Bülent Vedat AYDEMİR
“Nemiz varsa, eğer bağımsız bir devlet kurmuşsak,
Hür vatandaşlar olmuşsak,
Şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak,
Yurdumuzu Batı’nın, vicdanımızı ve düşüncemizi Doğu’nun pençesinden kurtarmışsak,
Şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcaklığını duyuyorsak,
Belki nefes alıyorsak, hepsini, her şeyi 30 Ağustos zaferine borçluyuz.”
30 Ağustos’la ilgili birçok köşe yazıları, akademik makaleler kitaplar yazıldı, konferanslar verildi, bu büyük zaferimiz anma toplantılarında bütün safhalarıyla detaylı olarak anlatıldı.
Bunlar arasında, en anlamlı yazı kurtuluş savaşını yaşayan ve o yıllarda gazetecilik yapan Falih Rıfkı Atay’ın “30 Ağustos’a İstanbul’dan bakış” başlıklı köşe yazısıdır.
1918 yılında Kazım Şinasi Dersan, Necmettin Sadak ve Ali Naci Karacan la birlikte çıkardıkları Akşam gazetesindeki “Günün Fıkraları” başlıklı köşesinde Kurtuluş Savaşı’nı ve Mustafa Kemal’i destekleyen yazılar yazan Falih Rıfkı Atay, bu yazılarından dolayı devrin iktidarı tarafından idam talebiyle Divanı harp’e verilmiş, Kurtuluş Savaşının kazanılması üzerine serbest bırakılmıştır.
10 Eylül 1922’de Anadolu’ya geçen Atay, Tanin ve Hakimiyet-i Milliye gazetelerinde yazdığı yazılarla Mustafa Kemal’i ve Milli Mücadeleyi destekledi.
Savaşın ardından Yunanlıların yakıp yıktıkları yerlerde tespitler yapmak için Halide Edip, Yakup Kadri ve Mehmet Asım’la birlikte Tetkik-i Mezalim Heyeti’nde görev aldı.
Görevi gereği Batı Anadolu’nun tamamını dolaşan Falih Rıfkı Atay, Yunan mezalimliğini bizzat gören ve yaşayan önemli bir şahsiyettir.
Atatürk’e ilişkin anılarını “Çankaya” adlı eserinde bir araya getirmiştir.
Falih Rıfkı Atay’ın aşağıdaki yazısı “Çankaya” adlı kitabından alınmıştır.
(19 Temmuz 2019 tarihinde yapılan Bursa B.Ş.B Meclisi toplantısında, 30 Ağustos’la ilgili, bana göre, hem yersiz hem de talihsiz ve tarihi gerçeklere tamamen aykırı açıklama yapan Bursa B.Ş.Belediye başkanı Sayın Alinur Aktaş’ın dikkatle okuması temennisiyle)
30 Ağustos’a İstanbul’dan Bakış
Gazeteye geldiğim vakit Anadolu’nun birden bire kapandığını söylediler. İstanbul ve Türkiye’nin işgal altındaki köyleriyle, memleketin öbür kısmı arasında hiçbir temas yapmaya imkân yoktu.
Aradan 30 yıl geçti, o sabahki heyecanımın şimdi bile gönlümü ürperttiğini duyuyorum…
“Acaba Yunanlar mı taarruza geçtiler?”
“Belki de bizimkiler…”
Tarihte hiçbir perde bu kadar ağır bir kader sırrı üstüne inmemiştir.
Ne Rumca ve Ermenice gazetelerde, ne İngiliz veya Fransız ağzı konuşanların sözlerinde merak giderici bir yayıntı bile yoktu…
“Canım biz taarruz edebilir miyiz? Daha geçenlerde Fethi Bey mütareke aramak için Londra’ya gitti. Ummam ki böyle bir delilik yapalım…”
“İhtimal ne cepheyi, ne cephe gerisini tutamaz hale geldikleri için bir son çare aramışlardır…”
Hepimiz Mustafa Kemal’in askerlik dehasına inanırdık.
Onun her şeyi var’a olduğu kadar, yok’a da çevirecek bir zar atmayacağını biliyorduk.
