ANNEMARİE SCHİMMEL (CEMİLE BACI) II
A.Yılmaz Soyyer
Schimmel, İstanbul’u şiirlerle tanımıştı, bu ilk gidişinde baştanbaşa dolaşmış, cadde ve sokaklarında, o dik yokuşlarında bir aşağı bir yukarı salınmıştı. Şehrin tarihi semtlerinden geçerken her bir köşede radyolardan yükselen Türk şarkılarını ve ezgilerini hafızasına nakşetmişti.
Şubat 1952’de Napoli’den İstanbul’a yaptığı vapur seyahati yorucu olmuştu. İskelede onu, şairler refiki Behçet Necatigil bekliyordu. Schimmel bir müddetdir onunla yazışıyordu. Sıcak kalpli karısı ile birlikte onu, Laleli’deki bir eve götürdüler. Ev sahibesi orta yaşlı bir hanımefendiydi. Bu hanım elbette, o güne kadar klasik Türkçeden ibaret kelime hâzinesni ikmal etmesine vesile oldu. Diş fırçası, şemsiye ve soba borusu gibi bir hayli gündelik kelimeyi ondan öğrenmişti. Sonra onu evlerinde kalmaya davet eden Jale ve Mustafa Inan’a gitti. Oturma odasında çok güzel sedef kakmalı mobilyalar vardı. Doktorasını Zürih’te yapmış olan matematik profesörü Mustafa, bir gün öğlen yemeği için eve geldiğinde ona Schimmel’in Türkçe bir ismim olduğunu söyledi: “Biliyor musun, onun adı Cemile!”
Ev sahibi, şöyle bir sorgular gibi ona baktıktan sonra “Bu kelime Kur’an’da geçiyor mu?” diye sormuş. Schimmel de, “Hayır, sadece kelimenin müzekker hali olan ‘Cemil’ geçiyor, 12. Sure ’de ‘sabrun cemil’ şeklinde,” demiş.
1953 senesinin sonbaharında, el yazmaları üzerindeki çalışmalarına devam etmek için İstanbul’a tekrar geldiğinde; Pangaltı’daki bu ev, artık Schimmel’in İstanbul’daki ikametgâhı olmuştu.
Schimmel’in Türkiye’de bulunduğu ilk iki dönem bazen hafızasında birbirinin içine geçiyor ve karışıyordu. Hâlbuki her ikisi de birçok husus itibariyle birbirinden o kadar çok farklıydı ki. 1952 senesinin baharı, onun hatırasında sanki namütenahi bir mevsim olarak kalmıştı. Bir zamanlar cam sanatları ile meşhur olan Paşabahçe’de gördüğü muhteşem kestaneci başka nerede görebilirdi ki? Jale’nin arkadaşlarından biri, orada eski ve güzel bir yalıda oturmaktadır. Maçka Kahvehanesi’ndeki o meşhur salı buluşmalarında, Schimmel genç şairlerle heyecan içinde tartışma imkânı bulmaktadır. Onların yanında oturmakta ve kadim şiir aleyhinde öne sürdükleri argümanlarına kulak vermektedir. Varlık Dergisi etrafında toplanan bütün o ilerici grup, burada buluşmaktadır. Onu, Behçet Necatigil oraya götürmüştü ve kendisi de müdavimlerindendi. Schimmel onun şiirlerini biraz kekremsi ve hatta düpedüz cılız bulmaktadır. Onun siması şiirde azami dürüstlük için sarf ettiği gayreti ve duygusallıktan neredeyse dehşet verici bir tavırla yüz çevirmişliği yansıtmaktadır. Yine de kaleminden zarif birkaç aşk şiiri de çıkmıştır. Bazen, Varlık Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmeni Yaşar Nabi de gelirdi. Salah Birsel, meclise dâhildi; Cahit Külebi de bazen orada görünürdü. Haldun Taner ve diğer birçokları ile Schimel’in dostane münasebetler tesis etmesi mümkün oldu.
