
Ahmet B.Karabacak
ÜÇ ÂLİM ÜÇ ESER
3

Tarih Öncesi Ve İlk Çağ Mimarlığı
Bu yazının birinci bölümü
Prof Dr. M. Gül Akdeniz’im bu müthiş çalışması, eser sahibinin bizzat evime gelerek, bana ulaştı. Akdeniz, İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesinde öğretim üyesi… Rahmetli olan Sabri Akdeniz’in iki kızından küçük olanı…
Önce, rahmetli Sabri Akdeniz, tanımayanlara kısaca anlatmak istiyorum: Aslen Kıbrıs’lı: Okumak için Türkiye’ye gelmiş, Üniversite bitirmiş, Burada bir İstanbul hanımefendisi olan Mukbile hanım ile evlenmiş ve iki kızı olmuş. Onunla, İlâhiyat Fakültesi öğretim üyesi olduğu sırada, müşterek bir dostumuz vasıtasıyla tanıştım. Türk ve Türkçe âşığı bir kişiliği vardı. Bu konularda pek çok kitap ve makale yayınladı. Emekli olduktan sonra Türkeş’in davetiyle MHP Genel Kuruluna girdi. Vefatına kadar çizgisinden sapmadı.
Sabri bey iki kız yetiştirdi. Ülkü Ocaklarından yetişen bu iki kardeşimin büyüğü Nil Sarı, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesinden Tıp Tarihi Kürsüsü Başkanı iken emekli oldu; çalışmalarını bir özel Üniversitede sürdürüyor. Kitabını inceleyeceğimiz, daha önce yazdım, M. Gül Akdeniz ise, halen İstanbul Yıldız Teknik Üniversite’sinde çalışmalarına devam ediyor.

Zaman zaman bizim ülkücü çevrelerin yazarları ve mensupları Ülkücülerin pek çalışmadığından, eserler vermediklerinden şikâyet ederler. Ben buna her zaman karşı çıktım. Bizim insanlarımız, pek az imkânları olduğu, Türk milliyetçiliğine karşı, Türklüğe düşman olanların kösteklemelerine rağmen önemli eserler veriyorlar. Biraz dikkat etsek ve araştırsak bunu görebileceğiz.
Akdeniz’in kitabı 480 sayfa. Alışılmışın dışında bir boyda; kare şeklinde. Bu içine giren çizimler, resimler ve fotoğraflar sebebiyle böyle basılmış. 10 sayfası kaynakça. 13 sayfası ise pek alışık olmadığımız, fakat çok faydalı olduğuna inandığım İnternet Kaynakları.
Eserin adına bakınca kuru bir mimarlıktan bahsediyor sanılabilir. Hayır; Akdeniz’in eseri Türklüğün eski zamanlarda nasıl derinliklerde, hangi coğrafyalarda boy gösterdiğini pek çok kaynağı inceleyerek bize gösteriyor.
Son zamanlarda Türk Tarihi konusunda iki kitap yayınlandı: Biri Fransız Türkolog Jean-Paul Roux’un: Türklerin Tarihi- Pasifik’ten Akdeniz’e 2000 Yıl. Diğeri bir Türk, Ege Üniversitesi öğretim görevlisi Prof. Dr. Osman Karatay’ın kitabı: Yitik bir Türk Kavmi: Bulgarlar.
Akdeniz’in, Roux’un ve Osman Karatay’ın çalışmaları, “Dünyada Türk diye bir şey Yoktur” diyenlere birbirini tamamlayan kitaplarla cevap veriyor. Türklüğü yok sayanlara karşı bakın Karatay hoca neler söylüyor:
“Türk Tarihini aydınlatmada büyük emeği geçen elleri öpülesi çok sayıda yabancı âlim var. İsimlerini saysak burada önsöze ayrılan sayfalar çok rahat dolar. Ama tersi daha çok. Tarihi gerçekleri alabildiğine zorlayan, yeryüzünde Türklerin de yaşadığını kabul etmemekte direnen kimselerin ismi ise bu kitabın hacmini doldurur. Ne yazık ki bu insanlar ilim âleminin, Türk biliminin en önde gelen, en çok hürmet gören simaları. Göktürk devletinin kurucuları İstemi ve Bumin’in Türk olup olmadığını soran Denis Sinor’lar bütün birinci el tarihi kaynakların açık ve seçik Türk olduklarını söyledikleri Peçenekleri Türk kabul etmeyen Omeljan Pritsak’lar, “Daha çok Altaylı tipi var” dediği İskitlerin Slav veya Moğol olabileceğini söyleyen ama Türklükleri konusunda bir soru işareti bile koymayan, İdil Bulgar Hanı Almuş’un isminin Macarca koktuğunu söyleyen Vernadski’ler Türkçenin, dolayısıyla Türklüğün Moğolcadan indiğini iddia eden Gumilev’lar, Uygurların Türk olmadığını ısrarla vurgulayan Mackerras’lar ve başkaları meydan tutmuş durumda.”
