KORONA SONRASI – 4
Safter TANIK
Çiller; iç borçlanma ihalelerini iptal etti, kamu iç borcunu TC Merkez Bankası avansları ile kapamaya başladı.
IMF’nin tepkisine yol açmamak için de; PTT’nin T’si için, özelleştirme yasasını çıkardı.
Kamu iç borcunu Merkez Bankası avansları ile kapamaya başlaması; para bolluğunu, faizlerin düşmesini, piyasanın canlanmasını sağladı.
“İşler iyiye gidiyor” derken; PTT’nin T’si ile ilgili özelleştirme yasasının Anayasa Mahkemesi tarafından iptali, IMF’nin tepki göstermesi, kredi derecelendirme kuruluşlarının Türkiye’nin notunu ard arda düşürmesi sermaye piyasasında bir tedirginliği doğurdu.
Bankalardaki döviz mevduat hesaplarının TL’ye çevrileceği söylentisi, kişi-kuruluşları bankalardan para çekmeye yöneltti.
Bol paranın hisse-senedi piyasasına yönelmesi beklenirken, bol para dövize yöneldi. Başta; bankalar olmak üzere, kur riski taşıyan herkes dövize hücum etti.
Yoğun döviz talebi karşısında; kur, dalgalanmaya bırakıldı. 1 Dolar; 15.186 TL’den, 39.933’e hatta 47.000 TL’ye kadar çıktı.
TYT Bank, Marmara Bank ve İmpexbank; faaliyetini durdurdu, mudiler parasını kaybetti.
Birçok banka, nerdeyse batma noktasına geldi.
Açık pozisyonda yakalananlar; ya battı, ya da büyük bir yara aldı.
Mali-ekonomik durumun daha da kötüye gitmesinden endişe duyan hükümet; 5 Nisan Kararları ile mevduata garanti getirdi, piyasadaki karmaşaya son verdi.
IMF ile 16. Stand-by Anlaşması yapıldı, 866 milyon dolarlık bir kredi sözü alındı. Son dilimi; Eylül 95’te serbest bırakılan, 653 milyon dolar tutarında kredi kullanıldı. Buna karşılık batık bankaların dış borcunu hazine ödedi.
Mevduata garanti verilmesi, IMF ile 16. Stand-by Anlaşması yapılması; sistem ya da ülke dışına çıkan paranın geri dönüşünü sağladı, kısa bir süre sonra da mali-ekonomik denge oluştu. Küresel piyasa dinamizmi ise bunu kolaylaştırdı.
Kısaca; piyasa gerçeği dikkate alınmaksızın atılan adımın faturası ağır oldu, faizler ve enflasyon eskisinin üzerine çıktı. Bir yıl sonra seçime gidilmesi ise siyasi istikrarsızlığı getirdi.
IMF’nin rolü nedir?
Türkiye’de; krizlerin nedeni kötüleşen mali-ekonomik yapı olsa da, bunun krize dönüşmesi her zaman tetikleyen-düğmeye basan bir dış gücün dahli ile oldu. Bu 1994 için geçerli olduğu kadar; daha sonraki 2000, 2001, 2018 mali krizi için de geçerlidir.
Erbakan’ın Havuz Sistemi
28 Haziran 1996’da; başbakan olan Necmettin Erbakan, Tansu Çiller ile bir koalisyon hükümeti kurdu.
Bütçedeki faiz giderleri; geçmişte Çiller hükümetinin sorunu olduğu gibi, Erbakan hükümetinin de sorunu oldu. Bunun nedeni ise 89’dan itibaren artan kamu borcu ve bankaların kamu kuruluşlarına yönelik faiz politikasıydı. Öyle ki bankalar; kamu kuruluşlarına mevduatta en düşük faizi verirken, kredide ise en yüksek faizi almayı bir adet haline getirmişti.
Erbakan; ihracatı teşvik etmek, ithalatı kısmak, manipülasyona fırsat vermemek için kuru yüksek tuttu.