İstanbul’daki kimi dostlarının teşviki ile Türk dergilerinde Alman kültürü hakkında makaleler yazmaya başlamıştı. İstanbul Dergisi, Yeditepe ve Hayat Mecmuası’nda bir dizi denemeleri yayımlandı. Bazen Alman şehirleri ve beldeleri, bazen de onun mühim addettiği şahsiyetler hakkında yazmaktaydı. Ve makalelerini imzalarken de Cemile Kıratlı müstear ismini kullanıyordu.
Yeri geldiğinde, buluşmalarda kadim şiiri müdafaa edip, Yahya Kemal’den, çok sevdiği ve mısralar alıntılamaktadır. Muarızları ise “Bu gibi gazelleri ve klasik forma merbut beyitleri yazmak çok basit şeylerdir,” “Meşakkate katlanıp dürüst formlar bulmalıyız. Fildişi kulede oturup her yanımızda insanlar acı çekerken, aç ve sefil bir halde adalet diye haykırırken; gurubtan, gül ve bülbülden bahsedemeyiz!” denilmektedir.
Schimmel bazen kendisine ve tabii onlara da şu suali sormaktadır: “Homer veya Hafız, Fuzuli gibi büyük şairlerin çağlarında da insanlar acı çekmiş ve aç kalmış değiller miydi?” Lâkin bu neviden argümanlar gereksiz kabul edilip; derhal reddedilmektaydi.
Schimmel bu şairlerin bir yönüyle haksız da olmadıklarını belirtir. O “İslam dünyasının asırlardır aşina olduğu gazel ve kasidelerin klasik formu -ki her ikisi de tek kafiyelidir- alelade bir şairden fazlası olmayıp sadece kafiye erbabı kişiler tarafından da pekâlâ kullanılabilirdi. Zira bu temsil ve remiz âleminde, kafiye ve vezin kaidelerinin, sayısız telmih ve kinaye cümbüşünün dünyasında tayin edilmiş sabit kurallar vardır; bu kurallar, adeta meslek erbabına mahsus, zanaat nev’inden öğrenilebilir şeylerdir. İslam âleminin o büyük şairleri, hissiyatlarını ve çağlarının meselelerini; büyük bir maharetle, zarifane bir tarz ve üslup ile bu nevi formlarda şifrelediler. Maziden nakledilen bu formları öyle bir kudretle doldurdular ki; modem hatta terakkiperver intibaı çağnştıran fikirleri bugün dahi şiirlerde bulmak mümkündür. Yeter ki bu şifrelerin anahtarlanna sahip olunsun. İşte bu anahtar, Türkiye’deki genç nesiller için kaybolmuştu.” demektedir.
Schimmel Vedat Nedim Tör’ün tavassutuyla Kazım Taşkent ile tanıştı. Aslen kimyacı olan Taşkent, Önceleri şeker fabrikası sayesinde, daha sonra da şeker pancarı istihsalinden bir servet yapmış, bilahare kamunun muhtelif sektörlerinde faal olmuştu. Aynca, Yapı Kredi Bankası’nı ve o zamanlar için en mükemmel baskı tekniğine sahip dergileri yayımlayan Doğan Kardeş Yayınevi’ ni kurmuştu.
Arap alfabesiyle ifadesi mümkün olan birçok kelime ve mecazin raksındın hâsıl olan mana, artık anlaşılır olmaktan çıkmıştı. Bu reform neticesinde, Yahya Kemal gibi klasik şairler artık onlar tarafından çağdışı telakki ediliyordu.
