ANNEMARİE SCHİMMEL (CEMİLE BACI)-III
A. Yılmaz Soyyer
Schimmel’in Konya’ya yaptığı ilk ziyaretinin üstünden, uzun yıllar geçmişti. 1988 senesi sonbaharında Selçuk Üniversitesi’nin tevdi ettiği fahri doktora unvanını kabul etmek için Konya’ya gittiğinde, bir zamanlar neredeyse Türkiye’deki vatanı olan bu şehri yıllar sonra tekrar görebilme fırsatı buluyordu. Mevlânâ nasıl da güzel terennüm etmişti:
“Bir an için olsun evimize buyur sevgilim,
Kısa bir müddet ruhumuza hayat ver gülüm
Ki gökler gece yansı görsünler
Parlaklığın ne demek olduğunu
Konya’da yanan aşk ışığı kısa bir zaman diliminde
Semerkant ve Buhara’ya ulaşsın.”
Çok zaman öncesiydi, Schimmel bu çağrı üzerine bütün para ve cesaretini toplayıp Konya’ya uçak bileti almıştı. O zamanlar var olan bu uçuş, sadece birkaç yıl devam ettirildi. Şehrin merkezinde basit ve temiz bir otel bulmuş ve dosdoğru Yeşil Türbe’ye, Mevlânâ’nm kabrine gitmişti. Turkuvaz rengindeki sivri kubbe daha uzaktayken bile pırıl pırıl parlıyordu. Küçük, tarumar bir bahçe ve türbenin arka bölümünde bu büyük Şeyh’in sadık müridlerine ait mezar taşlan bulunuyordu. Her şey biraz bakımsız; ama görünce insanın içine titreten ve duygulandıran etkileyici bir manzaraya sahipti. O zamanki müze müdürü ona bilgi vererek yardımcı oldu. Havada iğdenin kesif kokusu asılı duruyordu. Etrafta dolaşırken birden, Mevlânâ’nın şiirinde geçen; baharın ansızın uyanışı bulutların gözyaşları, kıyamet günü üfleneceksin– sesi, gök gürültüsünün sedası gibi hadiselerin neden onun için bu denli önemli olduğunu anlamıştı. Mevlânâ’nın, dalların ilkbahar rüzgârındaki raksını, ağaçların ve çalılıkların cennet yeşili libaslara bürünmesini niçin tekrar tekrar terennüm ettiğini bir insanın anlayabilmesi için, bu istihaleyi yaşamış olması gerekir.
Sokakta birden, İstanbul’dan bir meslektaşına rastlayınca rüyadan uyanmıştı. Ona sahip çıkıp kanatlan altına alan meslektaşım ile günün geri kalanında şehri tekrar dolaşmışlardı.
Islak, karlı yollar
Mor yakuttan bir şerit misali
Nasıl da unuttuk geçen zamanı!
Nasıl mehtap da, bulut da uful etti!
Yıldızlardan bir semâ yükselir
Ebedi mey ile sermesttir ney sedası.
Sükût kulak verir,
Ancak sükûtuna senin.”
Her bir seyahat kendince güzeldir ve başlı başına bir maceradır. Otobüs, derin bir kar yığınına saplanabilir veya bir inşaatın vıcık vıcık balçığına batabilirdi. Bazen de aynı yolu bir rekor denemesi misali dört buçuk saatte kat edebilirdiniz; ama her seferinde yolcular, meyvelerini ve ekmeklerini bu yabancı misafir ile paylaşmaya hazırdılar. Mevlânâ’nın vuslatı münasebetiyle 17 Aralık’ta tertip edilen o büyük anma töreni öncesindeki günlerde ise; İslam dünyasının bu büyük mutasavvıfını, Türkiye’nin her yerinden ziyarete gelen yolcular, büyük bir coşkuyla ilahiler söyler ve dualar okurken, otobüs de bu coşkudan pay almışçasına son hız yol alırdı.
Birçok yolcu da sadece görev icabı Konya’ya gidiyordu; iktisadi olarak inkişaf edip geniş bir alana yayılan bu şehir, yıldan yıla ekonomik bir cazibe merkezine dönüşüyordu. Selçuklu sanatının anıt eserleri restore ediliyor, halıcıların ve Konya’nın o rengârenk boyalı tahta kaşık satıcılarının işleri iyi gidiyordu. Tahta kaşıklarla oynanan kaşık oyunu, şehrin geleneklerinin bir parçasıydı. Zamanla bu kaşıkların üstüne Mevlânâ’nın ve türbesinin resimleri yapılır veya eserinden mısralar, bazen sanatkârane, bazen de acemice işlenir olmuştu.
