12 Eylül 1980
YOZGAT “BİLDİĞİNİZ GİBİ” DEDİLER!
Kenan EROĞLU
Evet; Yozgat konusu üzerinde çok şey yazıldı, çok şey söylendi, pek çok efsane üretildi. Bu söylenen şeylerin hangisi doğru hangisi yanlış, hangisi söylenti, hangisi gri propaganda mahsulü olduğu konusunda dışarıdan bakıldığında bir karar verme imkânı ne yazık ki pek yoktur.
Yozgat konusunu elbette en iyi bir şekilde yine Yozgat’ta yaşayanlar bilebilirlerdi. Yozgat’ta yaşayanların tamamının ise bu konuları bilme imkânı da ne yazık ki yine yoktu. Çünkü koşar adım bir yerlere doğru gidiliyordu, insanlar, hatta seçkin vatandaşlar bile bu hengâme arasında nereye doğru gittiğimiz konusunda sağlıklı bir bilgiye sahip değillerdi. Genç insanların ise bu gidiş konusunda ne yazık ki yeterli bilgileri yoktu. Bu gidişin bir görünen yüzü vardı ki toplum giderek daha keskin hatlarla ikiye ayrılıyor, insanlar birbirlerine düşman gözüyle bakıyor, şehirler, ilçeler, mahalleler, semtler, alışveriş yerleri, kahvehaneler, pazarlar bile ayrılıyordu. Bazı şehirlerin plakalarını taşıyan arabaların her yerde gezme imkânı yoktu, o arabanın yanlışlıkla bir sokağa, bir caddeye girmiş olması aracın cam çerçevesinin kırılması veya araç içinde bulunanların araçtan indirilerek dövülmesi sıradanlaşan olaylar hale gelmişti.
Özellikle Yozgat-66 plakalı bir aracın Ankara gibi başkent olan bir şehirde serbestçe dolaşması ve her sokaktan geçmesi cesaret isteyen bir işti. Ankara’nın göbeğinde aracınız boydan boya çizilebilir, lastikleri indirilebilir, camları kırılabilirdi. Siz aracınızın yakılıp tahrip edilmediğine şükrederdiniz.
Aracınız böyleyken, siz de her sokaktan, her semtten, her caddeden geçemezdiniz, kurtarılmış bölgeler vardı, o bölgeden geçme işi de büyük cesaret isterdi. Siz ne kadar cesaretli olursanız olunuz geçtiğiniz sokakta sizin için en iyi ihtimalle canınızdan olma, ya da yaralanma, bir kör kurşunun hedefi olma ihtimaliniz çok çok yüksekti.
Şehirlerarası otobüslerin bile bazı yollardan ve şehirlerden geçerken daha dikkatli olmaları gerekiyordu. Yol boyu dinlenme tesislerinde mola veren bir otobüse yaklaşan birçok tehlike vardı. Bir gurup genç size dergi satabilir, siyasi ve bölücü içerikli bir propaganda yapabilir, bildiri okuyabilir, bildiri verebilir veya daha da ileri giderek kimlik sorabilirdi. İşin daha kötüsü otobüsten bazı yolcular indirilebilir, otobüse zarar verilebilir ya da geçerken içinde bulunduğunuz otobüs silahla taranabilir, taşlanabilirdi. Bu durumların hiçbir kuralı, kaidesi ve ölçüsü yoktu, hatta Ankara’da yapılan Büyük Miting dönüşü şehirlerarası yolun geçtiği Mamak bölgesinden geçerken araçlarımızın bazıları taşlanmıştı.
“3 Temmuz 1980 tarihli bir tv programından:
Oktay Ekşi konuşuyor:
Bir gazeteci geçenlerde Yozgat’a gitmiştir. Kendisi otobüs terminalinde dört kişi tarafından karşılanmış ve ne yapacaksın diye sorulmuştur. Verdiği cevap, anarşi, terörizm konusunda bütün parti il başkanlarıyla konuşmak istiyorum olmuştur. Onun üzerine bu dört kişi o muhabir arkadaşımızı alıp, Yozgat’ın en yetkili makamını koruyan kişinin yanına götürmüştür ve ona verilen cevap; ‘arkadaş sen bir an önce kenti terk etsen daha iyi olur’ olmuştur. Düşünün, bir gazetenin beş büyük gazeteden birinin muhabiri gidiyor bir kente ve giremiyor. Yani ne hale geldiği açıktır, terörizm konusunu…”
(Hasan Cemal, “Tank Sesiyle Uyanmak”, Bilgi Yayınevi İstanbul-1986 S:222)
Not: “Oktay Ekşi olayı oldukça abartıyor olmasına rağmen, bu ve buna benzer söylentilerin de ardı arkası kesilmiyordu.”
