
ÜLKÜCÜ VE ÜLKÜCÜYDÜM DİYENLERİN DESTANI -1-
ÇİZGİSİ OLMALI İNSANIN
Fuat Yılmazer
Altmış yaşlarını geçmiş, saçları beyazlamıştı.
Sakal, daha genç olmasına rağmen kıskanırcasına saçı taklit ediyordu.
Hareketleri yavaşlamış, gözleri dalgın, yüzü süzgündü.
Çok düşünceliydi.
“Olur mu be?” Diyordu,
“Böyle olur mu yahu?”
Karşısına çıkan manzara ile defalarca karşılaşmıştı ama bu olanlara bir türlü alışamamıştı.
Sevmemişti de…
Kabul de edememişti ama çaresizdi.
“Olmaz!” Diyordu,
“Olmamalı!”
Düşündü derin derin, gençlik yıllarını, inandıkları uğruna canıyla kanıyla mücadele edenleri.
Kimi şehit olmuştu omuzdaşlarının, kimi de gazi.
Yakında olanların cenazesinde bulunmuş, uzaktakilerin haberini almış, yüreği yanmıştı.
Kan ağlıyordu ülke o zaman,
Kan ağlıyordu Türklük.
O zamanlar, şimdilerde olduğu gibi Türklükten, Türk’üm diyenlerden rahatsız olunuyordu.
Veya ona öyle geliyordu.
Dönemin yasaları, Türküm diyenlere sıcak baktırmıyorlardı,
Veya öyle uygulanıyordu.
***
Bunlar da fazla dürüst veya çok fazla saftı.
Yasaların boşluğundan yararlanmayı bilmiyorlar, yalana hiç evet demiyorlardı.
Bu nedenle çok soğuk bir gecede nefes almış gibi ciğerlerine kadar üşüyorlardı.
Bir fırtına koptu 1980 yılında…
80 in 12 Eylül’ünde.
Türk ordusu darbe yaptı dediler.
Adı öyleydi ama darbeyi yapan Türk ordusu değildi.
Beynini ABD ye kiralamış, üzerine şerefli Türk ordusunun üniformasını giymiş birkaç kişiydi.
Türkün, ülkücünün Türk ordusuna karşı boyunları kıldan inceydi.
Türk kelimesi de ordu kelimesi de kutsaldı onlar için.
Olan olmuştu.
Önce kendileri için bir tehlike olacağını düşünmediler.
Türk ordusu deniyordu,
İçinden, kiralanmış satılmış beyinlerin çıkacağını düşünmediler.
Olsa bile tepe noktalara geleceğine inanmadılar.
Gün geldi beklemedikleri durumla karşılaştılar, ama ne karşılaşma.
İsrail askerinin Filistinlileri ezdiği gibi ezildiler.
Sadece kendileri değildi ezilen, emperyalizmi sorgulayan tüm gençlerdi.
Yarınlarla ilgili kendi pencerelerinden bakan tüm beyinlerdi.
Bunlar Türk’üm demekten mahrum bırakılmaya çalışıldılar.
Ama başaramadılar.
Bunu yapanların asker olduğunu kabul etmek mümkün değildi.
Bu nasıl olurdu?
Oldu işte.
İlk sarsıntıyı yaşadılar, alınlarından, yüreklerinden soğuk terler boşandı.
İlk hayal kırıklığını, ilk itimatsızlığı orada tattılar.
Türk’üm demekten bile mahrum bırakıldılar.
Ama bunlar Türk’tüler, inançları da karakterleri de Türk’tü.
Veya öyle biliyorlardı kendilerini.
Türk’ün karakterinde zora boyun eğmek yoktu.
Kimse zorla boyun büktürtemezdi onlara.
Eğmediler de boyunlarını.
Zora gelmezdi Türk, hele zorbalığa prim vermezdi.
İradeleri, inançları dışında hareket etmezdi Türk,
Onlar da iradelerine, inançlarına muhalif olanlar değildi.
***
İçlerinde hainler çıktı mahpusluk hayatlarında.
Birbirini gammazlayanlar, aleyhte ifade verenler.
Sattılar dava arkadaşlarını, çıkarları doğrultusunda.
Birkaç gün önce kurtulmak için zindanlardan.