Ama işte o erken zamanlarda Konya Schimmel için Mevlânâ’nın mısralarının nüfuz ettiği şehirden başka bir şey değildi. Ana yoldan şehre yaklaşıldığında ve insanın aklından bir an,
“Çöllerimizin ne hududu vardır ne de Kenan
Kalbimizin ne sükûnu var ne de huzuru,”
diye bir mısra geçecek olsa sağda, Selçuklu döneminden metruk ve harap bir kervansaray olan Horozlu Han görünürdü. Maalesef bu han, hemen yanı başında çimento fabrikası olduğu halde, daha sonraları pek de güzel olmayan bir tarzda restore edildi. Anadolu Hristiyan mistiklerin de yurdudur.
Nissalı Gregor, Nenczli Gregor gibi mistisizm ile derinden hemhal olmuş Doğu Kilisesi büyük babalarının vatanı olan Kapadokya da buradan sadece birkaç günlük mesafede idi. Konya ile Beyşehir arasında bulunan Sille’ deki Hristiyan mağaraları, buralardaki ilginç duvar resimleri ve bu küçük yerin artık terk edilmiş Rum-Ortodoks Kilisesi bu neviden tesir ve geleneklerin bir delili mahiyetindedir.
Otobüs şehre varmadan önce eski bir mezarlığın yanından geçerdi. Yan yana toprağa gömülmüş mezar taşlan, birkaç küçük türbe, bir Selçuklu hanımsultanı için mihrap şeklinde inşa edilmiş bir diğer mezartaşı; işte bütün bunların hepsi ziyaretçiye, İslam tasavvufunun mebdesini hatırlatıyordu. Dünyevî olanın helak olacağını beyan eden Kur’anî hakikat ve bunun mukabilinde Bâki ve Mâlik olan Kadir-i Mutlak’ı medhü sena eden ayetler tezekkür ediliyordu. Mevlânâ; fena bulmayı, pervanenin ateşte yanmasını, öl ve ol düsturunu sayısız beyitlerinde terennüm etmiştir. Zira onun için ve tabii genel olarak bütün mutasavvıflar için; dünyaya dair elbiseleri, alacalı ve yamalı bir bohça gibi üstünden çıkarıp attıktan sonra ölüm, aşığı maşuğa vasıl eden bir köprü gibiydi.
Mevlana türbesinin üzerindeki Kubbe kasnağında olağanüstü derecede karmaşık Kur’anî kitabede büklüm büklüm örgülü kûfî yazı, kendi zirvesine erişmiş olmalıdır. Bunun dışında kubbe içinde görülen yıldızlar, küçüklü büyüklü bir şekilde yerleş, tirilmiş olup, adeta göğe yükselmektedirler. Bu yıldızlar arasında esrarengiz bir irtibat hâsıl olmuş gibidir, öyle ki ziyaretçi bunlan temaşa ederken ister istemez, kubbedeki küçük tepe açıklığına bakar ve geceleri oradan gerçek yıldızları seyretmek mümkün olur. Onların aksi de bu sefer mekânın tam ortasındaki havuzun suyunda menevişlenir. Mevlevilerin semâsına numune teşkil ettiği söylenen yıldızların semâdaki raksı, işte bu mekânda sanki biran için dondurulmuş gibidir. Bu kubbe; medrese inşa edildikten birkaç sene sonra yazılmaya başlanan Mesnevi’nin hususiyetlerini bütün tefsirlerden çok daha isabetli bir biçimde ifade etmektedir. İdrak ve kalp, İslamî geleneğe ve kitabelerin o girift harfleri gibi her defasında yeni baştan tebeyyün eden Kur’an-ı Kerim’in lafzına sıkı sıkıya bağlı kalarak, hayret makamının artan derecelerinde ilahi hakikate doğru yücelir. Bu yolculuk, gerek esas meseleler, gerekse bu esas meselelerin yanında başta füruat gibi görünen, fakat onlarla “küçük yıldızlar” misali ayrılmaz ve girift bir bağ içerisinde olan meseleler vasıtası ile gerçekleşir. Nihayet bu ilahî hakikat, en esrarengiz hali ile sufilerin kalbe teşbih ettiği o havuzdaki berrak suda belirir. O Maşuk-ı Mehlika’ya, kendini temaşa edebileceği bir aynadan daha güzel hangi hediye takdim edilebilir ki?