Teamüle göre İrtiş nehrinin batısı tamamen Finlerin, doğusu tamamen Moğolların, güneyindeki Orta Asya tamamen, Çin’in Kansu eyaletine kadar Avrupalılarla aynı ırktan kimselerin, Arilerin, doğusu da zaten Çinlilerin toprağıdır. Bunların tam ortasında kalan Altay dağlarındaki bazı kayalıklar ve geçitler ise Türklere verilir. Ancak bize bu kadarını bile çok görenler, Altayları bile elimizden alanlar var ki, makalenin ismini “Türkler’den önce Altay” koyma cesaretini gösteriyor. Bugün yeryüzünde Türk görmek istemeyenler (kendi yazdıkları) tarihte de aynı siyaseti güdüyorlar. Değil büyüklüğümüze ve etkimize, tarihteki varlığımıza bile katlanamıyorlar.
Ama bu yalanlar karşısında sıkılan ve yüzü kızaran tarih, fısıldayarak da olsa kendisini dinleyenlerin kulağına eğiliyor ve bunun böyle olmadığını söylüyor. Diyor ki, Tarihi Sümer’den itibaren Türklerin ataları başlattı. Eski Çin’i Türkler kurdu ve yönetti. Sittin milyon sene yaşasalar devlet kurmayı öğrenemeyecekler Hintlilere ve Slavlara insanlığın dinden sonraki en büyük ihtiyacı olan devleti Türkler öğretti. Hatta ‘üstün’ Ari ırkının Eskiçağ’daki Medar-ı iftiharı İranlıları bile büyük ihtimalle Türkler idare ettiler. (Dr. M. Akdeniz’in kitabında bu bilgi genişçe var.) Bugün her biri ayrı bir gelenek oluşturmuş ve kendi yolunu çizmiş Polonya, Romanya, Macaristan, Hırvatistan, Bosna ve Bulgaristan’ı Türkler kurdu. Pakistan Türklerin açtığı yol üzerinde kuruldu. Şu anda Rus ve Ukrayna milletleri varsa, Almanlar tarafından yok edilmemişse bunu Türklere borçludurlar. Kendilerini bin yıldır koruyan Türklere karşı Arapların duymaları gereken minnet borcuna hiç girmeyeceğim. Büyük Okyanus kıyılarına akın yapan, Hint Okyanusu’nda Portekizlilerle hesaplaşan, Atlantik’te Amerikalıları vergiye bağlayan, İngiltere’nin yanı başındaki adaları alıp onlarca yıl elinde tutan ve Norveç kıyılarına üs kuranlar Türklerdir.
Demokrasinin öncülüğünü yapanlar, bütün din, dil ve kültürlere alabildiğine hürriyet tanıyarak bugün erişilmez görünen bir hoşgörü ortamı kuranlar, yönettikleri insanları köle ve teb’a değil, Tanrı’nın/Allah’ın bir emaneti olarak görenler, dünyaya düzen getirebilmek için kendilerini tüketenler de Türklerdir.
Türk de var, Turan da. Türklük tarih kitaplarından, Turan haritalardan silinebilir. Türk’ün adına başka bir şey denir. Turan yerine Avrasya gibi bir şey kullanılabilir ama bunların hiçbiri gerçekleri değiştirmez. Gerçek değişmez, değişseydi gerçek olmazdı.”
Türklüğe gönül vermiş aydınlarımız, bütün engellemelere rağmen her fırsatta tarihimize ışık tutuyorlar. Değişmez gerçekleri yazıyorlar, konferanslarla dile getiriyorlar.
M.Gül Akdeniz’in muhteşem araştırmasını ikinci bölümde kısmetse inceleyeceğiz.
BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU