SİYASET BİLİMİ VE SİYASET FELSEFESİ -5-
Safter Tanık
Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831)
Akılcı idealist felsefenin kurucusu, tarih teorisine dayalı “Diyalektik” analizi ile öne çıkan ünlü Alman düşünürüdür.
Mantık, felsefe tarihi, estetik, din, metafizik, epistemoloji ve siyaset alanındaki eserleri ile dikkati çeker. “Tinin Fenomenolojisi” adlı eseri ise en çok tartışılan eseridir.
Kendinden önce gelen idealist düşünürlerin aksine, insanın; akıl ve mantıkla, bir gün, her şeyi öğreneceğini savunur.
Felsefesi, zor anlaşılan bir felsefedir. Bu da; çeviri hatası, “Geist” kavramının düşünce akışı içinde farklı anlamı ifade etmesi ve genel düşüncesi hakkındaki bilgisizliktir.
Genel Felsefesi
Hegel, ortaya çıkan sonucu; tek nedene değil, birçok nedene bağlar. Bunların tarih süreci içindeki karşılıklı ilişkisi üzerinde durur, belirli koşulların oluşması gerektiğini ileri sürer. Zira O’na göre, “Bir şeyin gerçeğine ulaşmak için; onun o anki halini bilmek yeterli değildir, geçmişte ne olduğunu ve gelecekte de ne olacağını bilmek gerekir.”.
O’na göre;
İnsan; bir deneye başvurmaksızın, sırf akıl ve düşünme ile gerçeğe ulaşabilir. Zira aklın yasaları ile varlığın yasaları bir ve aynıdır. Bunun için; akla uygun olan gerçek, gerçek olan da akla uygundur.
Akli ilerleme; tarihi açıdan, bir farklılık gösterse de kesintisiz halde devam eder.
Akıl; her yerde ve her şeyde, diyalektik yasa ile işler.
Diyalektik yasa, zıtların birliği ve çelişkisidir. Bu, tez-antitez-sentez şeklinde gerçekleşir.
İnsan; akılla, ilk bağlantısını sanat ile kurar. Zira sanat, ruhun sezgi ile doğrudan doğruya tanıması ve bilinerek ortaya konmasıdır. İşte; bu, ilk tezdir.
Sonra, din aşamasına geçer. Akılla doğrudan ilişkiye girmesi ile de, diğer varlıklardan üstün olduğunu anlar. Bu da; karşı, yani antitezdir.
Son aşamayı; yani mutlak akla varmayı, felsefe ile gerçekleştirir. Zira felsefe; sanat ve dinin taşıdığı doğruluğun, üst seviyede anlaşılmasını sağlar. İşte; bu da, sentezdir.
Açıklama
Anlaşılacağı üzere, Hegel’in genel felsefesinde; hem gelişen, hem de derinliğe giden bir akış vardır. Tarih sürecinde, felsefe; sanatla, sanat; bilimle, bilim; dini alanla, devlet; birey-aile ve sivil toplumla karşılıklı ilişki halindedir. Analiz, diyalektik ve mutlak gerçek olmak üzere, üç aşamadan oluşur.
Diyalektik İdealizm
Hegel’in tarih sürecinde; değişen, düşüncedir. Bunu; diyalektik bir metot ile açıklar ki, buna “Diyalektik İdealizm” der.
Diyalektik nedir?
Diyalog ve etik kelimelerinden türeme, bir kelimedir. Anlamı, “doğru iletişim” demek.
Kavram olarak; doğada-toplumda ve düşüncede, iki karşıt varlığın ya da görüşün “tez-antitez-sentez” şeklinde çatışarak uzlaşması, yeni bir şeyin ortaya çıkması, bunun da yeni bir çatışma-uzlaşmayı doğurması, spiral veya ucu açık sarmalında bir değişim ve gelişimin yaşanmasıdır.
Mutlak hareket, mutlak ikilik, mutlak çatışma ve mutlak değişme gibi dört yasaya dayanır.
Siyaset Felsefesi
Fransız Devrimi Eleştirisi
“Devrim’in; Fransa’da olması, tesadüfi değildir. Zira Devrim; manevi hayat ile Kilise’nin, mutlak karşıtlığının bir sonucudur.
Devrim ile ortaya çıkan kaos ve istikrarsızlık, Aydınlanma Dönemi doktrinlerinin bir eseridir. Zira Devrim; manevi hayatın cevherini yıkan, içerikten yoksun, soyut hürriyet düşüncesinin gerçekleştirilme denemesinden başka bir şey değildir.
Çözüm, din ile devletin uzlaşmasıdır. Ancak; bu, devletin lehine olmalıdır. Bu da; Katolik ülkelerde, dini bir reformu gerekli kılar. Zira vicdanları kurtarmadan; yapılan siyasi devrim, başarılı olamaz.”.
Devlet Teorisi
Hegel’in devlet teorisi; hem liberal, hem sosyalist, hem komünist, hem de milliyetçiler ve faşistler için ilham kaynağı olmuştur. Bunun nedeni ise; milli, liberal, toplumcu özellikler içermesidir.
O’na göre;
Devlet, aklın ifadesidir.
Bireyde, devlet bilinci vardır.
Aile; ahlaki, özel mülkiyeti koruyan ve gelecek kuşaklara devreden bir kurumdur.
Aile bireyleri; kendi çıkarından çok, ailenin çıkarını dikkate alır.
Ailedeki genel irade, sözleşme ve sevgiye bağlıdır. Ancak; aile, her şeyden önce düzen-görev-disipline dayanır.
Ailenin ahlaki temelini evlenme teşkil eder, çocuk ile objektif bir hal kazanır, çocukların yetişip yeni aileler kurmaları, ebeveynlerin ölümü ile de dağılır.
İnsan; bencil, doyumsuz ve saldırgandır. Haliyle az-çok uzlaşı ile oluşturduğu sivil toplum (aile ile devlet arası alan), barış ve istikrar açısından, kırılgan bir özellik taşır. Zira insanın doğal tutkuları, sivil toplumu sürekli tehdit eder. İşte; buna gem vuracak, barış ve istikrarı sağlayacak olan da devlettir.
Özel ve genel iradeler, en sonunda; devlette, mutlak birlikteliğine ulaşır. Birey-aile-sivil toplum ise; bu yolda, birer duraktan ibarettir. Bu bakımdan devlet; sivil toplumun bir üst aşaması, yasalar ve düzenin kabıdır.
Devlette esas olan, bireysel irade ile genel iradenin birleşmesidir. Bu birleşme olmazsa, devlet; realite olamaz, havada asılı kalır.
Birey; gerçekliğini-hürriyetini-objektifliğini yalnız devlette bulabilir, yüksek ahlaka ulaşabilir. Haliyle devletin; kendisini yücelten değerlere aracılık ettiğini hissetmezse, devlet zayıf ayaklar üzerinde durur.
Siyasi bilinç; normal halde, devletin ana temel-ana amaç olduğunu hissetmektir. Vatanseverlik denilen olağanüstü fedakârlık da bundan doğar, eğitim ise bunu güçlendiren bir araçtır.
Ailede, bireylerin ilişkisi nasılsa; bireyin, devlet ile olan ilişkisi de öyle olmalıdır. Bireyler; haklarının yanı sıra, ödevleri olduğunu da akıldan çıkarmamalıdır. Hatta ödevlerinin daha kutsal olduğunu, her zaman akılda tutmalıdır.
Halk; bireylerden oluşan, bir yığın değildir. Böyle bir yığına; halk değil, avam denir. Zira avam; akıldan yoksun, neden-nasıl hareket edeceği belli olmayan bir topluluktan ibarettir. Bu da devletin temel özelliği ile çelişir.
Nasıl ki devlet; toplumun en büyük organizasyonu ise, halk da standart ölçüler çerçevesinde organize olmuş bir topluluktur. Ayrıca devlet, aile ve halk gibi iki temele dayanır.
Yasama meclisi; kurumsal sosyal yapının, temsilcilerinden oluşur.
Hükümet ve memurlar; kanunları uygulamak, kamusal işleri yapmak ile yükümlü olan kurum-kişilerdir.
Memurlar, devletin çıkar ve ihtiyacını en iyi bilen kişilerdir.
İşlerin yürütülmesinde; devletin hafızası, ana direğidir. Bu nedenle; yüksek devlet bilinci-kültürü taşıması, özel ihtiyaçlarının tatmini ve iş garantisi kamu menfaati açısından önemlidir. Zira memurluk; sıradan bir iş değil, kişinin tüm varlığı ile kendini işe vermesi gereken bir iştir.
Hükümdar, devletin en son irade merkezidir Zira devletin kişiliği ve egemenliği, hükümdarın kişiliğinde realite kazanır.
Hükümdar; keyfi davranan, bir baskıcı-zorba değildir. Kararları; daima, danışmanlarının açıklamalarına bağlıdır. İyi bir monarşide, kanunların objektif karakteri hâkim olduğundan; kararı, sadece “evet ya da başka bir çözüm var mı?” demekten ibarettir.
Keyfiyetten kaçınması, özel alandaki çekişmeye iştirak etmemesi ile de; devlette, birleştirici bir rol oynar.