Schimmel, Konya’da ilk bulunduğu günden beri bu şehri hep Mevlânâ’mn beyitleri vasıtasıyla temaşa ettiğini belirtir. Onun beyitlerini; bu şehir, bu şehrin camileri, medreseleri ve bahçeleri ile rabıta içinde okumuştur. Bu beyitlerin, zaman ve mekânı aşarak ebedi Aşk’ın mebdesine, o
akşam saat 9 veya 10’a doğru, Schimmel şehrin merkezinde, büyük ve neredeyse boş bir eve götürülür. Birçok yaşlı Beyefendi, esrarengiz birtakım paketleri açmakla meşguldür. Paketlerden; neyler, kudümler ve Mevlevi dervişlerinin sikkeleri çıkıvermiştir. Bu zatlar musiki icra etmeye ve terennüme başlamışlardı. Geriye doğru ağır ağır atılan üç adım ve şeyhin selamlanmasının akabinde mutriban, git gide hızlanan bir usul tuttururdu ve semâzenlerin devrânı başladı. Sağ el göğe doğru açılmış, sol el ise toprağa bakarken amaç rahmeti istihsal edip dünyaya vâsıl etmektir. Ankara, Konya, Afyon ve diğer şehirlerden gelen dervişler nerdeyse otuz yıldır bu ayini birlikte icra edememişlerdi. Semâ esnasında dinî geleneklerin köklerine nasıl avdet ettiğini; musikiye, neyin hasretle inleyişine ve Mevlânâ’nın beyitlerini terennüm eden hanendelerin sesine nasıl gark olduğunu seyretmek müthiş bir tecrübeydi. Schimmel, “Rüya mı görüyorduk, yoksa hakikat miydi?” diyor. Hafız Sabri tekrar tebessüm ederek, “Bakın gördünüz mü, rüyanız çıktı,” diye karşılık veriyordu.
Anlamıştık ki; en güzel Rûmî şiirlerinden birini şu mısra bitilen Rûckert haklıymış:
“Semâ’nın kudretini bilen, Tanrı’da yaşar
Çünkü bilir, aşk nasıl da öldürür. Allah Hû!”
O gece nerdeyse hiç uyumamıştı… Ertesi sabah, tam dönüş yoluna çıkmak üzereyken tekrar türbeye davet edildiler. Meğer semâ filme alınacakmış; Schimmel, muhabbetle karşılanmıştı ve hem önceki gün yaptığı konuşma sayesinde hem de el öpmesi ve diğer öpme şekillerinde olsun doğru tavrından dolayı iltiftlar almıştı. Hatta o asırlık ihtiyar Mehmet Dede bile onu kucaklamıştı. Schimmel bundan çok duygulandığını belirtir. Ve sonra semâ, asıl icra edilmesi gereken yerde tekrar edildi. Ne yazık ki çekilen film tuhaf bir talihsizlik sebebiyle imha oldu.
Misafirler, milletvekillerinin Ankara’ya giden otobüsüne bindirildiler Schimmel de o gün bu gündür bir şekilde Mevleviler dairesine dâhil olmuştu. Schimmel’in dikkatini çeken husus o adab ve erkâna eskisi gibi sıkı sıkıya riayet edilmeyişi olmuştu. Zira Mevlânâ’nın kendisi değil de oğlu ve ikinci halifesi Sultan Veled’in tanzim ettiği semâyı, adeta bir “sufi dansı” olarak telakki edenlere, Mesnevi’nin tefsir ve tefhimi olmaksızın icra etmeye yeltenenlere, orijinal lisanına vâkıf olmadan ve binbir gün çilesini çıkarmayanlara; bu ayinin sırları kapalı kalacaktır.