Geçmişte Çiller’in yaptığı gibi; kamu iç borcunu, TC Merkez Bankası avansları ile kapamaya başladı. Haliyle iç borç ödemelerinin bütçe gelirlerine olan oranı; 1996’da % 175 iken, bu 1997’de % 89’a düştü. Ancak; bunun, enflasyonu arttırıcı bir etkisi oldu. Bu nedenle; daha sonra, “havuz sistemi” diye isimlendirilen bir çözüme başvurdu.
Sistem, kurum-KİT’ler arasındaki bir finansman alışverişi ile fazla kaynağın en iyi şekilde değerlendirilmesi ve kredi kullanım politikasını içeriyordu. Öyle ki fazlası olan eksiği olana kaynak aktardı; fazlalık en yüksek faizi veren bankaya yatırıldı, ihtiyaç ise en düşük faizli banka kredisiyle karşılandı.
“Sistemin faydası oldu” dersek doğru olur. Zira faiz ödemelerinin bütçe gelirlerine olan oranı; 1996’da % 65 iken, bu 1997’de % 46’ya geriledi.
Erbakan’ın izlediği bu mali politika; alışılmışın dışında uygulama ile karşılaşan, çıkarı zedelenen büyük sermayenin hoşuna gitmedi. Hele “Ziraat Bankası’na 50.000 DM yatıran gurbetçilerin, ülkeye soktuğu otomobilden gümrük vergisi alınmaması” kararı; TÜSİAD tarafından, hükümetin istifasının istenmesine kadar varan bir tepki ile karşılandı. Bu da 28 Şubat’a giden süreci doğurdu.
Sonucu, ne oldu?
Erbakan, istifa etti. Mali-ekonomik denge, tekrar bozuldu. Anadolu Sermayesi, hedef haline geldi. Mali yapısı zayıf bankaların tasfiyesi, gündeme geldi. Türk Ticaret Bankası Genel Kurulu, tasfiye kararı aldı.
1997 Asya ve 1998 Rusya Krizi’nin Etkisi
Türkiye; 1997 Asya Krizi’nden, fazlaca etkilenmedi. 1998 Rusya Krizi ise; bavul turizmi gelirinden mahrum etti, mali-ekonomik dengeyi de sarstı.
Kasım 2000 Likidite Krizi
Ocak 1999’da başbakan olan Bülent Ecevit, Devlet Bahçeli ve Mesut Yılmaz ile bir koalisyon hükümeti kurdu.
Ecevit, 1998 verilerine göre “milli gelir; 203 milyar dolar, net dış borç stoku; 61 milyar dolar (brütü, 96 milyar dolar), toplam iç borç stoku/ GSMH; % 21,7, faiz ödemeleri/vergi gelirleri; % 97,8, faiz giderleri/ bütçe gelirleri; % 52, bütçe açığı/ GSMH % -7,3, cari açık/GSMH; % 9,3, büyüme; % 3,8, işsizlik; % 6,9, enflasyon; % 69,7” olan bir mali- ekonomik tablo ile karşılaştı.
Yani büyümenin düşük kaldığı, % 99’dan % 69’a düşmekle birlikte yüksekte seyreden enflasyon ile artan bütçe-cari açığı içeren bir mali-ekonomik yapıyı devraldı.
Küresel piyasada bir durgunluk vardı, 1998 Rusya Krizi’nin etkisi hissediliyordu. Bir de; IMF’nin, yüksek enflasyon bahanesi ile bir özelleştirme dayatması mevcuttu. Zira 16. Stand-by Anlaşması’nda; özelleştirme konusunda, bir söz verilmiş ise de buna uyan hükümet olmadı.
Hükümetin mali-ekonomik yönetimden sorumlu bakanları (DSP-ANAP); bu konuda, teknokratlara inisiyatif tanıdı. Haliyle bürokrasi, mali-ekonomik yönetimi üstlendi.
Bir miktar dış kredi kullanılarak, kamu iç borcu kapatıldı. Bu; hem bütçede faiz yükünü düşürdü, hem de piyasa faizlerinin düşüşünü getirdi. 19 Ağustos 1999 Marmara Depremi ise; hazineyi, yeni büyük bir borca soktu.
