TÜRK TÖRESİNDE
HOŞGÖRÜ – İNSANLIK (KİŞİLİK)
4.BÖLÜM
BÜYÜK SELÇUKLU DÖNEMİ
Bülent Vedat AYDEMİR
Hazar denizi ile Aral gölü arasında yaşayan Selçuklular, Oğuz Türklerinin Kınık boyunun önde gelenlerindendir. X. Yüzyılda Müslüman olan Selçuklular İslâm hâkimiyetinde bulunan Maveraünnehr’e oradan Horasan’a girdiler. Sünni İslâm anlayışını benimseyen Selçuklular, Şii-Büveyhi iktidarına karşı Abbasi Halifesiyle işbirliği kurdular ve Halifeyi Şii-Büveyhi boyunduruğundan kurtarması ile Sünni dünyanın sempatisini kazandılar.
Selçuklular zamanında Türkler, Yeni coğrafyada göçebe/yarı göçebe yaşam tarzını yavaş-yavaş terk ederek şehir hayatına ve merkezi bürokrasiye dayalı bir devlet düzenine geçmeye başladılar. Bu yeni devlet düzeninde bürokrasi’de ağırlıklı olarak İranlılara yer verilirken, özellikle ordu ağırlıklı olarak Oğuz /Türkmenlerden oluşturuldu ve bu yeni devlet kısa sürede büyük bir güce ulaştı.
Selçukluların egemen oldukları bölgelerde üç ilahî dinin mensupları bir arada yaşıyorlardı. Çoğunluk Müslümanlardan oluşmasına rağmen azımsanmayacak sayıda gayrimüslim nüfus vardı. Hıristiyan tebaa’nın yanında Ermeni, Gürcü, Abhaza ve Süryanilerle birlikte Orta Doğu ve Anadolu’da Hıristiyanlarca önemli sayılan doğu kiliseleri ve Yakubiyye- Nasturiyye ve Melkaiyye mezhepleri bulunmaktaydı. O sıralarda Batı Hıristiyanlığı Roma merkezli Katoliklik ve İstanbul merkezli Ortodoksluk adlarıyla ikiye bölünmüştü. İsfahan, Semerkant, hamedan ve Rey gibi şehirlerde Musevîler yaşamaktaydı.
Orta Asya Türk devlet geleneği ve Türk Töresi prensipleri gereği, Türk devletlerinin hâkimiyeti altında yaşayan çeşitli inanç ve kültürleri bir arada tutabilme, birlik ve ahenk içinde yaşama, onlarla dinî ayrımcılığa gitmeme politikaları Selçuklular döneminde de devam etmiştir. Bu uygulama İslâm dininin hoşgörüsüyle bütünleşerek, devlet bünyesindeki farklı din ve mezhep mensupları eşit haklara sahip olmuşlardır.
O tarihlerde Doğu Anadolu’da yaşayan Ermeni, Süryani ve Rafizi Hıristiyan Pavlikyanlar, Bizans’ın zoraki Ortodokslaştırma politikalarına karşı, Selçukluların hoşgörülü tavırlarını bildiklerinden, Selçukluları kendileri ve dinleri için kurtarıcı olarak kabul etmişlerdir.
Bu konuda Ermeni Tarihçi/Vakanüvist Urfalı Mateos şunları kaydeder: “O sıralarda Bizans imparatoru Dugitz, Grigor’un katlolikosluk makamını Ermenistan’dan kaldırmak gibi feci bir düşünceye kapıldı. Roma’lılar tazyiklerini daha çok arttırdılar ve mukaddes makama hücum etmeye başladılar. Onlar bu makamı kaldırmak ve bütün Ermenileri bâtıl Kalketon (Kadıköy konsilini takip edenler) mezhebine sokmak istiyorlardı.” Bu olayın akabinde Bizans İmparatorları, Ermenilere karşı askeri harekâta başlamışlar, topraklarını ilhak ettikten sonra Ermeni ahaliyi Orta Anadolu ve Kilikya’ya sürmüşlerdir. Buna karşın Ermeni krallık ve prensleri, Büyük Selçuklu imparatorluğu ve Türkiye Selçukluları dönemlerinde Müslim ve Gayrimüslim öteki Selçuklu vassalları gibi iç yönetimlerinde tamamen bağımsız olarak siyasi yaşamlarını sürdürmüşlerdir.