Annemarie Schimmel Konya’da tanıştığı ve derviş geleneğinden gelen bir dostunu ısrarları üzerine Almanya’da çalışmak üzere gönderir. 1959 senesi şubat ayı Ankara’sının nahoş ve puslu havasında kaybolana kadar arkasından el sallamışlardır. İsmail İslam dünyasında insanın çok nadir rastlayabileceği tarzda şahsında derviş tasavvurunun mükemmel bir şekilde tecessüm ettiği bir insandı. Konyalı küçük bir zanaatkâr aileden geliyordu çocukluğundan beri Mevlevi geleneği ile hemhal olmuştu. “Ûç yüz yıldır ailem, Tekke’nin et ihtiyacını karşılamıştır” demişti bir keresinde gururla Schimmel’e. Şanslıydı İsmail, kendine hem Mevlana’nın şiirlerinin künhüne vardıracak hem de İslam sanatının bilhassa da hat sanatı dünyasının kapılarını açacak manevi mürşitler buldurmuştu. Schimmel de bu sayede tanışmıştı zaten.
İsmail’in evi kaim kerpiç duvarlar arkasında, dışarıdan neredeyse görünmeyen mütevazı bir yapıydı. Sahib Ata Medresesi’nin de çok uzağında değildi. Evin iki küçük avlusu vardı, bu avluların sonunda ise mutfak bulunuyordu. Bir iki basamakla hayata çıkılıyordu ve sonra da dörtgen şeklindeki bir koridorla birbirine bağlanan iki odaya varılıyordu. Sağdaki misafir odasıydı, acaba dünyada bu odadan daha rahat bir oda olabilir miydi? Sadece gelen Avrupalı şeref misafirleri için ilaveten birkaç sandalye konulmuştu; ama Schimmel ile beraberindekiler daha çok duvar boyu uzanan alçak divanı tercih etmişlerdi. İtina ile seçilmiş halılar hem zemini kaplıyordu hem de duvarda asılıydı. Oyma kapılı gömme dolaplarda; sadece -tasavvuf hakkında yazı- ilan Farsça ve Türkçe kitapların yanı sıra bir de Almanca gramer kitabından müteşekkil- zengin bir kütüphane değil aynı zamanda yorulmak bilmez ev hanımı Şükrüye’nin elinden çıkmış narin el işleriyle dopdolu kutular da vardı. Akşam geç saatte, yataklar yüklükten alınır ve yere serilirdi. Bütün bir akşamı din ve sanat hakkında uzun uzadıya süren sohbetlerle geçirdikten sonra bu yataklarda uyumak ne tatlı şeydi! Bazen de dostlar misafirliğe gelirdi. Biri ney üfler, sahaf en eski derviş ilahileri terennüm eder ve lamba, aralarında sarkan hasır döşemeleri kirişlerin taşıdığı tavana garip gölgelerden şekiller düşürür ve çaylar tekrar tekrar doldurulurdu. İsmail çayı kendisi demlerdi; zaten bütün ev işlerinde karısına örnek bir eş misali yardımcı olurdu. “O kız gibidir,’’ diyerek şefkatini dile getirirdi annesi.
Annesi, evet annesi evin ruhuydu adeta. Onun makamı koridorun solundaki odaydı; bu yapılı, berrak simâlı kadın daima burada otururdu. Yorulmaksızın küçük çocuklan kontrol altında tutup aynı anda da sebze ayıklamak, dolma doldurmak ve ayağıyla da mışıl mışıl uyuyan Binnur yavrunun bulunduğu tavana asılı beşiğin ipini çekmek ile meşgul olurdu. Bu anne, sadece Türkiye’de değil, hayat boyu görülebilecek en etkileyici kadınlardan biriydi. O adeta, binlerce yıl süren en âli geleneğin müşahhas hali, ruh ve tahassüsi inceliğin pek nadir az rastlanır bir timsali idi. Her daim teselli bahş ve müşfikti; şikâyet nedir bilmezdi.
Bu kadar çok Alman ile temasın neticesinde İsmail’in Almanya’yı ziyart etme arzusu günden güne arttı. Dostlarının dünyasını görmek, bir de ağaç işlemeciliğinin yeni metodlarını, mobilya imalatının yeni usullerini öğrenmek arzusundaydı. 1958 senesinde yine arkadaşlarının tavassutuyla, böyle bir fırsat doğdu ve elindeki siparişleri bitirip nihayet bahtiyar ve mesut olarak Şubat ayında Lengerich’e doğru yola çıktı. Orada da bir Alman tanıdığın ilgisi sayesinde hemen kendini evinde gibi etmiştik; musiki dinleyip tilavete kulak vererek sabah dörde kadar oturulmuştu. Otel tabii o saatte kapanmış olduğundan, on sekiz İstanbullu hanımı evine götürmüş, çay ikramı ile yorgunluğumuzu almış ve geceleyecek yerlerimizi de hazır etmişti.