Hükümet; 19 Ağustos 1999 Marmara Depremi sonrasında, Türkiye için oluşan iyimser havadan istifade ederek, 22 Aralık 1999’da IMF ile 17. Stand-by Anlaşması’nı yaptı.
Anlaşma; hükümetin taahhüdü (özelleştirme), IMF Programı ve son dilimi 04.02.2002’de serbest bırakılacak 20,5 milyar dolarlık krediyi içeriyordu.
IMF Programı’nın; biri enflasyonun düşürülmesi, diğeri de büyüme olmak üzere iki hedefi vardı.
Faiz-fiyatlar; serbest bırakılırken, kur; “kur çıpası” diye isimlendirilen enflasyona endeksli sabit artana, parasal genişleme; yabancı kaynak girişine bağlandı. Yani Program, sıkı maliye politikası uygulamasından başka bir şey değildi. Başarısı ise döviz girdisine bağlıydı.
Program; büyüme ile çelişkili, TC Merkez Bankası’nın piyasaya likidite vermesini sınırlayan, katı bir kuralı içeriyordu. Bu da; kamu harcama ihtiyacı, zayıf mali yapıya sahip bankacılık sektörü için bir tehditti. Zira IMF’nin düşündüğü, hükümeti özelleştirmeye zorlamaktı.
Bir de; sermaye hareketlerini kontrol eden bir mekanizma yoktu. İşte; bunlar, programın yumuşak karnıydı.
Farkına varılmadı mı?
Hükümetin; serbest kambiyo rejimi nedeniyle, ithalata kısıtlama ve sermaye hareketine kontrol getirmesi mümkün değildi.
Kamu harcamalarında tasarrufa gidilmesi, zayıf mali yapıya sahip bankalara el konarak bankacılık sektörünün güçlendirilmesi ise mümkündü. Haliyle kamu harcamalarında tasarrufa gidildi, likidite sıkıntısı çeken bankalara el kondu.
Zaten, bu konuda; 1997’de Türk Ticaret Bankası’nın tasfiye kararıyla başlayan, 1998’de Bank Ekspres’in TMSF’ye devriyle devam eden bir çalışma vardı. Haliyle buna; “İnterbank, Sümerbank, Egebank, Yurtbank, Esbank, Yaşarbank, Bank Kapital ve Etibank” olmak üzere, 8 banka daha dâhil edildi.
1,5-2 milyar dolarlık özelleştirmeye gidildi, IMF’den 2,5 milyar dolarlık kaynak tahsisi sağlandı.
Kasım 2000’e gelindiğinde; makro veriler, iyileşen bir durumu gösteriyordu. Öyle ki ekonomi canlanmış, enflasyon ve faiz 80’li yıllardan o güne en düşük seviyeye inmişti. Ancak; cari açıkta, bir büyüme görülüyordu. Bununla birlikte; artan sermaye girdisiyle döviz rezervi, 24,5 milyar dolara (Altın dâhil, 27,9 milyar dolar) yükselmişti.
Kriz; Kasım 2000’de, beklenmedik bir anda geldi.
Biri Alman, diğeri Amerikan olmak üzere iki bankanın 7 milyar dolarlık tahvil satışı ile karşılaşıldı. Ödemeyi yapan TC Ziraat Bankası ve T. Halk Bankası, takas açığı verdi. Bu da; borçlandığı bankaları nakit sıkıntısına sokarken, gecelik faizler % 1000’in üzerine çıktı. Kaynağının büyük bir kısmını kamu iç borçlanma kâğıtlarına bağlayan Demirbank’ın, bunları elden çıkarmaya kalkışması ise krizi derinleştirdi.
Kriz; Demirbank’ın TMSF’ye (Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu) devri, IMF’nin zar-zor ikna edilmesiyle kullanılan 7,5 milyar dolarlık kredi ile son buldu. Ancak; bu, son değil; yeni bir krizin habercisiydi.
