TÜRKÇÜLÜK NE DEĞİLDİR
Dr. A. Yılmaz Soyyer
Burada bir sosyolog gibi davranmaktan ziyâde normlar koyan bir felsefeci edâsıyla fikirlerimi yazmak niyetindeyim. Türkçülük ne değildir sorusu, Türkçülük nedir sorusunun tersten ele alınması gibi görünse de ondan daha kapsamlı değerlendirmelere ihtiyaç duyan bir merak kaynağıdır. Bu yazı çerçevesinde serd edeceğim görüşler kendisini bir Türkçü olarak tanımlayan bendenize âit olacaktır. Bu çerçevede ve evvelemirde Türkçülüğün, Türklükle şöyle veya böyle ilgisi bulunmayan unsurları benimseyen kişi veya topluluk olmadığını söyleyerek işe başlayabiliriz.
Görüşüme göre Türklük Türkçe zeminine oturmuş bir kültür ortamıdır. Bilim, felsefe ve edebiyat sahasında doğrudan, güzel sanatlar ve sporda dolaylı olarak bu temel anlaşma vasıtası çevresinde gönüllü ve istekli olarak yer alanların ortaya koyduğu toplum yapılanmasının ismi millet, bu bağlamda da bu milletin kültürel tabanın adı Türklüktür. Türkçülüğün ne olmaması gerektiği de tamamen yaptığımız bu tanımla doğrudan veya dolaylı etkileşim içerisinde olmak zorundadır. Böylesine bir ön kabulle yola çıktığımızda felsefî bakımdan Türkçenin temel çerçevesinde ortaya çıkmamış bütün bilgi ve edebiyat unsurlarıyla ilgilenmemek gibi bir sonuç da görülebilir ki bu Türkçü için hayatı yaşanılamaz hâle getirecek olan bir durumdur. Yani Türkçünün, Antik Yunan dilinde gelişen İlkçağ düşüncesi, Latince ve Fransızcayla ortaya konulan aydınlanma anlayışı ve bu vasatta yeşeren her türlü edebiyat verimini peşin olarak reddetmesi ve ona sırtını dönmesi gerekir ki bu da zaten fiilen mümkün olamayacak bir durumdur. Burada Türkçü bu eser ve fikirleri, kendi diline lâyıkıyla çevirerek milletine ulaştırmanın peşinde olacaktır. Bu düşünce ve anlayışlar Türkçe zemininde konuşulmaya, fikir alışverişinde bulunulmaya, itirazlar ve yeniden ifade edişlerle Türkçe çevresinde yaygınlaşmaya başladığında bu görüşlerin ana kaynağı hangi lisan olursa olsun bir Türkçeleşme süreci en azında başlatılmış olacaktır. Nasıl ki Ortaçağ İslam Filozoflarının Aristo ve Eflatun’a yaptıkları ciddi katkılar, Arapçadan Batı dillerine çevrilerek ve üzerinde konuşmalar, tartışmalar, yeniden ifade edişlerde bulunularak Batılılaşmışlarsa, bunun tersini Türkçe sahasında yapmak da mümkündür ve zaten kısmen de olsa yapılmaktadır. Türkçünün vazifesi bu işi ciddiye almak çevirilerde bir imlâ, ifade ve kavram birliğine ulaşılmasını temin etmektir. Bugün felsefe, sosyoloji ve psikoloji alanındaki çeviriler maalesef kavram birlikteliğinden yoksundur. Bir Latince veya İngilizce kavram işin ehli olmayan tercümanlar tarafından her kitapta, bazen her kitaptaki birkaç farklı bölümde ayrı kelimelerle çevrilebilmektedir. Türkçü bence buna sessiz kalmayan, bu konuda kurumlar ve kurullar oluşturarak çareler sunan kişi olmalıdır. Tersten bir bakışla Türkçü, bu yabancı dilde oluşmuş kavramların aynen dile yerleşmesine ve bir müddet sonra Türkçenin ana vasfını kaybetmesine izin veren durumuna düşmemelidir.
İlmî ve felsefî metinlerin yanı sıra teknolojik gelişmelerle dilimize bir karınca ordusu gibi sirâyet eden kelimeler sorunu da kendisini Türkçü olarak vasıflayacak birinin sessizlikle karşılayacağı bir hâl değildir. Bu durum karşısında susmak Türkçülük değildir. Yalnız bu yabancı sözcük hücumu değil, millî bünyemize uygun olmayan çeviri saldırısı da Türkçünün rıza göstereceği bir durum olamaz. Örneğin son zamanlarda milletimizin mânevî bünyesine tamamen ters bir şekilde tercümeyle alınan bencilliği teşvik edici “kendine iyi bak” temennisi Türklüğü savunan insanların benimseyip kullanacağı ifadeler olmamalıdır. Özgeciliği savunması gereken bir Türkçü bu bencil cümleyi kabullenmemelidir.
