Önceliğimiz TÜRKLÜK…
Bülent Vedat AYDEMİR
Sabahın sekizinde telefonum çaldı. Arayan numara kayıtlı değildi. Kimmiş dedim ve aradım. Günaydın, nasılsın, iyiyim, siz nasılsınız faslından sonra, “beni tanıdın mı?” dedi telefondaki kişi. “Hayır” dedim. Daha fazla zorlamadan, “benim ben, Türkçü hocan”! “Hatırladın mı?”.
–Hatırlamaz olur muyum hocam! Kusura kalma sesini alamadım. Uzun süredir görüşmeyince hatırlamakta zorlanıyor insan.
Sağlık sıhhat nasıl, çoluk çocuk ne yapıyor; şimdi neredesin v.b klasik sohbetten sonra, geçen ay Hatay’a geldiğini beni aradığını, İstanbul’da olduğumu öğrendiğini; telefonumu ortak dostumuzdan aldığını, İstanbul’a geldiğini beni görmek istediğini, tatlı sohbetlerimizi özlediğinden bahsetti. Karşılıklı memnuniyet ifadelerinden sonra ilk fırsatta Üsküdar’da buluşmaya karar verdik.
Yaklaşık on yıl sonra yeniden bal sohbetlere başlayacaktık.
Türkçü Hoca’yla tanışmamıza gelince:
1994 yılının Kasım ayının sonlarıydı (21 veya 22 Kasım). Akşam saat 20.00-21.00 sıralarında, Hatay/Belen’de, muhasebesine baktığım bir içkili lokanta’ya Ekim ayı evraklarını almak için uğramıştım. İşyeri sahibinin, her zaman olduğu gibi, (Abur-cubur dediği) ikramını atıştırırken evrakları da gözden geçiriyordum. Lokantada üç-beş masa vardı. Beş-altı kişinin olduğu bir masada tanıdık birisi bana selam verdi ve masasına çağırdı. Geçmişte ailecek CHP’li olan, benimle sohbetlerinden sonra MHP’ye oy vermeye başlayan ve samimi bir dostluğumuz olan bu kişi her ne kadar “ben Ülkücüyüm” dese de benim nazarımda sadece MHP’liydi; politik tartışmalardan hoşlanmazdı, ortak noktamız Türk olmaktan gurur duymasıydı.
Davetlerine icap ettim. Kısa bir tanışma ve selamlaşma faslından sonra bana da bir sandalye verdiler ve buyur ettiler. Az buçuk çakırkeyifli oldukları hallerinden belliydi. Masanın egemeni ve en çok konuşanı Hatay/Erzinli olan bir öğretmendi. Anladığım kadarıyla da arkadaşım hariç hepsi sol görüşlüydüler ve MHP’li olan arkadaşımla şaka yollu uğraşıyorlar, hatta sıkıştırıyorlardı.
Konu 1994 Ekim’indeki MHP Kurultayında Başbuğ Türkeş’in Nazım Hikmet’in bir şiirini okumasıydı. Gerçi olay çok tazeydi ama herkes gibi beni de bayağı etkilemişti. Beni masaya misafir etmelerinin sebebinin benim olaya nasıl baktığımı öğrenmek istemeleri olduğunu anlamıştım. Gerçi bakışları biraz muzipçeydi ama MHP’li arkadaşımın hatırına onlarla kısa bir sohbet yapmaya karar vermiştim.
Çok konuşkan olan Erzinli öğretmen özetle Türkeş’in bu şiiri niçin okuduğunu öğrenmek istediğini biraz da kinayeli bir şekilde sordu.
Başbuğ Türkeş’in okuduğu şiir şöyleydi;
Dörtnala gelip uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim.
Ben net bir ifadeyle “Biz Ülkücüler milli olan sol düşünceyle yakınlaşmak istiyoruz. Çünkü bölücü gruplar Türkiye’nin birliğini ve dirliğini tehdit ediyorlar.” dedim. Hoca önce biraz afalladı, bocaladı, kadehinden bir yudum daha aldı. “Nasıl Yani” dedi. Ben de “ Bizler ben Türk’üm diyenlerle kavga etmek istemiyoruz, bizim kavgamız bölücülerle ve Türklüğü yok sayanlarla “dedim.
İçki masasında bu tür konuşmaları sevmediğim için kalkmaya hazırlandım ve Hoca’ya dönüp “ Bu sohbeti başka bir yerde daha sakin ve ayık kafayla yapalım! Ama benim bir şartım var. Bu konuları enikonu konuşabilmemiz için sizlerin “her şey Türklük ve Türkiye için” çizgisinde olmanızı arzu ederim. Bu çizgide değilseniz sohbetimiz sonuçsuz tartışmaya döner ki ben bunu istemem. Dedim, ellerini sıkıp hayırlı akşamlar dileyerek masalarından ayrıldım.