Yozgat’ın coğrafi konumu ülkenin merkezinden doğu bölgesine giden şehirlerarası otobüslerin geçiş ve uğrak yerinde olması nedeniyle üretilen “şehir Efsaneleri”ni ifade etme imkânımız yoktu. Gün gelir bir gazeteci bir doğu otobüsü ile şehirden geçer ve ertesi günü gazetesinde manşetten olmadık hikâyelerini okurdunuz. Yok, otobüsler şehir çıkışında durduruldu, (Şehrin doğu çıkışında otobüslerin mola verdiği lokanta vardı) yok kimlik kontrolleri yapıldı, yok uzun saç kısa saç denetlemesi yapıldı, yok otobüste bulunanlara zorla gazete satıldı gibi hikâyeler(!) Dinleyebilirdiniz. Fakat işin garip tarafı basın organlarında çıkan bu haberler sanki genç insanları teşvik ediyor ve olumsuz örnek teşkil ediyor ve “Bakın siz de böyle yapın” deniliyor gibiydi. Bu gibi yazıları okuyan genç ve tecrübesiz insanlar sanki bir özenti içine girerek (Bak demek ki böyle yapılıyormuş der gibi) gerçekten de bir takım uygulamalar içine girdikleri de göz ardı edilmemesi gereken bir durumdu.
Dışarıdan bakıldığında basın ve yayın organlarında abartılı olarak çıkan pek çok haberin gerçekle alakasını kurmak bazen pek mümkün değildi. Yine de aklıselimle düşündüğümüzde, kendini bilmez bir takım kişilerin bu davranışları sergilemiş olabilecekleri de göz ardı edilemezdi. Bu bir gerçek olduğu kadar, genç insanları bu yola teşvik eden bir takım karanlık kişilerin de olabileceği göz ardı edilemeyen bir başka gerçek olarak karşımıza çıkıyordu.
Aslında Yozgat olarak herkesin aklıselimle hareket ettiği pek söylenemez. O günlerin ortamında aklıselimle hareket eden insan sayısı da pek o kadar fazla değildi. Yozgat’a gelen eğitimcilerin sürekli toplantılar yaparak durumu kontrol altına almaya çalışıyor olmaları, herkesi ve özellikle de Ocak yöneticilerini aklıselime davet etmeleri, bu konudaki teşvikleri sokak gerçeğini ne yazık ki çok fazla değiştiremiyordu. Şurası bir gerçektir ki; sokağı biz değil başkaları kontrol ediyordu. Sokakta meydana gelen istem dışı işleri hiçbir zaman ne “Ocak” ne “Ocak yöneticileri” ne de “Parti yöneticiler” kontrol edebiliyordu. Sanki sokak coşmuş bir ırmak gibiydi ve etrafını sular altında bırakarak taşıyor, akıyordu biz ise asıl olan ırmak üzerinde hiçbir şey yapamıyor buna karşılık sağa sola taşan-yayılan küçük suları temizlemekle kontrol altına almak çabası içerisinde didinip duruyorduk. Bu konuda da hiçbir başarı elde edemiyorduk. Irmak taşmış önüne gelen her şeyi sürükleyerek gidiyor biz de ırmağın gittiği istikamette sürükleniyorduk.
Yozgat için düşünen, Yozgat’ı düşünen aklıselim sahibi insanlar yok muydu? Elbette vardı, biz yaşadığımız tecrübelere dayanarak herkese aklıselim tavsiye ediyor, bulunduğumuz her mecliste, her yerde olması gereken şeyler üzerinde duruyor, sırası geldikçe ve gerektikçe de Ocak yöneticilerine de söylenmesi gereken şeyleri söylüyorduk.
