
Safter Tanık
Bir ülkenin gelişmişlik düzeyini, en iyi havadan görüyorsunuz. Neden mi? Görüş açınız genişliyor da ondan.
Eve kapanan kişinin, görüş açısı ne olabilir ki? Kentte; sokak ya da cadde, sıralanan binalar, bir de şanslı ise bahçe veya park. Kırsalda da köy evleri, tarla, orman, dağ, göl veya denizdir. Tabi ki bunlar; O’nun, görüş alanı içinde yer alan şeylerdir.
Uçakla yolculuk yapar iken, görüş açınız daha da genişliyor; hele kuş bakışı birçok ülke, şehir, köy ve kasabayı görmek ise farklı bir şey.
Her nedense büyük ülkelerde yaşayanların ufku daha geniş oluyor.
1990’lı yıllarda, Lalelide; bir arkadaşımın dükkânında sohbet eder iken, çoğunluğu kadınlardan oluşan bir müşteri grubu ile karşılaştım. Selam ve alışveriş faslından sonra; arkadaşıma, nereden geldiklerini sordum. “Sibirya-Novi Sibirski’den, 20 günlük bir tren yolculuğu ile geldiler” dedi.
Bana, ilginç gelmişti! “Çok uzak değil mi?” dedim, “yok, yok” dediler. Anlaşılan o ki geniş coğrafyada yaşayanların, zaman-mekân anlamı bir başka oluyor. Oysaki küçük ülkede yaşayanlar için, “köyden-kasabaya gitmek” bile bir zülüm ifade ediyor.
Paris
Paris’te dolaşıyorum, şehrin mimarisine hayran olmamak mümkün değil.
Bugünkü şehir mimarisini, Alman kökenli mimar Baron Haussmann’a borçlu. Bu arada; O’na büyük destek veren, Napolyon’un kardeşi oğlu İmparator III. Louis Napolyon’u da unutmamak lazım.
1848’den önce Paris; birbiri içine geçmiş evler, daracık-pislikten geçilemeyen sokaklar, dilenciler ve hırsızların yol kestiği, asayişten yoksun, anarşinin yatağı, yedi tepe üzerinde kurulu bir şehir imiş.
Haussmann; şehri sur dışı doğrultusunda genişleten, buradaki bağ ve bahçeleri de kapsayan alan için, daire şeklinde genişleme gösteren bir şehir planı yapmış. İşe de kendi evini yıktırmakla başlamış.
Cetvel ve pergelle çizilmiş, birbirini kesen geniş yollar açtırmış; bir tepe hariç, altı tepeyi dümdüz ettirmiş.
Sen nehrinin yatağını derinleştirmiş, çevre düzenlemesini yaptırmış, ırmaklar ve kapaklarla su seviyesini yükseltmiş. İçinden orduların bile geçebileceği kanalizasyonlar inşa ettirmiş.
Yıkılıp yeniden inşa edilen bu şehir, genişleyerek de bugünkü halini almış.
Bugün; hangi yoldan giderseniz gidin, şehrin merkezine varıyorsunuz. Şehir merkezinde; bir iki istisna dışında, yükseklik-dış görünüm itibari ile tarihi doku olduğu gibi korunmuş.
Baron Haussmann İstanbul’da
Paris projesi ile ün kazanan Baron Haussmann; 1870’te Sultan Abdülaziz tarafından, yangınlar nedeniyle tahrip olan İstanbul’un sur içi şehir planını yapmak için İstanbul’a davet edilmiş.
1873’te İstanbul’a gelmiş, İstanbul’un sur içi şehir planını hazırlamış. Bürokratik engeller ile karşılaşmış, projesi uçuk ve maliyetli bulunarak reddedilmiş. Haliyle kısa bir süre sonra da İstanbul’u terk etmiş.
Tarih ve Kültüre Sahip Çıkma
İnsan; Prag (Çek Cumhuriyeti), Roma-Floransa (İtalya), Bruges-Brüksel (Belçika), Budapeşte (Macaristan), Edinburgh (İskoçya), Krakow (Polonya), Dublin (İrlanda), Salzburg (Avusturya) gibi şehirleri görünce asırlar öncesine gidiyor. Bunun dışında; Avrupa’da, büyük tahribat ve yıkıma neden olan savaşlara rağmen, tarihi dokusunu korumuş birçok şehir-kasaba var. Zira İskandinavya’dan; Adriyatik’e varan coğrafyada, bu özellikteki birçok şehir ve kasabayı görme fırsatım oldu.
Maalesef bizde; zengin tarih-medeniyete rağmen, tarihi dokusunu korumuş tek bir şehrimiz yok.