Almanya’da bulunmaktan ve bir mobilya fabrikasında çalışmaktan mutlu ve memnundu; Paskalya’da Meinke’ler onu Berlin’e davet ettiklerinde mutluluğu zirveye ulaştı. “Bu kadar misafirperverliği nasıl kabul edebilirim ki,” diye yazmıştı Schimmel’e.
Lengerich’e dönerken, hafif ateşi çıktı ve aniden ağzından kan boşaldı; Paskalya sonrası ilk cumartesi günü hayata veda etti. Daha kırk iki yaşındaydı, Ramazan ayının en mübarek günüydü; Leylet’ül Kadr. Berlin’de yaşayan dostlan onu, Berlin’deki bir Müslüman mezarlığına defnettiler.
Öte yandan Anadolu seyahatleri sürmektedir, on üç saatlik bir yolculuk nihayetinde onları Adana’ya götürecek tren gelmiştir. Tren karla kaplı, buz kesmiş Anadolu yaylasını yara yara ve sonrasında da Torosları bin bir zahmet ile aştıktan sonra, nihayet Adana’ya vasıl olmuştu. İki kişi onları palmiye ağaçlan altında duran bir arabaya çeke çeke tıkıştırmışlardı. Yani Şeyh İsmail Emre’nin evine adeta kaçırılmışlardı. Orada onları yaklaşık otuz kişi bekliyordu; ama maalesef dört gözle beklenilen bir akşam yemeği görünürde yoktu, Önce Schimmel’den İslam tasavvufunun meselelerini izah ve icmal etmeleri rica edildi; ancak ondan sonra yemeğe oturabilmişlerdi.
Oradaki insanlar dairesinde, İsmail Emre en ilgi çekici şahsiyetlerden biriydi. En az seviyede okuma yazması olan demirci İsmail Emre aşk ateşine duçar olmuştu. Bazen de öyle bir “hal” gelirdi ki, 1300’lerde Türk nazmına damgasını vuran Yunus Emre tarzı tasavvufî şiirler inşad ederdi. Misafirler de bir keresinde böyle bir hadisenin şahidleri olmuştular. Soğuk bir aralık gününde, tren ile Konya’ya giderken, Emre ansızın bir şiir terennüm etmeydi başlamıştı, kalorifersiz buz gibi soğuk vagon öyle ısındı ki, camları buğu kapladı. Mısraları, “doğum, nagehan ve irticali” manasından mülhem doğuş olarak adlandırlıyordu. Müridleri her bir kelimesini kaydederdi ve nihayet bu yeni “Yunus Emre”nin mısralan iki cilt halinde yayımlandı.
Şu veya bu dinin müntesipleri arasında ayırım bilmeyen bu mütevazı adamı herkes sevmişti. “Bütün renkler kül olacak; ancak aşk ateşi onları yakıncadır ki bir ve bütün olacaklar” derdi. Bir defasında da Schimmel’in annesine şöyle demişti: “Peygamberler güneş gibidir, her gün nur saçarlar ve insanları aydınlatırlar; ama sen hiç güneşin üstünde ‘Salı’ veya ‘Cuma’ yazdığını gördün mü?”
Ertesi sabah Ankara’da haftalardır görmedikleri peynir ve taze tereyağı gibi şeylerin hazır bulunduğu kusursuz denilecek bir kahvaltıya oturmuşlardı. Ardından da bir dolmuş vasıtasıyla, iki saatlik bir yolculuk sonrasında ikindi vakti İskenderun’a vardılar, basit bir otel bulup hemen bir koşu Deniz İşletmeleri’ne gidildi, Mesul acenta müdürü tam da bir kokteyle gitmek üzereydi. Acaba “İzmir” gemisi ne zaman yanaşacaktı? Diye sorduklarında, denizci ellerini havaya kaldırdı: “Ha o mu, o dün battı…”
Nihayet Belen Geçidi üzerinden, Hz. İsa’ya tâbi olanların ilk defa “Hristiyan” olarak adlandırıldıktan Antakya’ya geçmeye karar verdiler. Asi Nehri köprünün altından san-kahverengi çağlıyordu. Efsaneye göre Dafni bir zamanlar tam burada defne ağacına dönüşmüş olmalıydı. Buradaki müzenin bahçesinde Roma mozaikleri ve enfes mermer lahitler görmek mümkündü. Aralarında büyük menekşeler çiçek açmıştı. Şoför, kargacık burgacık sokaklardan geçerek bizi bu yörenin en iyi kebabının yendiği lokantaya götürdü. Ateş kırmızısı bir ceketle ocak başında işini yapan dükkân sahibinin önlüğü belli ki ta havariler zamanından kalmaydı. Lâkin yemekler de bir o kadar enfestiler.