Devleti somuta dönüştüren; bir kurum, yani organizasyon olmasıdır. Zira devlet, toplumun en büyük tüzel kişiliğidir.
Devlette; yasama, yürütme ve hükümdar olmak üzere üç güç vardır. Yargı ise yürütmeye bağlıdır. Bunlar, karşılıklıdır. Ancak; biri diğerinin rakibi ya da dengeleyeni değil, bir organizmanın organları gibi tamamlayıcısıdır. Birinin, bağımsız bir varlık haline gelmesi ise devleti sıkıntıya sokar.
Güçlerin kaynağı, anayasadır; doğru ve gerçek anayasa ise güçler arasında beraberliği kurabilmiş bir anayasadır.
Anayasa, devletle vardır; devlet, anayasayla varlığını sürdürür,
Anayasa, devletin milli ruhunu içerir; devlet, milletsiz olamaz.
Milletin kaynağı; milli ruh, milli ruhun kaynağı ise din-hukuk-sanat-iktisattır. Haliyle anayasa, milli ruhun bir ifadesidir. Her anayasanın, farklı olmasının nedeni de budur. Bu nedenle; Napoleon’un, Fransa Anayasası’nı İspanyollara kabul ettirmesi yanlıştır.
Devletin egemenliği; hem içerde, hem de dışarda geçerlidir. Haliyle ne yurttaşlar, ne de başka bir devlet-devletler tarafından yargılanması söz konusu olamaz.
Devletlerarası ilişkide, bağımsızlık esastır. Zira bağımsızlığı feda edip, başkaları ile birleşmek isteyenler, bağımsızlığın bir millet için ne çeşit bir bilinç olduğunu bilmeyenlerdir.
Devletlerarası anlaşmazlıklar; tarafların anlaşamaması halinde, savaş ile giderilebilir. Zira savaş; tarih sürecinde, daima karşıtlığa son veren, uzlaşmayı sağlayan, ilerleyişe hizmet eden bir şey olmuştur.
Devletlerde; kavimden-imparatorluğa, imparatorluktan-milli devlete varan bir değişim görülüyor.
Milli Devlet; insanı özgür kılan, devletlerin son aşamasıdır
Medeniyet; Doğu’da doğmuş, Batı’da yükselmiştir. Doğu toplumlarının geri kalmışlığı ise, felsefe-düşünceden uzaklaşması ve kurumlarını geliştirememesi ile ilgilidir.
Auguste Comte (Ogüst Kont; 1798-1857)
Sosyoloji-siyaset sosyolojisinin, babası olarak kabul edilen bir Fransız düşünürüdür.
O’na göre; doğa yasaları gibi, toplumun da değişmez yasaları vardır. Toplumlar; bu yasalar doğrultusunda, bir değişim-gelişim süreci yaşar. Bu da; Karl Marks için, bir ilham kaynağı olmuştur.
Karl Marks ( 1818-1883)
Engels ile birlikte Komünizmin (Bilimsel Sosyalizm) temelini atmış, siyaseti derinden etkilemiş, Yahudi kökenli bir Alman düşünürüdür.
“Kapital” ve Engels ile birlikte kaleme aldığı “Komünist Manifesto” adlı eserleri ile dikkati çeker.
Marks’ın kapitalizm analizi, Hegel’in tarih teorisine dayanır (Tarih; tekrarlardan oluşmayan, ileriye hareket eden bir süreçtir.). Ancak; Hegel’in aksine, O’nun tarih sürecinde, değişimi belirleyen düşünce değil, yapıdır. Yani üretim ilişkileri, ekonomidir.
Siyasi mücadeleyi; siyasetçi ve yöneticiler arasındaki bir mücadeleye değil, toplumdaki sınıf çatışmasına dayandırır. Bunun da; esas olarak, üretim şekli ile bağlantılı olduğunu söyler.
Tarihi süreçte; toplumsal değişimi, üretim şekli ve sınıf çatışması ile açıklar. Analiz ve açıklamada; diyalektik bir metoda başvurur ki, buna “diyalektik materyalizm” der.
Siyaset Teorisi
Toplum ilişkilerini; alt (ekonomik yapı, üretim şekli, insan kaynakları, örgütlenme biçimi) ve üst ((hukuk, ahlak, din, örf, adet, siyasi sistem) olmak üzere, iki yapıda ele alır.
O’na göre;
İlkel toplumda, ortak mülkiyet vardır. Zira insanlar; avlanma dâhil, her türlü faaliyetini birlikte icra eder.
Uygar toplumda, özel mülkiyet ve köleleştirilen esirler ile köleci bir düzen ortaya çıktı.
