MİLLİ BİRLİK VE GÜÇLÜ DEVLET
Bülent Vedat AYDEMİR
Ülkemizin en önemli sosyal sorunlarının başında “ülke içinde ötekileştirme ve ötekileştirilenden hasım yaratma” gelmektedir.
Ülke sınırları içinde birlik ve beraberliği zedeleyen en önemli sosyal kırılmayı bu kavramla açıklayabiliriz.
Ötekileştirme bir Millet/Devlet olgusunun doğal gereğidir. Ülke sınırları dışındakiler ötekidir. Bu ötekiler içinde bizlere düşmanlık besleyen düşmanımız, dostça yaklaşan ise dostumuzdur.
Üzülerek belirtmeliyim ki bu kavram ülke içinde de aktif hale gelmiştir.
Cemaatleşme, etnisitenin ve mezheplerin öne çıkarılması; bu yapılanmalar içinde kendilerinden olmayanların, hatta kendileri gibi düşünmeyenlerin önce öteki, sonra hasım ilan edilmeleri, millî birliği zedeleyici hale gelmiştir.
Bu olumsuzluklar siyasi partilere de bulaşmış vaziyettedir.
İnsanlarımızı önce ötekileştirmek sonra hasımlaştırmak suretiyle siyasi güç ve bu güçle bağlantılı iktisadi güç elde etmek isteyenlerin başı çektiği siyasi bir yapılaşma günümüzün gerçeğidir.
Milli birlikteliğimizi ve bütünlüğümüzü zedeleyici bu ötekileştirmeyi sona erdirecek tek kavram ve yöntem kucaklayıcılık, kapsayıcılık ve liyakati esas almaktır.
Bu kavramlar hem yüce dinimiz İslam’da, hem de Türk Milliyetçiliği Fikir Sisteminde önemli ve olmazsa olmaz kavramlardır.
***
Kalkınmış ülkeler diye adlandırılan ülkelerin tarihsel süreçlerini incelendiğimizde şu hususların öne çıktığını görebiliriz.
*Hükümetlerin hukukun üstünlüğü ilkesine önem verme;
*Millî bütünlüğü sağlama;
*Devlet ile toplum arasında karşılıklı güveni oluşturma;
*Yurttaşlara karşı sorumlu ve duyarlı davranma.
Bir başka özellikleri ise
*Demokratik ilkelere dayalı olarak siyasal gücün kullanımına sınırlamalar getirmeleri;
*Yurttaşların siyasetçileri kontrol altına alabilmelerini sağlayan hukuki düzenlemeleri yapmaları ve bu sayede siyasetçilerin makamlarını kullanarak kendilerini ve yakınlarını zengin etmelerine fırsat tanımamaları;
*Devleti yönetenlerin (seçilmiş ve atanmış), yönettikleri halk kitlelerine ekonomik fırsatlardan yararlanma fırsatlarını vermeleri.
Bu ülkelerde insanlar daha fazla siyasi hak elde etmişler ve bu haklarını ekonomik fırsatların genişletilmesi için kullanmışlardır.
Bu sistem sayesinde oluşturdukları siyasi, ekonomik, sosyal ve hukuki kurumların temel işlevi “kapsayıcılık” olmuştur.
Bu devletlerde kapsayıcı mahiyetteki siyasal kurumlar ülkedeki istikrar ve istikrarın devamlılığını güvence altına almışlar; ülke insanları, bu kurumlara ve bu kurumlar tarafından oluşturulan hukukun üstünlüğü ilkelerine tam anlamıyla inanmışlar ve güvenmişlerdir.
Bu ülkelerde insanlar ( özellikle de yöneten ve yönetilenler ) birbirlerine güvenmişler, işbirliği yapmak suretiyle hızlı bir kalkınma ve zenginleşme süreci geçirmişlerdir. Az kalkınmış veya geri kalmış ülkelerde ise, kalkınmış ülkelerde gözlemlenen gelişmelerin tamamen tersinin yaşandığı görülmüştür.
Bu yapıdaki ülkelerde en çok dikkat çeken özellik,
*Hukukun üstünlüğü ilkesinin geri plana itilmesi,
*Elit kesimin zenginleşmesi ve bu zenginleşmenin bedelinin topluma ödetilmesi; Diğer bir ifadeyle, bu elit denen kesimin, bedelini başkalarına ödeterek kendilerini zenginleştirmeleri olmuştur.
Bu da devlet ile toplum arasında karşılıklı güvensizliğin temelini oluşturmuştur.
Bu tür ülkelerde siyasal gücün belirli bir grubun elinde neticesinde, siyasal güç sahiplerinin ekonomik kurumları da kontrol etmeye başladıkları görülmüştür.