Yerleşik Kültür ve Kentli Olma
Savaşta yaşadığı şehir-kasaba-köyü terk etmek zorunda kalan, tekrar doğup büyüdüğü yere dönüş yapmış. “Başka bir yere yerleşmek” gibi bir şey ise akla gelmemiş. Geri dönüp; eski yerleşim merkezini, aslına uygun bir şekilde onarıp, yeniden inşa etmiş. Bu; her savaş ve felaket sonrasında da yaşanmış.
Bizde; 40.000 köyden, 15.000’i boşalmış, sanki savaş ya da felaket yaşanmış gibi terk edilmiş.
Budapeşte; 2. Dünya Savaşı sırasında, müttefik hava kuvvetlerinin yoğun bombardımanına maruz kalmış. Yollar, köprüler, binalar tahrip olmuş. Savaş sonrasında ise; aslına uygun bir şekilde onarılmış, inşa edilmiş.
Budapeşte Üniversitesi’nin; şehrin merkezinde, Tuna nehrine cepheli tarihi görkemli bir binası var. “Bunu; şehrin 40 km uzağına taşıyalım, burasını otel yapalım” diyeni bırakalım, düşüneni bile yok. İşte tarih ve kültür bilinci, böyle bir şey olsa gerek.
İtalya-Pisa Kulesi çevresinde manavlık yapan bir kişi; ailesinin burada, bu işi, 700 yıldır yaptığını söylüyor. Kentin yöneticileri; köklü ve kentli ailelerden geliyor, taşralı bir kişinin belediye başkanı olması ise düşük bir ihtimal.
Bizde; aynı kentte olsa bile, oradan oraya taşınmak bir marifet. Doğduğu büyüdüğü mahalleyi küçümsemek, burada yaşayanlara hor gözle bakmak, sosyete muhiti yakınına taşınmak sınıf atlama. Taşralı olma, belediye başkanı seçilme nedeni. Kent yönetiminde; kentliler değil, taşralılar hâkim konumda.
Medeni ve Bedevi Kültür
Roma-Vatikan’da; tarihi doku ve estetiğe aykırı, tek bir bina yok. Mekke-Kâbe etrafında, 72 katlı bina yapmak ise medeniyet olarak kabul görmüş. Oysaki bu; olsa-olsa medeni değil, bedevi kültürün bir eseri. Zira medeniyet; çok katlı modern binalar dikmek değil, uyum ve estetiği dikkate almaktır.
Stockholm
Stockholm, coğrafi açıdan İstanbul’a benziyor; tabii ki şehir mimarisi oldukça farklı.
Aynı mimari tarzda inşa edilmiş eski binalar, geniş caddeler ortasında uzanan parklar şehrin tipik özelliği.
Tren, metro, tramvay ve otobüs ile yapılan toplu taşıma revaçta.
Şehir içi yollarda, ayrıca bisiklet yolu var. Gençler; kısa mesafede, okula veya işe gidiş-gelişte, bu yolu tercih ediyor.
Ulaşımda; toplu taşıt araçları ile bağlantılı iskele ve orta boy tekneler, önemli bir rol üstlenmiş.
Herkesin arabası var, ama arabasını günlük yaşamda kullanan az.
Şehrin tarihi bölgesi, çağın ihtiyaçları doğrultusunda restore edilmiş. Burada; bizdekinin aksine, şehrin köklü-varlıklı aileleri yaşıyor.
Norveç-Oslo
Oslo, 635.000 nüfuslu bir şehir. Halkın çoğu şehrin banliyö civarında, demiryolu ve karayolu cepheli, taş-ağaçtan inşa edilmiş, üçgen damlı, tek tip standart görünümündeki evlerde yaşıyor.
Standardizasyon; o kadar öne çıkmış ki kapı numarasını bilmeseniz, aradığınız evi bulmanız mümkün değil.
Her evin önünde, küçük bir bahçe var. Tüm evlerin çatısı, dış cephesi ve kapı-penceresi aynı renkte, saksıların yeri bile belli. Öyle ki bir kapı veya pencereyi söküp, 40 km uzaktaki bir eve kolaylıkla takabilirsiniz. Bu da; plastik kaplamalı, demir-profilden mamul, kapı ve penceremin bozulan kilidini (ispanyolet kilit) akla getirdi.
Tamir için, usta getirdim. Usta; “artık bu kilitler yok, kapı-pencereyi değiştir” dedi. El işçiliği-alet takımıma güvenerek, bunu bulmak için yola koyuldum. Karaköy-Perşembe Pazarı gibi bir yerde bulamadım. “Çağlayan’da var” dediler. Buldum ve monte ettim.