Kölelerin emeğine dayalı üretim şeklini içeren bu köleci düzen; ihtiyaçları karşılamaktan uzak kaldığında, bir toplumsal devrim ile yıkıldı, yerini ise egemen sınıf (toprak sahipleri) ve toprağa bağlı serflerden oluşan bir feodal devlet aldı.
Feodal toplumda, üretim ilişkilerinin gelişmesi; mülkiyet konusunda, hukuki bir sorunu doğurdu. Bu durum; önceki mülkiyet anlayışından istifade edenler ile yeniler arasında, bir çatışmaya yol açtı. Bu da bir devrimi gerekli kıldı, hukuki düzen üretim şekline uygun hale getirildi.
Feodal toplumdaki sivil toplum (ticaretle uğraşan, toplumun dinamik kesimi); sanayileşme sonucu, yerini siyasi karakter taşıyan yeni bir sivil topluma (Burjuva) bıraktı.
Eski burjuva toplumunun sona ermesinde; siyasi otoritenin tek merkezde toplanması, devletin daha örgütle hale gelmesinin önemli bir rolü vardır. Ancak; esas olarak, yeni burjuva toplumunu doğuran, üretim araçlarındaki gelişmedir. Bu; bir toplumsal aşamadır, zorunlu tarihsel diyalektiğin bir ürünüdür.
Burjuva toplumu; üretim araçlarının, özel mülkiyete tabi olduğu bir toplumdur.
Devlet; burjuva sınıfının, işçi sınıfı üzerinde tahakküm kurmak ve artı değerine el koymak için kullandığı bir araçtır.
Proleter, devlete karşı direnen bir bireydir. Proletarya ise; burjuva toplumunun bir sınıfı değil, burjuva toplumuna son verecek sınıftır
Refah-bolluğun olduğu bir toplumda, proletarya devrimi için uygun bir ortam yoktur.
Kapitalizmden sosyalizme geçmek; ancak, burjuva toplumundaki bir bunalıma ve proletarya devrimine bağlıdır. Zira halkın bilinçlenmesini, burjuva toplumunun kuralları ile yarışan partilerin gerçekleştirmesini beklemek yanlıştır.
Proletarya, iktidarı ele geçirdiğinde; siyasi sistemi, yeni ilkelere göre düzenleyecektir. Haliyle özel mülkiyetten ortak mülkiyete geçilmesi, Burjuva sınıfının ortadan kaldırılması gerekir. Bu da; ancak, Proletarya Diktatörlüğü ile mümkündür.
Özel mülkiyetten ortak mülkiyete geçilmesinde, üretim araçlarının kamulaştırılmasında; hukuk bağlayıcı değil, ideolojik amaca hizmet eden bir araçtır.
Sosyalist aşama; burjuva zihniyetinin izlerinin silinmeye, işçi bilincinin kazandırılmaya, sömürü ve eşitsizliğin giderilmeye çalışıldığı, üretimin bollaştığı bir dönemdir.
Sosyalist toplum; herkesin, üretimden, katkısı ölçüsünde pay aldığı bir toplumdur.
Komünist aşama; herkesin eşit olduğu, sınıfsız bir topluma geçiştir.
Komünist toplum; sömüren-sömürenin kalmadığı, herkesin eşit hale geldiği, sınıfsız bir toplumdur. Böyle bir toplumda ise; devlete ihtiyaç kalmaz, haliyle devlet varlığını kaybeder.
Analiz, Eleştiri ve Yorum
Marks’ın alt yapı olarak ele aldığı sivil toplum, ekonomik ilişkiler ile sınırlı ve tek yönlüdür. Oysa Hegel’in sivil toplum ile ilgili açıklaması, ekonomik ilişkilerin yanı sıra, kamu hukuku-sosyal yapı-kurumları da içerir. Buna karşılık; Marks’ta sivil toplumun sınırı, Hegel’ e göre daha geniştir. Zira Hegel’in sivil toplumu, aile ve devlet arasındaki alanla sınırlıdır.
Marks’ın; toplumsal değişim-gelişimi içeren açıklamasında, sadece ekonomik ilişkiler, hukuku araç olarak gören bir anlayış ve “ütopik” diyeceğimiz bir düzen tasviri vardır.
Kapitalizmin eleştirisini içeren, “ Emek-Değer, Artı Değer ve Emeğin Sömürüsü, Yedek Sanayi Ordusu, Azalan Kar Oranları, Konjonktürel Dalgalanma ve Krizler, Piyasanın Yoğunlaşması ve Sermayenin Merkezileşmesi” adlı iktisat teorilerinin; bazısı günümüz için geçerli olmasa da, önemli bir kısmı bugün bile en çok konuşulan konulardır.
DEVAM EDECEK