Ermeni Tarihçi/Vakanüvist Urfalı Mateos’un, Sultan Melikşah’ın ölümü üzerine de “ herkesin babası, bütün insanlara karşı merhametli ve iyi niyet sahibi bir zat olan Sultan Melikşah öldü” ifadesi tarihe geçmiştir.
Selçuklu devletinin batı tarafı Irak ve Suriye kesimleri Sünni mezheplerden Hanefî, Şafiî ve Hanbeli mezhepleri ortak etkinlik göstermekle birlikte, Doğu kesiminde Hanefîlik daha yaygın idi. Irak’ın çoğunluğu Şii-Büveyhilerin etkisindeki Şii mezhep mensuplarından teşekkül ediyordu. Yemen, Mısır ve Şam’da İsmaili-Bâtınî akımlar hâkim durumdaydılar.
Selçukluların din ve siyaset politikalarının tam oluşmadığı ilk dönemlerde devlet sınırları içerisinde Sünni-Şii ve Sünni mezhepler arası çatışmalar yaşanmaktaydı. Önceleri Fanatik Hanefi mezhebi taraftarı vezir Kündürî’nin, daha sonra Şafii ve Eşari tarftarı Nizamül Mülk’ün döneminde yaşanan mezhepler arası çatışmalar hızlanmış, hutbelerde mezhep taraftarları lanetlenmiş mezhep imamları başka yerlere sürülmüşlerdir. Bu dönem de batınî’lik bütün İslâm dünyasını yıllarca meşgul etmiş, terör eylemleriyle birçok insana büyük zararlar vermiştir.(Alamut kalesi olayı). Aslında bu ayrılıkların temelinde Emevî idarecilerinin uyguladığı aşırı ırkçı/Arapçı politikalarının etkisinin büyük olduğu bilinmektedir.
Bu dönemde mutedil Şiiler, Selçuklu idaresince korunmuşlardır. Şiilerce kutsal kabul edilen imamlar için türbeler inşa edilmiş, medrese ve zaviyeler kurulmuştur. Şii âlim ve seyitlere ihsanlarda bulunulmuş, merkezleri olan Kum ve Kâşân gibi şehirlerde başta dinî yapılar olmak üzere değişil imar faaliyetlerinde bulunulmuştur.
Selçukluların en önemli politikası, Tedhiş ve bozgunculuğa tevessül ve teşebbüs edilmedikçe, bidatçi Sünni ayrımı yapılmaksızın bütün mezheplere eşit şekilde yaklaşmak, aynı hoşgörüyü göstermek olmuştur.
Tuğrul Bey sultanlığını ilan ettikten sonra devletin bekasının ve güvenliğinin sağlanması için çoğunluğun mensup olduğu Sünnîliğin desteklenmesi politikasını uygulamaya başladı. Bu sayede büyük çoğunluğa sahip Sünni topluluğa dayanan devlet kısa zamanda bölgenin en güçlü devleti haline gelmiştir. Selçukluların bu politikası, o dönemin şartları dikkate alındığında normal karşılanmalıdır. Zira Aynı dönemde bölgenin diğer bir güçlü devleti Bizans’ta din ve mezhep mensuplarına baskı politikaları uygulanıyordu. Selçuklular, Sünni İnanışı daha doğrusu “Sünnî birliği oluşturma politikasını” devlet politikası haline getirmelerine rağmen, diğer mezhep mensuplarına karşı hoşgörü ortamı oluşturmaya gayret göstermişlerdir. Selçuklu Sultanları değişik mezheplere mensup devrin âlimlerine ve bilge kişilerine son derece hürmetkâr davranmışlar, hemen-hemen her konuda onların görüşlerine başvurmuşlardır.
Ülkenin değişik yerlerinde devlet desteği ile medreseler kurmuşlar, bu medreselerde Maturidî’lik ve Eşarî’lik dâhil olmak üzere bütün mezhepler okutulmuştur. Özellikle Mustansiriye medresesinde dört Sünni mezhep aynı çatı altında okutulmuştur.