Danimarka
Danimarka’da; bizdeki kerpice benzeyen, ancak güçlendirilmiş yapı malzemesi kullanılmış, çatısı preslenmiş otlarla örtülü köy evleri dikkatimi çekti. Bu da; bizdeki beton salgınını, tarla ortasında bile inşa edilen 5 katlı beton binaları hatırlattı.
Almanya
Almanya; 357.021 km kare yüzölçümlü, 82 milyon nüfuslu bir ülke. Tabi ki buna, ülkedeki yabancılar dâhil değil. Buna karşılık; Berlin, Hamburg, Münih, Köln dışında 1 milyonu aşan bir şehri yok. Yani bizdekinin tersine yaygın bir yerleşim şekli var.
Daire şeklinde planlanmış, ara-ana-otoban yollar ile bağlantılı köy- kasabalar; birbirinden ayrı yerleşim ve sanayi alanları ise dikkatimi çeken şey oldu.
Frankfurt-İstanbul
Uçakla, Frankfurt’tan İstanbul’a geliyorum. Uçağımız, havaalanındaki trafik yoğunluğu nedeni ile tur atıyor. Pencereden aşağıya baktığımda ise içim ürperiyor.
Şehrin; nerede başladığı, nerede bittiği belli değil. Gelişi güzel enine boyuna genişlemiş, genişlemeye devam ediyor, sanki ülke nüfusunun dörtte biri toplu bir imhaya hazır hale getirilmiş gibi.
Modern yapıların yanı sıra derme çatma binalar, konut-organize sanayi ile fabrikalar iç içe. Ana arterler dışında, yolların başı sonu görülmüyor. İstisnalar hariç, estetik ve zevkten yoksun, her türlü mimari tarz ile renk mevcut.
Sahil-saray-cami-mezarlık ve askeri alanlar olmasa, yeşili görmek nerdeyse mümkün değil. Mantar gibi her yerden bir bina fışkırmış, adeta birileri bir metrekare toprağı boş bırakmamaya yemin etmiş. Uyum-estetik ve yeşilden yoksun bir taş yığını.
Boğaz ve Osmanlı’nın görkemli eserleri olmasa, İstanbul’u tanımak mümkün değil.
Dünden Bugüne İstanbul
1950’li yılların ikinci yarısına kadar, İstanbul; yoğun yerleşim alanı itibariyle sur içi, Eyüp, Kasımpaşa, Beyoğlu ve Üsküdar ile sınırlı idi.
Sur içinde oturmayana, “İstanbullu” denmiyordu.
Gel zaman, git zaman Vatan ve Millet Caddesi ile sahil yolu açıldı. Açıldı, açılmasına da yüzlerce tarihi eser dümdüz edildi.
Kat Mülkiyeti Kanunu
Kat mülkiyeti kanunu çıktı. Bu da para kazanma hırsıyla yanıp tutuşan yeni yetme inşaatçılar için adeta bulunmaz bir fırsat oldu.
Yeni Yetme İnşaatçılar
Kimine göre müteahhit, kimine göre de kalfa adı verilen bu yeni yetme inşaatçılar; bir sermayeye ihtiyaç duymaksızın, kat karşılığında, o güzelim konakları yıkarak zevkten ve estetikten yoksun, ne olduğu belli olmayan mimari tarzda binalar inşa etti.
Plan Var Uyan Yok
Sadece oturum alanı ve yükseklik ile sınırlı kalan imar planına, pek aldırış eden olmadı. Bazı yetkililer; zaman, zaman buna “hop” dedi ise de, sonradan yelkenleri indirmek zorunda kaldı.
İlk Yağma ve Talan
İstanbul’a olan göç, zaman içinde hız kazandı. Mücavir alanlar, özel-vakıf-hazine arazisi olmasına bakılmaksızın işgal edildi. Bu, öyle hale geldi ki; teneke-tahtadan inşa edilen evler, at arabası ile oradan oraya taşınarak, geceleyin neresi boşsa o yere bırakıldı.
Gecekondu Efsanesi
Gecekondu efsanesi, “İstanbul’un taşı toprağı altındır” sözü ile tüm Anadolu’da karşılık buldu, İstanbul’a olan göç de son hızla devam etti.
Örgütlü Yağma ve Talan
Gecekondu yapılaşması; zaman içinde, gelişen ve değişen şartlara ayak uydurdu. Tahta ve tenekenin yerini, briket-delikli tuğla-çimento aldı. Bu iş; bireysel olmaktan çıkarak, organize bir işe dönüştü. Öyle ki bileğine güvenen, yanına üç beş bıçkını alan; işgal ettiği araziyi önce köylüsüne, daha sonra da kimi bulduysa babasının malı gibi sattı.