Seyahat çok güzeldi. Türk sahilleri önümüzden yavaş yavaş akarken tarihi mekânları seyrediliyor, tabii o esnada da tarih tezekkür ediliyordu. Beyrutlu Solomon Bey, akşam olunca akıcı bir Almanca ile, “Küçük bir içki ikram edebilir miyim?” diye sorunca da kimse hayır diyememişti doğrusu.
Sabaha doğru dar bir dil üzerinde Alanya Kalesi bütün genişliğiyle boy gösterdi. 13. yüzyılın başlannda Selçuklular burada beş gemilik bir tersane inşa etmişlerdi. Astım hastalarının havasını teneffüs ettikleri Damlataş Mağarası ziyaret edildi.
İzmir’e varınca eski kalesi ziyaret edildi, körfeze hâkim muhteşem bir manzarası vardı. Körfez o zamanlar daha capcanlı bir görüntü veriyordu ve henüz bir beton yapı zinciri ile medenileştirilme- mişti. Efes’te ilk defa “Efeslilerin Dianası”nı, boynunda burçlar kuşağından bir kolye taşıyan ve bedeni nebatatlarının sembolleri ile bezenmiş on sekiz memeli tanrıça heykelini gördüler. Omuzlarında aslanlar oturuyor, geyik ve şahinler ise ayaklan dibinde duruyorlardı. Ana Tannça’yı bundan daha güzel nasıl temsil edebilirdiniz ki? Sonra araba kıvrıla kıvnla, efsaneye göre Bakire Meryem’in hayatının son yıllarını geçirdiği Meryem Ana Evi’ne doğru ilerledi. Bir pınar, küçük bir koru ve uzakta gümüş deniz manzarası. Türkler bu küçük kutsal mekânı ziyaret etmesini severlerdi, zira Bakire Meryem ve Hz. İsa’nın mucizevi doğumu Kur’an’ın 19. Suresi’nde de bütün tafsilatı ile anlatılır.
Ertesi gün Buca’ya doğru yola çıkıldı, orada İtalyan ilahiyatçı Ernesto Buonaiuti’ye karşı beslediğimiz müşterek ilgi nedeniyle birbirimize sıkı sıkı bağlı olduğumuz İtalyan dostlarla görüşüldü, Misafirleri, romantik ve bahçeli evlerinde muhabbetle kabul buyurdular,
O gün, yine bir veda günü hatıralarında büyük ve yekpare bir menekşe bahçesi gibi kalacak güzel İzmir’i gezdik. Akşamı edebiyat ve din sohbeti ile doluydu. Bu Akdeniz liman kentinin özgür ruhu, sofu Orta Anadolu tasavvurlarından bir hayli uzaktı,
Akabinde uçakla İstanbul’a, uçtular.
Schilmenn bir müddet sonra yine yollardaydı. O zamanlar Anadolu’da seyahat etmek kolay değildi ve hep bol maceralı olurdu. Bazen otobüsle yollara düşülürdü, bazen de köhne, takatten düşmüş, adını Schimmel’in Düldül koyduğu bir Hillman marka araba emre amade olurdu. Düldül, Peygamberin damadı ve amca- oğlu Hz. Ali’nin katırının ismidir. Lastikler her gün patlayabilirdi, o yüzden Schimmel de lastik tamiri ustası olmuştu adeta. Bir keresinde Düldülün, onu ve annesini, Kurban Bayrami’nı geçirmek için Suriye hududundaki Kilis’e götürmesi gerekiyordu. “Çok rahat bir seyahat olacak,” diye de bizi temin etmişlerdi. Yalnız bir de Kilis okul müdürünü hastaneden kaçırıp beraberlerinde götüreceklerdi, zira evine dönmek istiyormuş. Yol Tuz Gölü’nün doğusundan geçiyordu. Orada küçük bir Ermeni köyü de vardı. Başka bir vakitte bu köyde bir düğüne de katılmışlardı. Bütün köy ahalisi düğüne iştirak etmişti ve genç Ermeni gelinin göğsünde altın haçlar pırıl pırıl parlıyordu.