Yakışmayanı yapanlar oldu.
Üzüldüler, üzüldüler, üzüldüler…
Ama çoğunluğu heybetli Bozkurt gibi vakur durdular.
Halil Esendağ, Selçuk Duracık gibi.
Mustafa Pehlivanlı gibi korkusuzca yürüdüler darağacına.
Çok zulüm gördüler zindanın içinde de dışında da.
***
Asıl tehlike dışarda onları bekliyordu, haberleri yoktu hiç birinin.
Düşünmemişlerdi bile olacakları.
Belki de düşünmüşlerdi ama açıkça konuşamamışlardı.
Zulüm kadar korkunç, zulüm kadar yaralayan tehlike tüm hareketi bekliyordu.
***
Rahata erince insanlara rehavet çöker, gevşerler ya,
Onlar da korkunç bir cendereden geçmişti.
Cendereden sonra gelen rahatlık, rehavet, uyuşukluk, aman bana ne duygusu getirebilirdi.
Getirdi de…
Paranın sıcak, aldatıcı tadını da öğrendiler.
Gücün getirisini de gördüler.
Makamın mevkiinin sıcaklığını da hissettiler.
Ben olmanın farkına vardılar.
İdealizmden liberalizme kaymaya başladılar.
Dengeyi kuramadılar.
Bir yönden de haklıydılar, onlar da güzel yaşamak istiyorlardı.
Onların da sevdikleri, sevenleri bunlardan bir şeyler bekliyor ve istiyordu.
Kendilerini dünyanın bütün yükünü çekmiş görüyor onun karşılığını bekliyorlardı.
Buna da bir ölçü bulmayı düşündüler. Yaşadıkları iki hayat arasında ortak çizgiyi bulmayı….
Buldular mı?
Bulamadılar.
Bulunmazdı ki,
İki farklı hayat arasında ortak nokta!!!
Veya bunlar yetişme tarzları gereği bulamazlardı.
Artık bazıları için fikir yuvalarında kalmaları yüktü.
***
Ben de biraz mutluluktan pay alayım, ben de biraz ben olayım, çevrem beni ben olarak tanısın cebim ısınsın, gönlüm dilediğini yapsın, haram ve helal duygularını beraber yaşayayım..
Birinin sıcaklığının yanına başka sıcaklarda katayım, diye düşündü bir kısmı.
Bir başka bölümü de “insanın hayatta bir çizgisi olmalı” dedi.
“Biz bu yola rahat yaşamak için değil, milletimizi yüceltmek, Allah’ın rızasını kazanmak, Türklüğün ilanihaye devamına yardımcı olmak için” katıldık dediler.
***
Mahpus damları veya çektiğimiz sıkıntılar bizi çelikleştirdi diyorlardı.
Sıkıntıların beraberinde çelikleşmeyi getirdiğine inanıyorlardı.
Çelikleştiler mi, çevikleştiler mi belli olacaktı ileriki zamanlarda…
***
Çelik olarak kalanlar oldu, çevikleşenler de.
Çeviklikte çağ atlayanlar, yükseklere sıçrayanlar bile oldu.
Bin bir gece masalları gibi masallarla yuvayı terk edenler de oldu.
Uçtular, gittiler.
Başka yuvalarda istikbal aradılar, kendi yollarında olmayanlarla beraberleştiler.
Ama kendileri de yol değiştirmişlerdi.
Ateş çemberinde beraber olduğu arkadaşlarından daha mert, yiğit arkadaş aradılar.
Kendilerini bugünlere getiren Başbuğlarından daha güçlü, daha dürüst lider aradılar.
Yeni ölçülerine göre de buldular.
Çünkü önceden kafalarında hazırladıkları şekle kılıf hazırlayıp, süsleme ile giydiler üzerlerine.
Kendi pencerelerinden doğruydu yaptıkları ama ülkü penceresinden hiç de öyle gözükmüyordu.
Manzara hüzün vericiydi,
manzara dehşet vericiydi ülkü penceresinden bakanlarca…
Onlar kısa bir süre utandılar yaptıklarından. Sonra kendilerini haklı çıkarma dürtüsü galip geldi, umursamadılar bile.