Bir Türkçü olarak benim kabullenemeyeceğim iki alan teknoloji ve bilimdeki ilerlemelere ayak uyduramadığımda onları üretildikleri toplumların dilleriyle almaktır. Bunu, bu gelişme ve ilerlemeleri kendi milletime mâl etmek için değil keşfedilen teknolojinin kavramını kendi dilimde adlandırarak bu gelişmenin daha ileri boyutunu dilimin çerçevesinde var olan insanların sürdürmesini temin için istemekteyim. Benim anlayışıma göre teknolojileri geliştirebilmek için kendi dil dağarcığımız içerisinde düşünmek, münazara etmek, tartışmak ve anlayıp anlatmak zorundayız. Bunu yapmamak tıpkı teknolojileri kabullenmek gibi, bu keşif ve icatlar halkasına yeni ve bizden unsurları ekleyememeyi de beraberinde getirir. Bu yüzden uzayda yer alan gezegenlerin isimlerinden başlayarak hastalık isimlerine ve organlarımızın tıbbî adlandırmalarına kadar her şey Türkçeleştirilmelidir. Aksi bir Türkçünün kabullenebileceği bir durum olamaz. Uluslararası bilişme ve görüşme çerçevesinde bilim insanlarının iki kavramı da biliyor ve kullanıyor olması fazla yük teşkil etmeyecektir. Kendi dilindeki ve Batılı dillerdeki ki çoğunluğu Latincedir, karşılıkları öğrenmek fazla yük teşkil ediyor olamaz.
Bunların yanında asıl bir moda halinde bugüne kadar kullandığımız kahve, çay, çaydanlık gibi isimlerin Latince veya İngilizceyle reklam levhalarında ifade edilmesi, hatta yemek isimlerinin bile İngilizceleştirilmesi bir Türkçü için kabul edilemez. Daha da feci bir örnek olarak çarşı ve pazarlarımızda sıralanan dükkân isimlerinin Türkçe dışındaki dillerden devşirilerek kullanılması ve bununla âdeta iftihar edilmesi de benim kabul edeceğim bir anlayış değildir.
Türkçülük elbette Türkçeyi dili olarak benimsemiş herkesi kendi milletinden sayar. Bu durum Türkçenin lehçe ve ağızlarını konuşan toplulukların tamamıyla bir siyasî birliktelik peşinde oluş değildir. Türkçülük, devlet ismi ne olursa olsun onların tebası olan ve Türkçe konuşan, bunu da gönüllü bir halde gerçekleştiren bütün birey ve toplulukların bilim, edebiyat, şiir, tiyatro, sinema gibi sözlü ve müzik gibi sözle desteklenen sahalarda karşılıklı haberleşme ve birlikte faaliyet göstermeyi hedefleyenlerin fikriyatıdır. Bu durma resim, heykel ve her çeşit görsel sanat da dahildir. Türkçülük, Gagavuz Yeri insanlarını Moldovya’dan ayırmayı değil onların kültürel faaliyetlerine katılmayı, beraber bir “dil milleti” oluşturmayı hedefler. Türkçülük, Yakutlar, Tuvalılar, Hakaslar gibi Anadolu Türkçesine oldukça uzak lehçelerin halklarıyla beraber ortak destanlarımız, mitolojilerimizin ortaya konulmasının teminine çabalar; bunun yanı sıra yeni roman, şiir ve hikâyelerimizin karşılıklı iletişimimiz yoluyla birbirimizi anlatmasının temin yollarını arar.
Türkçülük devletler arası ilişkilerle ikinci derecede ilgilenir. Devletlerimizin problemler yaşadığı dönemlerde bile biz Türkçülerin ortak amacı diğer devlet halklarıyla kültürel alanda faaliyetler göstermeye devam etmek olmalıdır. Bu tavır, devletlerin birbiriyle yaşadığı kırgınlıkları da tez elden çözecektir. İki ilişkiler arası gerilim yaşayan Türk dilli devletin bu vaziyetini üçüncü bir Türk dilli devletin Türkçü/Türkçecileri, sahip oldukları kültürel ve sanat çerçeveli ilişkiler vasıtasıyla çözebilirler.
