kaybolur gider. Ama yazı kaybolmaz” derdi. Rind meşrep bir hayatı vardı onun. Para pul düşünmez, kazancını kitaplara yatırırdı. Depolarda bekleyen o on binlerce kitabın akıbeti bu vefattan sonra ne olur bilmiyorum. Temennim son yıllarda çalıştığı gazetenin iyi niyetli sahibi Ahmet bey onlara sahip çıkar, onun bunun elinde heder olmasını önler.
Nalbatoğluına, Allah’tan rahmet dileyerek yazıyı Yahya Kemâl Beyatlı ile bitirelim:
……………………………………………………………………….
Ölüm âsûde bahâr ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.