Yöneticiler, siyasal açıdan güçlü gördükleri gruplara kaynak aktarmaktan çekinmemişler, bu kesimlerin desteğiyle iktidarda kalmanın yolunu aramışlardır
Siyasal gücü ellerinde tutanlar, zaman geçtikçe, bu güçlerini rekabeti sınırlamak için kullanmışlar; oluşan pastadan alacakları payı arttırmak istemişlerdir.
Bunların önceliği ülke kalkınmasından ziyade kendi kalkınmaları olmuş, bu hedefe varmak için de çalıp yağmalamak olmuştur.
Verimlilikten uzak bu uygulamalar neticesi bu ülkelerde sürekli ödemeler dengesi açıklarından ve döviz darlığından kaynaklanan ekonomik ve siyasi krizler yaşanmıştır.
***
Toplumlar kendini yönetecek kurulları siyasi bir süreç neticesinde belirler.
Bu sürecin nasıl işleyeceği ise siyasal kurumlar tarafından belirlenir.
Siyasal kurumlar da toplumdaki gücün kimde olduğunu ve bu gücün ne amaçla kullanılabileceğini belirler.
Bu siyasi güç’ün dağılımı yeterince eşit değilse ve sınırlandırılmamışsa siyasal kurumlar mutlakiyetçi; gücü toplumun geniş kesimlerine dağıtan ve bu güce sınırlamalar getiren siyasal kurumlar ise kapsayıcıdır.
Kapsayıcı kurumlara sahip devletler tam anlamıyla merkezileşmiş güçlü devletler olmuşlardır
***
Niyeti ve hedefi “hükmetme” olan kişiler için olmazsa olmaz olan iki şey vardır. İlki, iktidar olmak, diğeri ise meşruiyeti elde etmektir.
Bunları elde ettikten sonra da bu gücün kullanımını kalıcı hale getirecek olan bürokraside ve iş dünyasında iç içe girmiş bir ilişkiler yumağı oluşturmak için örgütlenmeler başlar.
Bu yapılanmayı önce muhafaza edebilmek, sonra da sürekli hale getirebilmek için kendilerine bağlı güçlü bir medya grubunu ve aralarında yasal silahlı emniyet güçlerinin de bulunduğu bir bürokrasiyi oluşturmaları ve yargıyı kendilerine bağlı hale getirmeleri gerekir.
İnsanlar arasında lider (önder) konumunda olan bazı kişilerin, kendilerine hürmet gösteren, karşısında adeta “el-pençe divan” duran, sözlerinden hikmetler, kerametler çıkaran, layık olmadıkları halde birçok manevi sıfatlar yakıştıran taraftarlarından da güç alarak yönetme hırsı ile birlikte devlete hükmetme gibi düşüncelere kapılanlar hep olmuştur.
Bu kişilerden kimileri de kendisinin vazgeçilmez olduğunu zannedebilirler. Kendileri olmazsa “devlet de ülke de olmaz” fikrine saplanabilirler.
Üstüne üstlük çevresinde çoğalan yalaka ve dalkavuklar ve bunların kontrolsüz beyan ve hareketleri ile güç zehirlenmesine yakalanabilirler.
Güç zehirlenmesine yakalanmış kişiler için artık “dost tavsiyesi ve samimi eleştirileri” bir nevi hakaret olmaya başlar.
Zira onlara göre artık “kimsenin kendisini eleştirmeye hakları yoktur”! Olamaz da!
İktidar olmanın nimetinden faydalanmak isteyen ve güç zehirlenmesine uğramış siyasi önderin etrafında kümelenen çıkar grupları, toplumu ve kamu kurumlarını sömürmeye başlarlar. Oluşturdukları koruyucu çembere başkalarının girmesine müsaade etmezler. Dışarıda kalanlar ise “fitne ve fesat” çıkarmaya başlarlar.
Eğer bir toplumda “ fitne ve fesat” başlamışsa..! Gerisini siz düşünün!
Bu kişi ve gruplar ekonomik ayrıcalıklarını ellerinden alacak, siyasal güçlerini azaltacak değişikliklere şiddetle direnmişlerdir; bu gruplar ancak kendilerinin sömürebileceği zenginliklerin üretilmesini isterler.
Ülke kaynaklarının sanayiye aktarılmasını istemezler. Çünkü ülke kaynaklarının bu şekilde kullanılması, devlet vasıtasıyla elde edilecek kazançlarda belirgin azalmalara yol açacaktır.
Bu tür ülkelerde devlet vasıtasıyla zenginleşen grupların ve bu grupları yönlendiren elitlerin yerine geçmek isteyen birçok gruplar ve elitler her zaman olmuştur: bu grupların devlet eliyle zenginleşme uğruna girdikleri çıkar savaşları, toplumlarda siyasal çalkantılara, asayişsizliklere ve bunalımlara sebep olmuştur.
Sonuç ; “diktatorya’nın ayak sesleri”