Bülent Vedat AYDEMİR
Hep düşünmüşümdür.
Sürekli olarak birbirimizi dışlıyor, kusurlarımızı arıyoruz; önce anlamsız ve acımasız bir ötekileştirme kumpanyası başlatıyoruz, sonra bu ötekileştirdiklerimizden “düşmanlar” üretiyoruz.
Sürekli “Niçin” diye soruyorum kendi kendime!
Sürekli “Ne oldu bize” diye hep sorguluyorum!
Sevmediklerimizin yazıp çizdiklerinden, konuşmalarından veya yazılı açıklamalarından anında “niyet okumaya” başlıyoruz!
Satır aralarını didik-didik ediyor, hakaret silsilesini başlatabilmek için malzemeler arıyoruz.
Bu da yetmiyorsa, 10 yıl öncesine; 20-30-50 yıl öncesine, o da yetmiyorsa gerekirse yüzyıllar öncesine gidiyor, bulabildiklerimizle saldırmaya başlatıyoruz.
Dünya’da “Niyet okuma” yarışması düzenlense, inanın ki, açık ara farkla birinci oluruz.
Ayrıştırma, ötekileştirme her sahada almış başını gidiyor.
Müslüman Müslüman’ı; Türkçü Türkçüyü, solcu solcuyu sanki “ticari bir rekabet” edasıyla hatta “ringe çıkmış iki ağır sıklet boksörün birbirlerini acımasızca yumruklamaları“ gibi hırpaladıkça hırpalıyor!
—
Türkiye ile Azerbaycan arasındaki ilişkilerle ilgili sıkça duyduğumuz ve çok hoşumuza giden bir açıklama vardır. ”Tek millet- iki devlet”
Türkiye’de Sünnî İslâm anlayışı, Azerbaycan’da ise Şii – Alevi İslâm anlayışı yaygındır.
Gelgelelim, ülkemizde Sünni İslam anlayışını benimseyenlerle Alevi İslam anlayışını benimseyenler arasındaki ötekileştirme bir türlü bitmek bilmiyor.
Şii – Alevi İslam anlayışını benimseyen Azerbaycan Türkleri ile tek millet isek (ki öyleyiz), niçin ülkemizdeki Sünni ve Alevi akidelere göre İslâm’ı yaşamaya çalışan insanlarımız birbirlerini sürekli tekfir ediyor ve dışlıyorlar!
Ana dilimiz Türkçe. İnancımız İslâm.
Niçin ülke içinde Alevî’siyle Sünnî’siyle bir ve beraber olamıyoruz?
Sünni ve Alevi İnanç önderleri bu işin neresindeler!
Ötekileştirmenin en tehlikelisinin dinî inançlar üzerinden yapılan ötekileştirme olduğunu anlamak için Afganistan’a, Yemen’e, Bangladeş’e ve Mısır’a bakmamız yeterlidir sanırım.
—
Diyanet İşleri Eski Başkanlarından Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, kendisiyle yapılan bir söyleşi de; “Herkes birbirini yaftalıyor, Topluma nasıl yansıyor bu durum?” sorusunu;
“Hac bize bir okuldur.
Kâbe’deki imamın arkasında farklı mezhep ve meşrebe sahip de olsa bütün Müslümanlar namaz kılar.
Bu bize büyük dairenin Müslümanlık olduğunu öğretiyor.
Artık orada tarikatların, örgütlerin, cemaatlerin, mensubiyetlerin, siyasi görüşlerin, ülke iktidarlarının hiçbir önemi yok.
Hanefi, Caferi, Şii, Sünni, Nakşî, Kadiri hiçbir önemi yok.
Bunlar Müslümanlığın olmazsa olmaz şartı değildir.
Haccın bunu bize öğretmesi gerekiyor, ama demek ki öğretmiyor.”
Tespitleriyle cevaplıyor ve ilave ediyor:
– Her ne kadar “dinin, Kur’an’ın sahibi Allah” desek de her Müslüman kendini dinin sahibi olarak görme yolunda.
– Her Müslüman diğerine karşı din korumacılığı yapıyor ve kendi düşüncesini, kendi kanaat ve tercihini hakikat olarak görüp ötekini dışlıyor.
– Onun için de müsamaha bir yana tahakküm, dışlama ve tekfir başlıyor.
– İslam dünyası ilk günden itibaren hep bu acılarla iç içe oldu.