Aradan zaman geçtikçe görüyor ve gözlemliyorduk ki, özellikle de Ankara’ya çeşitli okullar kazanıp yüksek tahsil için giden arkadaşlar ve Yozgat’ta kalan arkadaşlar diye iki olgu meydana gelmişti. Yozgat’ta kalan arkadaşlar çalışmalarına dernek içinde ve Yozgat şartlarına göre devam ededursunlar. Ankara’da yüksek tahsil için bulunan arkadaşlar her durumda ve Yozgat’a geldikçe Yozgat’ta bulunan derneğe müdahil olmaya çalışıyorlardı. Ankara’da gördükleri, işittikleri, algıladıkları dernek ve teşkilat işleri ile Lider ve dava konusunu her zaman Yozgat’ta bulunanlardan üstün ve önde görüyorlardı. Yozgat’ta her zaman seminer ve sohbet yapılıyordu, Ankara’da ise seminer ve sohbetler yerine büyük çaplı konferanslar yapılıyor, okullarda ve yurtlarda her zaman teyakkuz halinde bulunuluyor, oradan oraya koşturuluyor, belki de kavgadan dövüşten kendilerini alamıyorlardı. İstanbul’un bize görünen yüzü ise; “dişe diş mücadele” metodu idi. Orada ancak bu şekilde ayakta kalınabiliyor, geri adım atan ne yazık ki mücadeleyi kaybediyordu. Bu yüzden hareketin dergileri ve gazeteleri de ister istemez mücadele tarzını ve yayın politikasını İstanbul ve Ankara’ya göre şekillendiriyor, verilen taktik ve oluşturulan stratejiler bu yönde oluyordu. Yozgat’ta bulunan arkadaşlar için bu durum pek söz konusu değildi. Eğitim Enstitüsünde okuyan bir gurup sol görüşlü öğrenci enterne edilmiş, çıkan kavga sonucunda bir daha okula gelmemişlerdi. Okullarda bulunan kalabalık bir kitle halinde “Ülkücü Gençlik” oluşmuştu, bu genç kitleyi ne tarafa çekerseniz o tarafa giderdi. Biz bu gençlik kitlesinin eğitim ve seminerlerle bilgilendirilmesi ve okullarını bitirdikten sonra ise gittikleri yerlerde hareketi temsil kabiliyetini edinmelerini arzuluyor ve temel stratejimizi bu konu üzerine oturtuyorduk. Ankara’da tahsil yapan ve zaman zaman Yozgat’a gelen bazı arkadaşlar ne yazık ki bizim gibi düşünmüyorlardı. Hatta Yozgat’a gelip gittikçe irtibat kurdukları kimselere de büyük şehirde verilen mücadeleden ve bu mücadelenin ulviyetinden söz ederek genç insanlar üzerinde etkili oluyorlar, burada bulunan arkadaşlar da eğitim seminer ve bilgilendirme konusunda “genç arkadaşları mistikleştireceği-miskinleştireceği”düşüncesi ile önemsemiyorlar, “Zaman kavga ve mücadele zamanıdır” prensibine göre hareket ediyorlardı.
Sanırım Ülkü Ocakları Genel Merkezi de bu konu üzerine pek durmuyordu. Bana göre onlar mücadele şeklini iki bölüme ayırmalıydılar. Birinci bölümde: Azınlıkta veya başa baş olduğumuz yerlerde verilen veya verilmesi gereken kavga ve mücadelelerle, her türlü eyleme cevap vermek. O yerde üstünlük sağlamak için gereken her şeyin yapılması gibi düşüncelerden meydana gelen bir mücadele tarzı. İkinci bölümde ise çoğunluğu bizden olan veya ele geçirilen yerlerde kavga ve dövüşe meydan vermeden bir mücadele stratejisi geliştirilmeliydi. Bu birinci bölgedeki mücadele şekli ve stratejisi ne şekilde gelişti, nasıl o noktaya gelindi onu biz fazla bilmemekle beraber, sanki olayların arkasından gidilen bir yol takip ediliyor gibi geliyordu. İkinci bölgedeki mücadele şeklinde ise ki biz Yozgat’ta bunu yaşayarak ve tecrübe ederek gördük ki içe dönmek eğitim ve seminerlerle daha bilgili, daha kültürlü, daha donanımlı, daha ağırbaşlı ve daha terbiyeli insanlar, kısaca istenen ve özlenen gibi “dava adamı” yetiştirilmeliydi.
