H. Nurcan YAZICI
Bugün toplum bünyesi adına “yorgunluk” dedikleri hastalıklı bir hal içinde.
Bu yorgunluk, çalışmaktan ya da fiziksel bir rahatsızlıktan değil… Toplumun bağışıklık sistemi “geleneksel ve kültürel değerlerinin” zayıflamış olmasından… İnsanlar, inancına ters, kendine yabancı bir sistemin dayatması altında, buna göre de davranış ve yaşayış geliştirmek durumunda. Para her şeyin önüne geçmiş, siyasi tavırlarla, dini tavırlar birbirine karışmış; ahlak ve adalet, insan ve insani davranışlar geri planda…
“Komşusu açken tok yatan” olmaktan artık kimse üzüntü duymuyor…
Ortak paylaşımlar yerine kişisel çıkarlar konuşulmakta. Toplumsal hoşgörü sözde demokrasinin içinde erimiş… İnsanlar “ben” diyor… Aile, hukuk, eğitim, ekonomi gibi kurumlar ise batı projeleriyle şekillenmekte.
Başarmak için herkesi rakip olarak görmeyi ve bencil olmayı daha çocuk yaşta öğreniyoruz. Çocuklarımıza okullarda, paylaşmayı, sevmeyi değil, birbiriyle yarışmayı öğretiyoruz. Onları toplumdan uzak, sosyal medya ve okul servislerinden oluşan bir yaşamın içinde, gayesiz, paylaşımsız, inancın ve sevginin vereceği iç huzurdan uzak büyütüyoruz.
Bu eğitim biçimi inancımız ve toplum değerlerimizle örtüşüyor mu?
Dünyada hiçbir varlık gelişi güzel veya boşuna yaratılmamıştır. Var olmamızın mutlaka bir gayesi vardır. Bizler bu gayeyi idrak edip, kimliğimize uygun şekilde yaşamak dururken, farklı bir yaşamın içinde kendimiz gibi olmaya çalışıyor, bu sahtelik içinde de yorgun düşüyoruz.
Bu kendi olamama hali, insanın iç huzurunu ve yaşam enerjisini bitiriyor. İnsanlar zaman içinde ne kendisi için ne de yaşadığı toplum için bir emek ve fedakârlıkta bulunabiliyor.
Bu yorgunlukla ne bozulan işlerimizi ne de hayal kırıklıklarımızı tamir edebiliyoruz. Ne bolca tükettiğimiz kafein ne de bitip tükenmez tatil programları iyileştirebiliyor hallerimizi.
“Bazen insan sadece yorgun oluyor. Ne küs, ne yalnız, ne de aşık. –Cemal Süreya-
Yalnızlıklarımız ve ümitsizliklerimiz; yorgunluklarımız gittikçe büyüyor..!
En çokta sistemi sorgulamayan, gidişata susanlar,
Başkalarına ait olan şeylere sahip olmaya çalışanlar,
Toplumun faydası yerine sadece kendi çıkarlarını düşünenler,
Krizleri fırsata çevirmeye çalışan hırsızlar,
Maddi çıkarları için siyaset yapan iş adamları,
Gayesiz, ilkesiz, vasıfsız makam sahipleri, inanç tacirleri, içimizdeki iki yüzlüler, göründükleri gibi olamayanlar yordu bizi!
Kızamıyorum kimselere; kendine yabancı, bozuk bir düzenin parçası olmak bozdu sizi!
ŞİMDİ bir an evvel “özümüze hicret etmek”, “yorulduk ama değdi” diyebileceğimiz yüce bir gayeye sahip olmak, mücadele etmek için de, titreyip kendimize gelmek zorundayız.
Ülkesinin zorluklarla ve imkânsızlıklarla boğuştuğu günlerde milletine inanç ve umut aşılayarak ayağa kaldırmaya çalışmış olan Mehmet Akif Ersoy’un bugünlere varan sesine kulak veriyoruz;
“Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar…
Uğraş ki: Telâfi edecek bunca zarar var.
Feryâd ile kurtulması me’mûl ise haykır!
Yok yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır!
“iş bitti… Sebâtın sonu yoktur!” deme; yılma.
Ey millet-i merhûme, sakın ye’se kapılma.”