– İlk dört halifenin de maruz kaldığı muhalefetler ve şiddetler hep bundan kaynaklandı.
– Kimse “Bu Allah’ın kitabı, hepimizin kitabı…
– Ben böyle anlıyorum, siz öyle anlıyorsanız yolunuz açık olsun.
– Ben kendi anlayışımı en iyi şekilde anlatmak zorundayım, ama başka türlü anlayanlara da saygı duyarım” diyemedi.
– Peygamber Efendimiz dini tebliğ etmiş, açıklamış.
– Sonra da “Size Kitap ve Sünneti bırakıyorum. Rehber olarak bunu edinin, hayatınızı onların ışığında düzenleyin” demiş.
– Yani tek formatta ve asr-ı saadetin tıpatıp aynısı bir hayat tarzından ziyade Müslümanların kendi dönemlerinde bu rehberlikle kendi yollarını çizme imkânı getirmiş.
– Bu ne demektir. İlk günden itibaren Müslümanlar farklı-farklı düşünecek ve içtihat edecek demektir. Öyle de olmuş.
– Peygamberimizin bir sözünü sahabeden şekil olarak, öz olarak veya amaç olarak anlayanlar olmuş. Peygamberimiz de hepsine müsamaha ile bakmış.
– İlk asırlardan itibaren birçok yeni görüş ve yorumlar üretilmiş; fıkıh veya inanç mezhepleri de bu farklı anlayışları biz nasıl derli toplu hale getirir ve sistemize edebiliriz kaygısı ile ortaya çıkmış.
-Çok fazla dağılmadan metodik düşünceyi geliştirelim demişler.
Fazla söze gerek yok sanırım!
—
Osmanlı özlemiyle yanıp tutuşanların, Abdülhamit hayranı siyasal İslâmcıların Osmanlı’daki hoşgörü anlayışını tekrar-tekrar okumalarını:
Kendilerini Türkçü olarak tanımlayanların, Türk milliyetçilerinin Tarihteki Türk devletlerinin kadim Türk kültüründeki “Hoş görü” kavramına nasıl sıkı-sıkıya sahip çıktıklarını tekrar-tekrar okumalarını tavsiye ediyorum.
İmam-ı Âzam Ebu Hanife’nin, İmam MaturidÎ’nin, Hoca Ahmet YesevÎ’nin, Mevlâna’nın, Yunus Emre’nin, Hacı Bektaş-ı Velî’nin, Şeyh Edebalı’nın, Hacı Bayram Velî’nin akıl ve bilgiyle yoğrulmuş sevgi ve hoşgörü’lü sözlerini tekrar-tekrar okuyalım.
Mete Han’ın, Bilge Kağan’ın, Bilge Tonyukuk’un bize intikal eden sözlerindeki “birlikte yaşama azminin” ne kadar önemli olduğunu unutmayalım!
Farabi’yi, İbn-i Sina’yı, Yusuf Has Hacib’i, Edip Ahmet Yükneki’yi, Kaşgarlı Mahmud’u ve eserlerini, tamamını olmasa bile, özet halini okuyalım!
Kınalızade Âli’yi, Kâtip Çelebi’yi, Gelibolu’lu Mustafa’yı, Cevdet Paşa’yı okuyalım.
Devlet yönetimindeki ve toplumdaki bozulmaların sebepleri nelermiş tekrar hatırlayalım!
Atatürk’ün, Başbuğ Türkeş’in unutulmaması gereken sözlerini tekrar hıfzedelim.
Onların anlattığı fazileti, erdemi, bilgeliği, liyakati, dürüstlüğü; Türk ahlakını ve Türk devlet yönetme anlayışını tekrar-tekrar belleğimize nakşedelim!
Tekrar belleklerimize nakşedelim ve kendimize şöyle bir bakalım.
Ne kadar Türkçüyüz, Türk milliyetçisiyiz; ne kadar Müslüman’ız, İslâmcıyız kendimizle yüzleşelim.
Allah, Kur’an, Millet, devlet, vatan ve bayrak sevgimiz nerelerdeymiş kendimizle hesaplaşalım!
Hangi maddi değerler için, hangi şahsi menfaat ve ihtiras uğruna bizi biz yapan, bize şahsiyet kazandıran bu kutsallarımızdan uzaklaşıyoruz, terk ediyoruz!
Şöyle bir “şapkamızı önümüze koyalım” bir düşünelim!
Belki kendimizden utanırız, belki de……..!