Fakat nasıl haber almalı idi?
Bütün günümüz adeta merak sancısı içinde geçti.
Yalnız yemekten değil düşünmekten de kesilmiştik…
Zırhlıları ile tümenleri ve alayları ile I. Dünya Harbi düşmanlarının zaferi, hâlâ İstanbul’un surlarında ve sokaklarında idi.
Bir tek umut, bir avuç askerde ve Mustafa Kemal denen isimdedir.
Kapkara perdenin arkasında yalnız onların yaklaşıp uzaklaşan hayaletlerini sezinliyoruz.
Nihayet Rumca gazetelerde ilk rivayetler çıktı; biz taarruza geçmiştik ve başımızı Yunan ordusunun çelik kayasına boş yere çarpıp duruyorduk…
Türk Ordusu’nun bir taarruz savaşına giremeyeceği fikri, bizim kuşağımız için değişmez gerçeklerden biri idi…
Ordumuzun kahramanlığına bel bağlardık, fakat onun ancak dayanma mucizeleri verebileceğini sanırdık.
Onun son destanları 1877 harbinde Plevne, 1912 harbinde Edirne, sonra da Çanakkale idi.
Rumca gazetelerin haberi ile merakımız biraz azalsa bile kaygımız ateş gibi yanıyordu.
Zaman geçtikçe umutsuzluğumuz arttı.
Havadis duyurmakta Beyoğlu gazeteleriyle yarış eden ve üst üste kasabalar alındığı rivayetlerini uyduran bir Türkçe sürüm gazetesine kızıyorduk…
“Taarruz sökmüş olsa bir tebliğ verirlerdi. Durduk mu, geriledik mi? Ah hiç olmazsa bir iki kasaba alsak da öyle dursak…”
Bir iki kasaba alıp durmayı nimet saymaya başlamıştık.
Az da olsa bir başarıyı halk güvenini artırma yolunda kullanmak kolaydır.
Bu bir edebiyat işidir.
Fakat ya hiçbir şey yapamadıksa?
Ya geriledikse?
Mustafa Kemal’e kızanlar ağızlarını açmışlardı bile…
Akşamüstü gene beynimizin içinde aynı burgu, kalbimizin içinde aynı ağrı Büyükada’ya gidiyordum. Aydınlık, ferah bir Ağustos akşamı… Köpüklü, uyanık, neşeli bir deniz. Güverte tıka basa dolu…
Türkçe konuşmayanlarda, birbirinin sözünü kapan bir sevinç var. Sadece bu sevinç bizi yıkmaya yeterdi.
“Ne olmuştu?” diye sormaktan korkuyorduk.
Bir fena şey vardı.
Kimseye sormaksızın onu zihnimizde hafifletmeye uğraşıyorduk.
İhtimal durmuştuk. Belki de bir iki noktada gerilemiştik.
Ordu bozulmamışsa bundan ne çıkardı?
Yunanlar da artık bitkin bir halde değil mi idiler?
Aşağı yukarı bir uzlaşma yapabilirdik. Bu da, elbette Sevr Antlaşması’ndan daha iyi olurdu.
Fakat içimizdeki sorunun, kimsede aramaya cesaret edemediğimiz cevabı kendiliğinden yayılıverdi:
“Başkomutan Mustafa Kemal Paşa bütün karargâhı ile beraber esir olmuş…” Keder insanları öldürmez derlerse, bu söze inanınız.
Kalp denen şeyin ne dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu ben, o akşamüstü Büyükada vapurunun güvertesinde öğrendim.
Türkleri Büyükada Yat Kulübü’nden kovmuşlardı.
Yalnız bir iki sırnaşık, yolunu bularak içlerine sokulabilmişlerdi.
Bunlar o akşam cezalarını çekmişlerdi.
Çünkü kulüpte, Mustafa Kemal’in esir olması şerefine kulübün bütün şampanyaları patlıyor ve Türkler de dağıtılan kadehleri içmeye zorlanıyorlardı.
Ada sokakları çoluk çocuğun çığlıkları ile geçilmez bir hale geldi.