Krizin Arka Planı
Kriz; TC Merkez Bankası’nın, kurun bir miktar yükselmesini göze alarak, bankalara kaynak aktarması, likidite ihtiyacını karşılaması ile az hasarla atlatılabilirdi. Ancak; bu, yapılamadı.
Neden?
Mali yönetimde öne çıkan bürokratik kadro, programa bağlı kaldı. Hükümet, karar alma ve müdahalede gecikti. IMF, “Merkez Bankası, bankalara nakit veremez” dedi. Dünya Bankası, taahhüt ettiği kredi dilimini kullandırmadı.
Bu, bir mali operasyon mu?
Mevcut ekonomik durum, olayın başlangıcı, IMF ve Dünya Bankası’nın tutumuna bakıldığında öyle görünüyor. Olayın; IMF Başkan Yardımcısı Stanley Fisher’in, Türkiye’de bulunduğu bir zamanda, vuku bulması da bu ihtimali güçlendiriyor.
Şubat 2001 Mali Krizi
Kasım 2000 Likidite Krizi; 1994 Krizi’nden sonra, bankaların aldığı ikinci büyük darbe oldu. Başta bankalar olmak üzere açık pozisyon taşıyan kişi-kuruluşlar; devalüasyon korkusuyla, pozisyon kapama telaşına girdiler. Döviz talebi; artan ölçüde devam ederken, bir kısmı sistem, bir kısmı da yurtdışına çıktı.
Merkez Bankası toplam döviz rezervi; 29.12.2000’de, 18,4 milyar dolara kadar düştü. Yani Merkez Bankası’nın döviz rezervinde, 9,5 milyar dolarlık bir azalma oldu. Ayrıca Merkez Bankası; bankacılık sektörünün önde gelen bankalarına, 5,4 milyar dolarlık döviz sattı. Bu da; diğer bankaların, yoğun eleştiri ve talebini getirdi.
19 Şubat 2001’de; Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Başbakan Bülent Ecevit arasında vuku bulan, “Anayasa kitapçığının fırlatılması” diye literatüre geçen tartışma ise krizi tetikleyen olay oldu.
Bunun, zahiri bir görüntü olduğunu düşünüyorum. Zira hem kuru sabit tutmak, hem de döviz talebinin önüne geçmek mümkün değildi. Bir de; batma noktasına gelen, birçok banka vardı.
Dolar kuru; 680.000 TL’den 1.700.000 TL’ye fırladı, mali-ekonomik denge altüst oldu, birçok banka faaliyetini sürdüremez hale gelirken, yüzlerce şirket iflas etti, binlerce kişi de işsiz kaldı.
Kemal Derviş’in Ekonominin Başına Getirilmesi
Kriz sonucu; Dünya Bankası’nda 22 yıl hizmet veren Kemal Derviş, 13 Mart 2001’de ekonominin başına getirildi.
Derviş; IMF’den 12,5 milyar dolarlık kaynak sağlarken, sık-sık özelleştirme vurgusu yaptı, kur çıpası yerine dalgalı kur sistemini uygulamaya koydu.
IMF’den sağlanan 12,5 milyar dolarlık kredi, sistem-yurtdışına çıkan sermayenin geri dönüşü; tekrar, kısa sürede mali-ekonomik dengeyi sağladı.
Bankalar Operasyonu
Sırasıyla Ulusalbank, İktisat Bankası, Pamukbank, Sitebank, Tarişbank, Kentbank, EGSBank, Bayındırbank, Adabank, İmar Bankası, Milli Aydın Bankası ve Toprakbank’ın yönetimine el konuldu, TMSF’ye devredildi.
T. Emlak ve Kredi Bankası’nın faaliyeti durduruldu; isim hakkı hariç, aktif ve pasifi T. Halk Bankası ve TC Ziraat Bankası’na devredildi.
Bankalar Kanunu’nda yapılan değişikle ortaklar; bankanın zararından, tüm mal varlığıyla sorumlu tutuldu. Bankaların ortaklarının mal varlığı ile birlikte tasfiyesine girişildi.