Çok fazlada zorlanmadılar buldukları yuvaya ısınmakta.
Rahatlığı görünce unuttular dünü, dünleri.
Zamanla gittikleri yeni yuva zayıflayınca endişeye düştüler kısa bir süre için.
O yuvadan da başka yuvalara pır pır uçtular mahirane.
Tabi yeni bahanelerle.
***
Yuvada kalanlarda da huzursuzluk vardı.
Diktatör suçlamalı huzursuzluklar.
Yol vermiyor ki çalışalım,
Yaşlandı çekilmiyor ki tarzında suçlamalar.
Alışılmıştı artık bahaneler bulunmaya,
Bahaneler haklı, gidişler mazur gösterilerek yeni bahane ile yeni bir kapı daha açtılar kendilerine.
Ömürlerinin sonuna kadar hiçbir şey yapamayacakları küçük bir kapı ve büyük bir bina…
***
Bir kısmı bunları yaparken önceki gidenler gittikleri yerde yeterli sıcaklık göremediklerini düşünüp ilk yuvasına avdet ettiler.
Bir kısmı da yuvadan uçmak için iman tazelemişlerdi kendilerince ama işleri istediği gibi gitmedi.
Ya taliplileri olmadı ya da çevrenin psikolojik baskısından korktular.
***
Bir başka grup daha vardı.
Bunlar daha fazla akıllı olanlardı.
Yıllarca yuvalarında mutlu yaşadılar, birkaç dönem vekil oldular,
Parlamentoda lacivert elbiselerle dolaştılar.
Bir kısmı iş adamı oldu paraya para demedi, öyle zengin oldular.
Bir kısmı da bürokrasiye girdi bürokrat oldu.
Bir kısmı idealizmini korurken bir kısmı da sıcaklığa alıştılar kendilerinden geçtiler.
Zaman geçti dünya döndü, ekinler yeşerdi biçildi, bu dönem kısa sürdü. Sıcaklar soğuklara döndü kar yağdı. Fırtına çıktı artık kapılarını fazla kişi çalmıyordu bu kişilerin
Kalpleri kırılmıştı!, gururları incinmişti!
Küstüler başındaki başlık özelliği olmayana.
Bahane hazırdı, içerde mücadele yapmadan yeni bir ev kurdular.
Yeni bir yıuva kurdular öz yuvalarını kötüleyerek.
Eski yuvalarının işlevini bitirdiğini söylediler, yuva patronunun yüzünden öz yuvalarını kötülediler.
Ne adına?
İdealleri adına!
Kendilerini rahatlatmak adına.
Rahatladılar mı?
İç dünyasıdır insanın, oraya ulaşmak zordur.
Bilinmez…
Onu zaman gösterecek.
***
Ama bir çizgisi olmalıydı insanın, kendinin de herkesin de bildiği…
Bir çizgisi olmalı insanın kısacık hayatta kırılmaların bükülmelerin olmadığı…
Bir çizgisi olmalı insanın “fırıldak Kubi” gibi anılmadığı…
Bir çizgisi olmalı insanın, kısacık ömründe onurla sahip çıkacağı…
Bir çizgisi olmalı insanın, karakteri ve yolu takip edileceği…
İnsanın bir çizgisi olmalı…
Bir hayat tarzı olmalı,
Sınırları olmalı, inanç ve ahlak sınırları.
Düşünceleri satılık, davranışları taklit olmamalı.
***
İnsanın insan olduğunu ortaya koyan ülküsü, duruşu, onuru ve şerefidir.
Dirençli olmalı azimli iradeli olmalı insan inandığını bildiğini savunabilmeli.
Özü sözü güvenilir olmalı.
Ülkücüyüm deyip de ülküsüz olmamalı.
Kabul ettiği, inandığı yolda vakarla yürümeli.
Etkilenmemeli söylenenlerden.
Ay çekirdeği gibi etkilenmemeli güneşin doğuş açısından.
Ülkü yolu inişli çıkışlıdır hedefe varmak zaman alır, bazen yuvana kirli sularda karışabilir,
Ama mücadele inanan idealistler içindir.
Sızlanır yürekler, ağlar inançlı gözler ve derler ki;
“Görelim Mevla neyler, neylerse güzel eyler.”