Güneye doğru seyir ederken yol üstündeki bir başka köye, hoş, takriben on beş yaşlarında bir gelinin düğününe katılmalarına müsaade edilmişi. Düğün evi renk renk örtülerle süslenmişti ve hediyeler de yıldız şeklinde, bir çadır gibi tavandan aşagıyaa sarkıyordu. Yolculuğun pek tenha yollarında ve o bunaltıcı sıcaklarda; mânâ dünyası ile tabiatın hallerini irtibatlandıran Yunus Enıne’nin beyitleri yâdına düşüyordu;
“Gâh eserim yeller gibi Gâh tozanm yollar gibi Gâh akanm seller gibi Gel gör beni aşk n’eyledi?”
İskenderun’un yanından geçerken Düldül, Belen Geçidi’nin sayısız virajlarını tek nefes tırmanıyordu. Yukarıda yol artık çatallanıyordu. Sağ Antakya, sol Gaziantep. Kavurucu öğlen rüzgânnda Suriye hududu boyunca yol alıyorduk. Bozkırın bir kısmı yanmaktaydı. Bu Düldül’ün hiç hoşuna gitmedi ve lastik patladı.
Yol pürüzsüz ve engebesizdi. Her şey yolunda gidiyordu derken, akü devre dışı kaldı ve neticede ışık da sönünce yol kenarındaki hendekte son buldu. Sıcak, yumuşak bir yel bizi sanp sarmaladı. Gelip geçen kamyonculardan birinin akümüzü tamir etmesi çok zaman aldı; yanlarında bulundurdukları yegâne kıymetli çikolatanın folyosu tamir için bayağı işe yaramıştı.
Kilis, ne şehir ama! Taş binalar arasında geçitler, kemerler, girdili çıktılı sokaklar… İndikleri o küçük ama temiz han bizi bayağı şaşırtmıştı. Entari giymiş asırlık iki ihtiyar adam, binbir meşakkatle çay demlediler ve bu esnada da Hac ziyaretlerinden bahsettiler. Otel cami avlusuna komşuydu ve bunun bazı dezavantajın da yok değildi; zira o zaman Kurban Bayramı’ydı avluda da keçiler ve koyunlar bağlıydı. Mübarekler nöbetleşerek meliyorlardı ve sabah ezanından hemen sonra yakındaki bakırcılar çarşısından dövülen madenin inlemeleri geliyordu.
Kulaklarına “Şu filanca şeyhi de bir ziyaret etmeniz gerekir; allamedir ve Farsça el yazmaları da vardır!” fısıldanır. Bunun üzerine çok güzel bir eve gidilir, etrafımızı saran kadın ve çocukların üzerimize dikilmiş bakışları alunda taraçada oturduk. Ve işte âlim şeyh gelir, huşu ile onları selamlar. Mavi şeritli ipek bir entari, burnu kıvrık kırmızı yemeniler ve alacalı bir kuşak… Sakallı yüzüne bir atkı sarmış ve bütün bunları da büyük kahverengi bir şapka ile taçlandırmıştı. Dişsiz ağzı ile bize tebessüm ve Schimmel’in annesini işaret ederek, “Benim helalim inşallah,” dedi. Tabii bir ilaveyi de yapmayı ihmal etmedi; kastı cennet helali imiş.
Müridi olması için Schimmel’e adeta yalvaran o şeyhe çok kızmışlardı; güya ona keşfi öğretecekmiş, o da istikbali görecekmiş ve bunun gibi daha nice vaad edilen kerametler…
Ankara’ya doğru yol alıyorlardı. Düldül, Sivas ürerindeki gıcırdayan Öküz arabalarının yanından usulca geçti. Komnenos Hanedanlığının merkezi olan Kastamonu’ya geçildi. Çam ormanları arasında harika, bol virajlı bir yolculuktu. Güzel bir manzaraya bakan hâkim mevkide yaşlı bir adam oturuyordu ve aşağıya bakıyordu, biz manzarasını kıskanmıştık. “Gözleri görmüyor,” dedi şoförümüz. Kastamonu’da çok güzel sütunlu bir Osmanlı camisi, kale harabeleri, bir müze ve bir lise vardı. Bu okul, 1885’de Karadeniz Bölgesi’nde kurulan ilk liseydi; Kastamonu’yu âlimlerin ve devlet adamlarının yetiştiği bir yer yapmıştı.