Selçukluların bütün bu politikalarının etkisi yüzlerce yıl sürmüş, Türkiye Selçukluları, Anadolu beylikleri ve Osmanlı’larda da devam etmiştir.
Türkiye Selçukluları dönemi:
İslamiyet’le buluşan Türkler Anadolu’ya geldiklerinde karşılarında Hıristiyan cemaatlerini buldular. Anadolu’nun Türkler tarafından fethi sürecinde, yerli Hıristiyan halkın Türklere düşmanlık beslememişlerdi. Anadolu’daki yerli Hıristiyanlar Türk fütuhatını kendilerine karşı olmaktan çok, kendilerini ezen Bizans’ın Tanrı tarafından cezalandırıldığı şeklinde yorumlamışlar ve Türklere yardım ederek Türk fütuhatını kolaylaştırmışlardır. Bizans’ın baskı ve zulüm yönetimine karşılık, Türklerin çoğulcu, hoşgörülü, adaletli ve hürriyetçi yönetimi sayesinde birçok şehir halkı kalelerini bizzat Türk hâkimiyetine teslim etmişlerdir. Ünlü Süryani tarihçi Mihael, Anadolu’ya gelen Türklerin, hangi dinden ve mezhepten olursa olsun, bütün dinî cemaatlere büyük bir hürriyet bahşettiğini belirtmiştir. Mihael’in anlattıklarına göre “Türkler hiçbir dinî baskı yahut taassupkâr davranışta bulunmamışlardır.”
Türkiye Selçuklu Devletinin kurulmasından sonra da geleneksel Türk hoşgörüsüne uygun olarak, hangi din ve mezhepten olursa olsun herkese eşit muamele yapılması esas alındı. Bizans’ın “feodal” toprak rejimini değiştirildi, yerine toprağı devlet kontrolüne vererek “mirî” toprak sistemini getirildi; böylece Bizans feodal beylerince ezilen yerli halka sosyal adaleti sağladılar, onları kendilerine çektiler ve onların sevgisini kazandılar.
—
Haçlı savaşları sırasında Anadolu’daki ermeni ve Süryaniler haçlılara karşı Türkleri tercih etmişlerdi.
Bu savaşlar sırasında tarihe mal olmuş çok önemli bir olay gerçekleşmişti.
Haçlılar, Denizli ve Antalya dolaylarında Türkiye Selçuklu Sultan Mesud’un kuvvetlerine yenilen ve komutansız kalan binlerce Frank askeri geri dönemediler ve büyük bir felaket yaşayarak açlık, hastalık ve sefalet içerisinde sahipsiz kaldılar. Kendilerine uzanabilecek tek müttefik eli olan Bizanslılar ise savaş sonrasında sahipsiz kalan Frank askerlerine sahip çıkmayarak büyük bir ihanete imza attılar.
Anadolu’nun yerli Hıristiyan Rum halkı, bu insanlara eziyet ettiler, mallarını yağmaladılar, paralarını gasp ettiler ve akıl almaz zulümler uyguladılar.
Haçlı Ordusu’nun içine düştüğü bu durumu gören Selçuklu ordusu ve Türk köylüleri kendilerine erzak, ekmek ve yardım dağıtarak büyük bir insanlık ve merhamet örneği gösterdiler. Bu franklara Türkler sahip çıkmış, açları doyurmuş, hastaları tedavi etmiş hatta Rumların zorla aldıkları paraları tedarik ederek onlara geri vermişlerdi. Tedavileri süresince de Franklara hiçbir baskı uygulanmamıştı. Çünkü onlar artık askerlik yapacak halleri kalmamıştı. Onlar Türklerin gözünde yardıma muhtaç birer insandılar. Bütün insanlar gibi nihayetinde onları da Allah yaratmıştı. Onlara yardım etmek insanlık göreviydi. Türklerde bunu yaptılar. Töreleri gereği aman dileyene kılıç çekmediler, onlara zulüm etmediler; şefkat elini uzattılar.