Orta yerde iki zihniyet vardı. Bu iki zihniyeti savunan arkadaşların her birisi de Ülkücü görüşü benimsemişlerdi. Bundan kimsenin şüphesi yoktu.
Netice itibariyle Ankara’da olduğu gibi Yozgat’ta da birinci metodu benimseyen insanlar çoğu kez olmadık yere kavgalara giriyorlar, karakollara düşüyorlar, mahkemelere çıkıyorlar, cezaevlerine düşüyorlar ve bazen de hak etmedikleri işkence ve ceza ile karşı karşıya kalıyorlardı. Komünizme ve onun uzantılarına karşı verilen kutsal mücadelemiz elbette gerekliydi, bu gerekliliğe inanan arkadaşlar gerekeni elbette yapıyorlardı. Bu mücadelede komünist kurşunlara göğüsleri siper etmek de gerekiyordu. Bu tarz mücadelenin kutsallığına kimsenin diyeceği bir şey olmadığı gibi, mücadeleye giren arkadaşlar da görevlerini yapmış olmanın bahtiyarlığını taşıyor olmalıydı. Fakat Yozgat’ta başımıza gelen bir durum da vardı ki konu üzerinde düşünmeden ve tefekkür etmekten kendimizi alamıyorduk. Karakola düşen genç arkadaşlara sanırım bir polis memuru, nedir sizin davanız? Nedir 9 Işık? Diye sorulduğunda, bu soruya kayda değer bir cevap veren çıkmadığı gibi uğruna mücadele edilen 9 Işık ilkelerini bile saymaktan bihaber olmaları gibi bir durum da maalesef vardı. Genç ve tecrübesiz arkadaşların burada pek suçu yoktu, onların kanı kaynıyordu. Hareketi az çok basın organlarından da takip ediyor ve bu takipten de ister istemez etkileniyor, sokağın etkisinde kalıyor ve komünistlere karşı kendilerini siper ediyorlar ve yine onların metodları ile cevap verme yollarına giriyorlardı. Burada önemli olan hareketi yönetenlerin ve Ocak yöneticilerinin bu konular üzerinde hassasiyetle durmaları ve her bir arkadaşın, şuurlu bir şekilde davasını biliyor ve anlıyor olmasını temin etmek gerektiğine önce kendileri inanmalı, ardından da bu inanmalarını eğitim ve seminerlerle tatbik sahasına koymalıydılar.
Özellikle 12 Eylül 1980 askeri darbesinden önceki son iki senede Yozgat’ta verilen mücadele tarzı biraz değişmiş. Ankara ve İstanbul gibi büyük şehirlerde verilen mücadele şeklinden esinlenerek yeni bir şekil meydana getirme yolu tercih edilmişti. Biz ve bizim gibi düşünen insanların teklif ettikleri ve yapmaya çalıştıkları içe dönük eğitim ve mücadele şekli ne yazık ki pek kabul görmüyordu. Netice itibariyle ne yeteri kadar yetişmiş Ülkücü meydana getirilebildi, ne yeteri kadar kavgacı dövüşçü türden Ülkücü yetiştirilebildi, ne de istenilen ve özlenen “dava adamı” yetiştirilebildi. Bir takım sembolik teşkilatçılık hareketleriyle günler geçti ve 12 Eylül 1980 darbesine koşar adım gittik.
Bu arada parti yöneticilerimizin ve özellikle İl Başkanı Ruhi Bacanlı Ağabey’in de işleri çok zordu. Her gün herhangi bir yerde bir olay oluyor, çözülmesi gereken problem çıkıyordu. Bir de yurdun dört bir yanından gelen ziyaretçiler oluyordu onlarla ilgilenme, işleri varsa halletme gibi konular da giderek yoğunluk kazanıyordu. İl Başkanı ve diğer yöneticilerin her yere koşma, her olayın ardına yetişme imkânı yoktu.
Bu şekilde 12 Eylüle doğru koşar adım gidiyorduk.