Aradan birkaç gün geçtikten sonra arkadaşımla Erzinli hoca büroma geldiler. Şaşırmadım desem yalan olur. Selamlaşma ve ikram faslından sonra Erzinli hoca direk konuya girdi. “Evet, her şey Türk ve Türkiye için seninle sohbete geldim. Tabii ki vaktin müsaitse“ diyerek bana biraz kendinden emin biraz da heyecanlı bir bakış attı.
Müsait olduğumu söyledim. İlk sözü şu oldu…
–Yahu sen bana ne söyledin öyle! O gece sabaha kadar uyuyamadım. Niye yani biz Türk değimliyiz? Türkiye’yi düşünmüyor muyuz ki, o şartı ileri sürdün? Ben de; “Öyleyse hiç problem yok. Seninle her konuyu konuşur, tartışırız.” dedim
–O şartı ileri sürmekten maksadım, kendini solcu diye tanımlayan birçok kişi bilerek veya bilmeyerek Marksist-Sosyalist teorilerle nutuk atmaya başlıyorlar. Halkın ezilmişliğinden, halkların kardeşliğinden girip, milliyetsiz, dinsiz toplumdan çıkıyorlar. Bizleri sorgusuz sualsiz, peşin hükümle Faşist ilan ediyorlar!. Ben Faşist oluyorum ama kendileri Komünist değil de Bilimsel Sosyalist oluyorlar. Yani sözün kısası, hem kendilerini hem de bizleri Türklükle hiç alakası olmayan yabancı ideolojilerle özdeşleştirip çatıştırmak istiyorlar.
Bu iki görüş yüzünden milyonlarca insan katledildi.
Alman Hitler’in, İtalyan Mussolini’nin, İspanyol Franko’nun insanlık dışı ırkçı düşünceleri yüzünden suçsuz-günahsız milyonlarca insan öldürüldü.
Beni böyle insanlık düşmanı adi ideolojiyle özdeşleştiren-suçlayan kişilerle neyi konuşacağım?
Sovyetlerde yüz binlerce Kırım’lı, Ahıska’lı Abhazya’lı Türk, kitleler halinde, gece baskınlarıyla yerlerinden yurtlarından edildiler, binlerce kilometre uzaklara sürgüne gönderildiler. Birçoğu zorla bindirildikleri hayvan vagonlarında öldü. Cesetleri trenlerden atıldı. Yaşlı, hamile kadınlar, bebeler ve çocuklar dondurucu soğukta açlıktan öldüler. Sovyet ve Çin tarihi kan ve katliamlarla dopdolu kapkara bir tarihtir.
Faşistler gibi milyonlarca insanı vahşice katleden komünistlerle neyi konuşup tartışacağım?
Tıpkı vahşi İngiliz, Alman, Fransız, İtalyan ve ABD gibi, gittikleri yerlerde kan ve gözyaşından başka hiçbir şey bırakmayan acımasız kapitalist-sömürgeci ülkelerin hayranlarıyla hangi konularda birlikte olacağım?
İflas etmiş bir ütopya’dan başka bir şey olmayan 19 yüzyılın köhnemiş, İngiliz ve ABD orijinli, Türklüğü yok sayan siyasi ümmetçilerle hangi ortak noktalarımız olabilir ki?
Rusların Slavcılık adı altında, Orta Asya’da, Kafkaslarda ve Balkanlarda Türklere ve Müslümanlara yaptıklarını korkunç katliamları da unutmamız mümkün değil.
Beni dikkatle dinleyen hoca,
–Bunlar az çok bilinen konular.” Dedi. Ben de cevaben,
–Biz Ülkücüler tarafından çok iyi bilinen ama bizim Türk solcular tarafından çok az bilinen konular” dedim.
–Meselâ Sultan Galiyev’i ve ona yapılanları bilir misin? Diye sordum.
Beni dikkatle dinleyen hoca
–O akşam bana milli solcularla yakınlaşmak istiyoruz, kavga etmek istemiyoruz demiştin. Bunu biraz açar mısın? diye sordu.
-Milli olmak, millete ait olmaktır. Millete ait olan kültürel değerlerin, örf ve adetlerin, ahlak anlayışının, inançların, davranışların, hülasa milletin kimliğine yansımış değerler bütününe sahip çıkmak demektir.