Haçlı İttifakıyla Türkler üzerine taarruz eden Frankler, üzerlerine hücum etmek için geldikleri Türklerin merhamet ve şefkat ve insan sevgisi anlayışları ile dindaş ve müttefiklerinin ihaneti ve zulmü ile karşı karşıya kalarak hiçbir baskı ve zorlamaya maruz bırakılmadan Müslüman oldular. Batı kaynakları, savaş sonrasında Müslümanlığı kabul eden Frank askerlerinin sayısını 3.000 olarak belirtilmiştir. Bizzat Haçlı Seferine katılan bir yazar, Yalvaç’ta yaşadıklarını şöyle izah etmiştir;
Ey hıyanetten daha zalim olan merhamet!
Türkler şefkat ve iyilikleriyle Haçlıların dinlerini satın aldılar.
Üstelik hiçbir zorlama ve baskıya maruz kalmadan.
Tarihçi Claude Cahen haçlı seferlerinden bahsederken: “Haçlı seferlerinden bu yana Selçukluların dindeki tutumu, Avrupa’da yanlış bazı yorumlara yol açmıştır. Bu nedenle burada Selçukluların Müslüman olmayanlara ve özellikle Hıristiyanlara karşı İslâm dininin önde gelen ve köklü özelliği olan hoşgörüyü hiç değiştirmeden uygulamış olduklarını belirtmekte yarar görüyorum”, diyerek, Haçlıların her türlü kötü hareketlerine karşı, Selçukluların insanca müsamahayı elden bırakmadıklarını belirtmek ister(21).
Batı artık Anadolu’yu Bizans olarak değil Turchiae (Türkiye) olarak tanımlanıyordu. Anadolu toprakları ilk kez bu dönemde Türkiye olarak anılmaya başlanmıştır. Sultan Mesut Han, kalan ömrü boyunca Anadolu içlerindeki hâkimiyet bölgelerinin muhafazasını ve kendisine bağlı beyliklerin tabiiyetini sağladı. Hâkimiyeti altındaki bölgelerin toplumsal, dini ve ilmi gelişimini sağlamak amacıyla medreseler, han ve hamamlar ile imaretler inşa ettirdi.
Anadolu artık yalnızca siyasi olarak değil toplumsal olarak ta Türkiye Selçuklu Devletinin yurdu haline geldi.
Anadolu Türk Fütuhatı tam olarak gerçekleştirildikten sonra, özellikle XIII. Yüzyılda Türkiye Selçuklu medeniyeti olgunlaşmaya başlamıştı. Çok sayıda Müslüman Türk mutasavvıf derviş ve şeyhleri, Türkmen Babaları Anadolu’ya gelmişlerdi. Bunların gelmeleriyle birlikte Türk hoşgörü anlayışı burada da kendini göstermiş, Anadolu’da çeşitli din ve mezhepler arasında ileri düzeyde hoşgörülü bir ortam oluşmuştu.
Bu dönemin büyük sufi’lerinden Mevlâna Celaleddin Rumi’nin sohbetlerindeki karşılıklı anlayış yaklaşımı sayesinde, yakınlaşma, sevgi ve saygı artmış, Türk hoşgörü anlayışı yükselmiştir.
Mevlana Hıristiyan din adamları ile dostluk ilişkileri kurmuş ve onların mabetlerini ziyaret etmişti. O’nun müritleri arasında Ortodoks Hıristiyanlarda vardı. Mevlâna, Hıristiyan keşişe hakaret eden bir Müslüman tacire onun duasını almayı öğütlemişti. Türk kültürünün bu engin hoşgörü, insanlık ve din anlayışı neticesi sayesinde birçok Rum, Ermeni ve Yahudi İslâmiyet’i seçmişlerdi.
Afrikalı seyyah İbn-i Batuta, Aydın Beyliğini ziyaret ettiğinde Beyin huzurunda Yahudi bir doktora gösterilen saygı ve itibar karşısında hayretlere düştüğünü belirtmiştir. İbn-i Batuta’nın taassupkâr din anlayışı Türklerin dini hoşgörüsünü anlamasını zorlaştırmıştı.
4. Bölüm dipnotları:
21- Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler s:60 Terc.Yıldız Mosan E. Yay. İst-1994