Bursa sihirli bir mimariye sahiptir. Turkuvaz çinili Yeşil Camii ta uzaklardan göz alır. İlk Osmanlı Sultanlarının türbelerini bulunduran bu tepeye bizi alaca renkli bir fayton götürdü. Bayram vesilesi ile pek uslu beygirin kuyruğuna iki pembe fiyonk bağlanmıştı. Burası, gerçekten de dünyanın en ferah ve iç açıcı kabristanı olarak anılır. Açık renk kireçtaşı ile kırmızı tuğlanın münavebeli istifi sebebiyle sevimli bir hal alan türbeler, sanki gül bahçeleri ile çınar ağaçlan arasından tebessüm ediyorlardı. Ahmet Hamdi Tanpınar bu havayı, bir şiirinde ne güzel de yakalamıştır:
“Bursa’da bir eski cami avlusu,
Küçük şadırvanda şakırdıyan su;
Orhan zamanından kalma bir duvar…
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar Eliyor dört yana sakin bir günü.
Bir rüyadan arta kalmanın hüznü İçinde gülüyor bana derinden.
Yüzlerce çeşmenin serinliğinden Ovanın yeşili göğün mavisi Ve mimarilerin en ilahisi.”
Eski mi eski bir otobüs onları Uludağ’a yani Bitinya Krallığı’nıın Olimpos’una çıkarttı. 1800 metredeki Kirazlıyayla’da çiğdem çiçekleri açmıştı. Otobüs bizi kayak yapılan otele kadar götürdü, otelin etrafına doğru kürenmiş kar yüksek bir set oluşturmuştu.
Akşam olunca askeri bando müziği dinlemek için belediyenin önüne gidildi. Bando hem Türk hem de Alman marşlan ile Menderes’i oraya doğru çekmeye çalışıyordu. Davul ve zuma ile tuhaf insanlar geldi. Seyretmek için yaklaşınca erkekler onlara derhal yer açmışlardı. Bir delikanlı inanılmaz bir cevvallikle Türk halk oyunları icra ediyordu. Erkekler onun maharetini takdir ettikleri kadar bizim neşemize de sevindiler.
Ertesi sabah saat 6’da Ankara otobüsüne bindiler, birkaç yıl önce tam burada orta yaşlarda bir adamın sorduğu, “Kimsin nesin?” Schimmel’in cevabı, “İlahiyat Fakültesi’nde hocayım” diye cevap vermişti. Cevabı üzerine adam şu suali yöneltmişti: “Bilirsiniz, İslam beş temel sütun üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Resulullah olduğuna şehadet etmek, namazı dosdoğru kılmak, zekatı vermek, Hacc’a gitmek ve Ramazan orucu tutmak. Ama şehdet bir sütun değil ki, o her şeyi taşıyan zemin ve temel” Aslında haklıydı. Ona tutarlı bir cevap verememişti.
Elbette yol devam etti, yold konakladıkları Güdül’de nefis bir yemekten sonra, kayalıkların arasında dar bir yataktan kendine yol açan Kirmir çayı etrafındaki mağaraları keşfetmeye karar verdiler. Annesi, yukarıda kalmayı tercih etti, tabiatı uzaktan temaşa ederek manzaranın keyfini çıkarmak istiyordu; ama bir misafir, hele de bir hanım yalnız bırakılamazdı, yanına yaver niyetine genç ortaokul öğretmenini verdiler. O da “Lili Marleen” ile çevrilmiş Almancasıyla fasılasız bu şarkıyı söyleyip durmuş.
Konya’nın güneyindeki Ereğli’ye götürdüler, orada da Sümerbank tarafından işletilen iplik ve dokuma tesislerini ziyaret edildi. İvriz’de, Toroslann eteğinde bir enerji santrali inşa halindeydi, bir su havuzunda gıvıl gıvıl kaynayan alabalıklar oynaşıyordu. Karşıda bir Hitit kabartması vardı.
(4. Bölüm yakında)