Ölümü bir uyku, rahat bir uyku gibi arayarak sabahı ettik. İlk vapurun en görünmez köşesine sığınarak, iki büklüm köprüye indik.
Bütün Türkleri yas içinde bulacağımı sanıyordum.
Meğer ne kadar soysuzluğa uğramışız.
Acaba sokaktakilerin hepsi şu veya bu muhipler cemiyeti üyeleri mi idi? Bizimkiler utançlarından evlerinde mi kalmışlardı?
Bu gülüşler, bu çırpınışlar, bu el sıkışlar ne idi?
Meğer bütün karargâhı ile Başkomutan Mustafa Kemal değil, Yunan Başkomutanı Trikopis esir olmuş…
Size, kalbin ne kadar dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu yukarıda söylemeseydim, burada söylerdim.
Bir çocuk gibi sıçramaya başladım.
Habere, havadise, telgrafa koşuyorum.
Hani dün kızdığımız o sürüm gazetesi yok mu, meğer resmi tebliğlerin kilometrelerce gerisinde imiş.
Yunan ordusunu yok etmişiz ve İzmir’e iniyormuşuz.
Ben, ömrümde hiçbir edebiyat eserinde, ordulara ilk hedeflerinin Akdeniz olduğunu bildiren günlük emri okurken duyduğum zevki duymadım. Bu, bütün heyecanların üstünde bir heyecan veren, bütün şiirlerin üstünde bir şiirdi.
Ne olmuştuk, biliyor musunuz?
Kurtulmuştuk…
Ah Mustafa Kemal, Mustafa Kemal, sana ölünceye kadar o günün sevincini ödeyebilmekten başka bir şey düşünmeyeceğim.
Konuşmak için dilim, yazmak için kalemim tutuldu. İkdam’daki Yakup Kadri’yi aradım, ilk vapurla İzmir’e gitmeyi teklif ettim.
Nemiz varsa, bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaş olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu Batı’nın, vicdanımızı ve kafamızı Doğu’nun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcağını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini, her şeyi 30 Ağustos Zafer’ine borçluyuz.
Akşam’ın ilk sayfası için koskoca bir klişe hazırlamıştık:
“Elhamdülillah, İzmir’e kavuştuk! “
Kapıları açmanın imkânı mı var?
Gazeteyi pencereden akıtıyorduk.
Alan yüzüne gözüne sürüyordu.
Galata Rıhtımı üzerinde kamçısı ile selam marşını susturan beyaz atlı Franchet d’Esprey, o korkunç hayal, sanki bir operet sahnesinden kalma hoş bir hatıra idi! Doğrusu daha fazla Dolmabahçe’ye gidip Vahdettin’i görmek istiyordum. İçimdeki tek zulüm hevesi bu idi!
Vahdettin’i göremedim.
Fakat sonradan ilk Meclis’ten kalma bir dostum, Muhiddin Baha, bana bir Ankara hikâyesi anlattı.
Onlar da sevinçten ne yapacaklarını bilmiyorlarmış.
Meclis’te bir aralık ellerini yıkamaya gitmiş. Asık suratlı bir milletvekili görmüş. Mustafa Kemal’in muhaliflerinden biri:
“Yahu nedir bu halin?” diye sormuş. Öteki dudaklarını ısırarak:
“Ne var sanki? Nasıl olsa İzmir’i bize vereceklerdi. Nesini büyütüp duruyorsunuz” diye çıkışmış da!
Sonra da:
“Yunanlardan kurtulduk. Bakalım Mustafa Kemal’den nasıl kurtulacağız?” demiş.
Evet muhalifleri ve rakipleri sapsarı idiler.
Doğu böyledir, dostlarım, Doğu’da kin, kolayca hıyanete kadar götürür.
O gün sapsarı kesilenler veya onların kinini güdenler, şimdi bile o günün hatırasını söndürmeye uğraşmakta değil midirler?
Doğu kini, vicdanları saran bu kanser…
Kanserlerin en habis soyu!
Kaynak: – Falih Rıfkı Atay, Çankaya: İstanbul 1969. s.312