Ülkemizde açılmış bulunan Türk Lehçeleri isimli bölümler kültürel bakımdan Türkçe konuşan dünyanın birbirleriyle iletişime geçmesi için uygun bir ortam sağlayacaktır. Türkçülük bu bölümlerde yetişecek bilim insanlarının diğer Türkçe konuşan topluluklarla kuracakları ilmî münasebetler vasıtasıyla bir kültür zeminine oturacaktır. Şimdilik Türkiye bu konuda bir öncü rol oynamaktadır, ileriki dönemlerde diğer Türkçe konuşan millet ve toplulukların da bu hususa ciddi katkılar sunması mümkün olabilir. O zaman gerçek mânâsıyla bir ilerleme başlayacak, Türkçe temelli topluluklara yönelik faaliyetler süratlenerek artacaktır
Türkçe konuşan toplum ve toplulukların yaşadıkları devletlerin mühim bir kısmında günümüzün en mühim iletişim aracı olan internet kullanımı son derece sınırlı imkanlara dayanmaktadır. Bu gün bu topluluklardan pek çoğunun Latin harflerine geçmiş olması iletişimi Kiril harflerinin kullanıldığı dönemlere göre daha mümkün kılmaktadır. Bu iletişim ağında karşılaşılan en büyük zorluk bu ülkelerin edebiyatçı, bilim adamı ve sanatkarlarını tanımayışımız onların da bizlerden haberdar olmayışlarıdır. Fiilen internet başladığından beri bu iletişim aracını kullanmama rağmen bu Türkçe konuşan toplulukların akademik çevrelerinden ve edebiyatçılarından yeni yeni haberdar olmaya başlamış bulunmaktayım. Kendi açımdan söylemem gerekirse sanat alışverişinde bulunulacak herhangi bir ortama dahil olabilmiş değilim.
Bilhassa rahat anlaşmakta olduğum Azerbaycan Türkleri ve Türkmenlerle bile yeterli şiir, roman, hikaye temelli bir iletişim kurabilmiş değilim. Bunda elbette benim taşrada akademik faaliyet yürütüşümün, dünyayla sağlık sebeplerimden dolayı rahat ilişki kuramayışımın da rolü var. İstanbul ve Ankara bu faaliyetler için elbette daha güzel bir faaliyet sahası temin etmektedir.
Diğer bir yaklaşım da Türkçülüğün, Türkçenin geçirdiği en önemli merhale olan İslamla tanışma sürecinde edindiği Farsça ve Arapça kavramlara bakış meselesidir. Burada Türkçü geleneğin ortaya çıkış döneminde yer alan Ziya Gökalp’in “Türkçeleşmiş Türkçedir” düsturu takip edilmesi gereken bir husustur. Dili sadeleştirmek bütün geçmiş kavramlarından soyutlamak olmamalıdır ki bugüne kadar bu yanlış ısrarla tekrarlanmıştır. Türkçülüğün bulunmadığı bir dönemde yâni miladi 11 ve 12. Yüzyıllarda Türkler İslamlaşırken Yusuf has Hâcib ve Kaşgarlı Mahmud’un tavırlarıyla Kur’an ve İslam ele alınıp Türkçeleştirilseydi belki bugün Türkçeleşmeyi Türkçülükle ilgisi olmayan kişilere de bırakmış olmazdık. Yâni o dönemden sonra “İslâmî” hüviyete bürünen Kur’an kavramları Türkçeleşmiş olurdu. Bugün 100 sene önce, üstelik Türkçü yazarların yazdığı eserleri gençlerimiz anlamam durumuyla karşılaşmazlardı. Bu bağlamda dilin arılaştırılması faaliyeti de bir yerde durdurulmalıdır. Eğer kendisini Türkçü dahi kabul etmeyen Liberal ve sol aydınların bugün yaptıkları özleşmeyi aynen onaylarsak Türkçülüğün dilin tarihî seyrini önemseme anlayışından uzaklaşmış oluruz. Bu çerçevede ben doğru türetilen, özellikle Batıdan giren kavram karşılıklarını kullanmaktan yanayım. Ancak dini ciddiye alan bir Müslüman olarak, bütün dinî mefhumları Farsça ve Arapça oldukları için özleştirmeye tâbi tutmak inancı gelenek dünyasından koparmaya dönüşecektir. Hesapsız dil özleştirmeciliği bence Türkçülük değildir.
Bu meyanda ifade etmeliyiz ki biçimsel olarak kendisine “Türkçü” unvanı giydirenlerin naif tavırları bizim konumuzun dışındadır. Tıpkı saç uzatıp, bıyıklarının yarısını mavi yarısını kırmızıya boyatarak kaşlara, kulaklara halkalar bağlayarak, iyi felsefeci ya da iyi ressam olunamayacaksa, mafyavari kıyafetler giymekle de Türkçü olunamaz. Bu durumun reddi ancak bu yazının son cümlelerine yer bulabilirdi. Nitekim de böyle olmuştur. Türkçülük bir aydın hareketidir, yüz yılı aşkın süredir hep böyle olmuştur. Kendisine Türkçü adını veren, bu durumlarını rozet, bayrak, sembol ve kıyafetlerle vurgulayan ama ne Türkçe ne de onun kültür verimlerinden bîhaber bulunan yığınları Türkçü kabul etmem mümkün değildir. Bana göre Türkçülük bir siyasi partinin tekeline de mahkûm edilmemelidir. Bu hareket yukarıda belirttiğim esaslar çerçevesinde geniş aydın kümelenmelerinin bilgi dolu anlayışlarında gelişmelidir.