Sermaye ve Rantiye
Köprüler yapılırken, yeni rant alanları oluştu. Para babaları; bunu, “her ne hikmetse” hep önceden keşfetti.
Yağma-Talana Prim
Mahalli idareciler; bu yağma ve talana ya kayıtsız kaldı ya da çanak tuttu. Kimi; rant sağladı, kimi de buraları oy deposu olarak gördü, yol-su-elektrik götürdü. Kentli ise; kente sahip çıkmamanın, tepkisizliğinin cezasını çekti.
Kültürel Gerileme
İstanbul’da, Anadolu’nun her şehir-kasaba-köy ve mezrasının bir gettosu oluştu.
“Kötü para, iyi parayı kovar” sözünü haklı çıkarırcasına, görgü kuralları ile hakka sahip çıkmayı, başkalarının hak ve hukukuna saygılı olmayı içeren yüksek kent kültürü; yerini görgü kurallarından yoksun, bencil- çıkarcı-fırsatçı, sahte kabadayı görünümlü kaba kuvvet gösterisini öne çıkaran bir alt ve yoz kültüre bıraktı.
Emlak Konut ve TOKİ
Bir zamanlar, Emlak Konut; “ucuz ve kaliteli konut üretsin, düzenli kentleşmeye katkısı olsun” diye kuruldu. Ancak; zaman içinde, “sosyal konut” adı altında, zenginlere konut üreten bir kuruluşa dönüştü. Bu; bugün yok, yerini alan TOKİ de bundan farklı mı?
Aşırı Kar Hırsı ve Gelişigüzel Kentleşme
Bir de şehirle bağlantısız, nerede olduğu belirsiz arazileri ucuza satın alıp, siteler inşa ederek maliyetinin kat-kat üstünde daire-villa satan inşaatçılar var.
Altyapı mı? “Nasıl olsa, devlet yapıyor”. Maliyet-kaynak kaybı mı? “Önemli değil”. Nerede olursa, olsun; dağ-taş-ova fark etmez, 15-20 katlı sabit giderleri yüksek bina inşa etmek, aşırı karla satmak, abartılı site aidatı ile de tekrar-tekrar kazanç sağlamak bir marifet sayılıyor.
AVM Modası
Son dönemde, bir rezidans ve alışveriş merkezi modası yaşandı. Nerede inşa edersen et, fark etmez; yeter ki rezidans ya da alışveriş merkezi olsun, kayıt dışı için de iyi bir yatırım aracı.
Kolaya Kaçmak ve Kaynak İsrafı
“Yolları kırıp dökmek varken, kanalizasyon-su-elektrik-telefon ve doğalgazı tek bir tünelden geçirmeye ne gerek var. Bu iş; hem pahalı, hem uzun vadeli, hem de vatandaşın takdir edemeyeceği bir iştir.”.
“Efendim; ana arterler dışında, cadde ve sokakların başı sonu belli değilmiş. O da laf mı? Cetvel ve pergelle çizilmiş yollar yapmak zor, alt-üst geçitler inşa etmek ise hem kolay, hem de iyi bir propaganda aracıdır”.
Orada Rantiyeden Zenginleşme Yok
Londra’nın dışına çıktığımda; parselasyonu yapılmış, yol ve altyapısı hazır arsalar dikkatimi çekti. “Bu nedir” diye sorduğumda, arkadaşım; “İngiltere’de; toprak mülkiyeti değil, kullanım hakkı var” sözü ile söze başladıktan sonra, “Burası da; yerleşime açılan, bina oturum-yükseklik ve mimari tarzı belirlenmiş konut alanı” dedi.
Fransa ve Almanya’da; toprak mülkiyeti var ise de, kentin yerleşime açılan alanı kamulaştırıyor, yol-parselasyonu yapılıyor, altyapısı inşa ediliyor, belirlenmiş oturum-yükseklik-mimari tarzda bina inşa etmek üzere de müteahhitlere sunuluyor.
Orada, arazinin değer artışından kaynaklanan bir zenginleşme yok. Zira bu; kişinin değil, kentlinin hakkı olarak kabul ediliyor.
Bizde; önce yerleşim, sonra yol ve altyapı gibi bir kentleşme süreci yaşandı. Yanlışlığı; plan-program-kontrolden yoksun, rantiye amaçlı, yık-yap mantığı ile düzeltmeye çalışıyoruz. Bu da; uyum-estetik ve yeşilden yoksun, ruhsuz, stres yüklü, taş yığını kentler ile büyük bir kaynak kaybı ve israfını doğurdu.