Bu kural, yabancı bankalar için geçerli mi?
Yabancı bankalar; bankanın zararına karşı, sadece koydukları sermaye ile sorumludur. Yerli sermayenin; 2001 sonrasında, bankacılık alanına soğuk bakmasının nedeni de budur. Yasa değişikliğinin geçmişe dönük işletilmesi ise ayrıca bir tartışma konusu oldu.
T. Emlak ve Kredi Bankası’nın faaliyeti, neden durduruldu?
Kriz öncesinde; bankaların kaynaklarını ticari-sınai alana, kamuya, ya da iştiraklerine plase etmesi gibi geleneksel bir uygulama vardı. Ferdi kredi uygulaması istisnai bir durumdu. T. Emlak Kredi Bankası dışında; ticari bankaların müteahhitlere nakdi kredi vermesi, spekülasyona yol açacağı düşüncesiyle yasaktı.
Bireysel krediler (Konut, araç, tüketim kredileri) alanında; önemli bir boşluk vardı, bu da yabancı bankaların iştahını kabartıyordu.
Bankalar Kanunu’nda yapılan değişiklikle ticari bankaların, inşaatçılara nakdi kredi verme yasağı kaldırıldı. Bu; hem T. Emlak Kredi Bankası’nı, devre dışı bıraktı, hem de yabancı bankaların gelişine davetiye çıkardı.
Kısaca, T. Emlak ve Kredi Bankası’nın faaliyetinin durdurulması; IMF ve Programı’nı uygulayan Derviş’in, makro-mikro ekonomik hedefleri ile ilgiliydi.
Çok sayıda banka iflasının, nedeni nedir?
Bunu; sadece medyada öne çıkan “banka hortumlaması” sözü ile izah emek, yüzeysel-basit-propaganda amaçlı bir yaklaşımdır. Zira bunun, birçok nedeni vardı.
Birincisi ki en başta geleni; bankacılık sektörünün, zayıf mali yapıya sahip olmasıydı. Bu da sermaye yetersizliği ile ilgiliydi. Bu; bankaların geneli için geçerli olduğu gibi, iflas eden bazı bankalar ise ortaklarının şirketlerine finansman sağlamak amacıyla kurulmuştu.
İkincisi; bankalar, 1989’dan itibaren kamuyu yoğun bir şekilde finanse etti. Sağladıkları dış krediyi; TL bazında, kamu iç borçlanma kâğıtlarına plase ettiler ya da kredi kullandırdılar. Yani “kur riski-açık pozisyon-” denilen oyunu oynadılar. Haliyle kur düşük kaldığında kar, krizde ise inanılmaz ölçüde zarar ettiler.
Üçüncüsü; ortaklarının şirketlerine finansman sağlamak için kurulan bankalar, bu verimsiz şirketlere ve gelir getirmeyen varlıklara sürekli kaynak aktardılar.
Dördüncüsü; 1994 Krizi’nde bazı bankalar batma noktasına geldi, onları kurtaran ise mevduata garanti getirilmesi oldu. Kaynak sıkıntısı çeken bu bankalar, yüksek faiz vererek para toplamaya çalıştı. Yüksek faiz vermesine karşılık; bunu verdikleri kredilere yansıtamadı, bir de kredi batakları verdiler.
Bankalar tasfiyesinde, başka bir yol izlenebilir miydi?
İtalya’da olduğu gibi; hazineden bir miktar para aktarılarak batık bankalar birleştirilebilir, iki-üç büyük banka oluşturabilirdi. Bu; hem daha az maliyetli olurdu, hem de verimli iştiraklerin ayakta kalması sağlandığı gibi, kredili müşterilerini batma noktasına getirmezdi. Tabi ki bu; ne IMF’nin, ne de O’nun programını uygulamaya koyan Kemal Derviş’in düşüncesinde yoktu. Zira “yabancı bankaların, önü açılması” söz konusuydu.