Solcu aydın-teorisyenlerin önemli bir kısmı, evrenselliğe sığınarak-kapılarak milliliğe karşı çıkıyorlar. Evrensel olmadığı halde bilimsel sosyalizmin evrensel olduğunu ileri sürüyorlar. Hâlbuki evrensellik akla, bilime ve metotlara ait hususlardır. İki kere iki dört eder, yalan söylemek kötüdür ve yer çekimi kanunları gibi konulardır. Bu açıdan bakarsak evrenselliğin milli olanla çatışmadığını görürüz. Sürekli olarak evrenselliğe uymadığı gerekçesiyle millete ve milli olana karşı çıkanlar, bilmeliler ki bunun altında başka devletlerin siyasi, iktisadi ve askeri güç ve yayılmacılık çıkarları yatmaktadır. Bazen o kadar ileri gidiyorlar ki, Milleti bozguncu bir düşünce sisteminin ürünü olarak ileri sürüyorlar. Onlara göre millet güya “ Aristokratların-burjuvazinin en güçlüleri ile işsizlerin en fakirleri arasında eşitlik ve kardeşlik sağlamayı vaat eden bir düşüncenin ürünüdür.”
Oysa Millet, “ortak bir kimlik üzerinde, mensupları arasında eşitlik ve kardeşliği inşa eden bir topluluktur.” İlave etmeliyim ki; millilik, diğer bir ifadeyle milli kimlik yok olursa millet’te, devlet’te parçalanır.
Bu yüzden ülkenin ve devletin bölünmez bütünlüğünü savunan herkes millidir. Siz solcu olabilirsiniz, bir başkası muhafazakâr olabilir, öbürü liberal, diğeri dinci olabilir. Saygı duyarım ama bir şartla “ her şey Türklük ve Türkiye için” demek kaydıyla. Bu kişiler Türklüğe öncelik verdikleri sürece, değişik pencerelerden baksalar da, asla öcü değildirler. Birçok meselelerde neyin doğru, neyin yanlış olduğu hususunda hem fikir olabiliriz. Bunu söylemek istemiştim.
Son olarak şunu söyleyeyim; toplum, kişilerin matematiksel toplamı değildir. Böyle bakarsanız toplumu sürü olarak nitelendirmiş olursunuz. Oysa Türk toplumunda toplum ve fert kimliği bütünleşmiştir. Üyeleri kimlik sahibi olmayan toplumlar toplum olamazlar, olsa olsa sürü olurlar. Bizim toplum kimliğimiz de ferdi kimliğimiz de Türklüktür. Buna sahip çıkmak, mensubiyet duygusunu sürekli belleğimizde taşımak, gerektiği hal ve zamanlarda şuur seviyesine çıkarmak Türklüğümüzün gereğidir.
Çağımızın gerçeği millet-devlet gerçeğidir. Arap nasıl önce Arap’sa, Fransız, önce Fransız’sa, İngiliz önce İngiliz, Rus önce Rus ise bizlerde önce Türk’üz. Hoca Ahmet Yesevi’nin dediği gibi “Türklük bizim kaderimizdir.”
Hoca hep yaptığı gibi dikkatle bana baktı. Tuhaflaşmıştı. Onun da benim söylediklerime karşı diyecekleri olur düşüncesiyle bir müddet sessizce bekledim.
Suskunluğuna son vererek;
–Ben Türk milliyetçiliğini böyle bilmiyordum. Bana farklı şeyler anlattınız. Dedi
Ayağa kalktı. Hafiften sulanmış gözlerinin içi gülüyordu, bana baktı, kibirden arınmış gururunun verdiği olgunlukla elimi sıktı. O gün için son sözü şuydu.
–Ben Erzinli Yörüklerdenim! Yörük ulularının dostlar meclisinde de böyle şeyler çok konuşulurdu, ben pek kulak asmazdım. Anlaşılan bu gece de zor uyurum!
— İşte bir ortak noktamız oldu! Başlangıç olarak! Benim babaannem de Yörük: Tarsus Navrun’dan…
Çok güzel, tekrar görüşmek dileğiyle, diyerek ayrılmak üzereyken;
–Kemal Tahir’in Devlet Ana’sını okudun mu? Diye sordum.
–Okumadım. Niye ki?
–Okumadıysanız bu kitabı size hediye edebilirim.
–Memnuniyetle! Yakında tekrar görüşmeyi umarım, az önce bahsettiğin Sultan Galiyef’i birde sizden dinlemek isterim…
Birlikte dışarı çıktık, kadim dostum kitapçı Hasan ağa’dan Kemal Tahir’in Devlet Ana’sını satın alıp kendisine hediye ettim.
Orada vedalaşmıştık…
(Devam edecek)
Gelecek bölüm: Erzinli hoca, Türkçü hoca oldu…