Bedri Rahmi’nin sürrealist ama yine de fıtri denilebilecek resimleri ise ifade kuvveti ve zirve yapan şiirleri ona hep bir madalyonun iki yüzü gibi gelmektedir. Kendine has; “Anadolu ve zinde güç” tasavvurunu ifade eden üslubu ile yurt dışında da başarılı olmuştu. Hâlbuki dostum dediği Asaf Halet Çelebi çok başkaydı ve tasavvufi geleneğe merbuttu. Onun şiirine ve mısralanna yansıyan derviş semâları, şehit mutasavvıf Hallac-ı Mansur’un esrarengiz kişiliği ya da oyuna getirilen âşık Ferhad’ın ve onun maşuku Şirin’in kadim efsanesi Schimmel’i bilhassa cezbetmiştir. Bir keresinde onunla eski Bizans surlan boyunca konuşa konuşa yürüdüklerini sörler Schimmel. Ona oradaki çingeneleri göstermiş ve Türkiye tarihini anlattığı efsaneler ile kendisini ihya etmiştir.
Schimmel Ayasofya’nın en güzel yeri olan o mekânının kıymetli el yazmaları kütüphanesi olduğunu belirtir. Küçük hacimli bu mekân, rengârenk çiniler ile kaplanmıştı. Bu çinilerde, mavi ve yeşilimsi, rakik ve narin, damar damar yapraklar arasından mercan kırmızısı çiçekler açmaktadır. Tıpkı, Topkapı Sarayı’nda bulunan 16. ve 17. asırda İznik’te imal edilmiş büyük kâse ve kandillerdeki çiçekler gibi. İçleri, narin sedef arabeskler ile kaplanmış ve muhtemeldir ki Hindistan’ın Gucerat Eyaleti’nden gelme bir dolap ve onun yanında aynı evsafta bir kutu, bunlarla birlikte uzunca bir sıra ve masa, kütüphane müdürünün odasına en güzel şekilde yerleştirilmiştir. Mekân serin ve loştu, güvercinlerin guruldaması bütün gün boyu odayı dolduruyordu. Arapça ve Farsça el yazmalarını istinsah etmekten yorulan gözler; günün son ışıklan sarmaşıldı turkuvaz çinilerden aks ederken, bir aşağı bir yukan doğru bunlan süzer, sonra yine yazmalara dalar giderdi. Bazen de oranın genç müdürü, arşivden en nadide hâzinelerini getirir. Bunlar; minyatürlerle süslenmiş Farsça şiirler, eski resimli tıbbî metinler, beyler ve komutanlar tarafından rıza-i ilahiyi tahsil etme umuduyla yazdırılan tezhipli dua kitaplan ve el yazmalarıyla müzede yaşamaya devam eden büyük zatların terceme-i halleri idi. Bazen ihtiyar bir Türk âlim gelir ve dinî risalelere dalar, bazen de genç araştırmacılar gelir.
Schimmel zaman zaman Ayasofya’nın bir havadar mevkine oturup, dünyanın gürültüsünden kaçıp sığınak bulmak için bu gümüş yapıya ayak basan ve onda kaybolanlan izlemektedir. O Hazret-i Peygamber’in “Namaz miraçtır!” hadisini düşünür.
O sonbahar mevsiminde, ilkbaharda tanıştığı şair dostlarını giderek daha az görmeye başlamıştır. Ankara’daki dostları sayesinde Sâmiha Ayverdi’nin muhitine girebilmiştir. Sâmiha Ayverdi, Kenan Rifai’nin manevi geleneğini yaşatan bir mutasavvıftır ve etrafında okumuş gençlerden bir hale teşekkül etmiş bulunmaktadır. Üç hanım arkadaşı ile birlikte mürşidinin hayatı ve eserlerini anlatmaktadır. Bunlar; Nezihe Araz, Safiye Erol (Münih’te Fritz Hommel Hoca nezaretinde Sâmi Dilleri alanında doktora yapmıştı) ve Lübnanlı bir Hristiyan olan Sofi Huridir. Schimmel bu çabayı, Osmanlı İmparatorluğu’nun şekillenmesine katkı sağlayan dinî geleneğin, tekrar ihya edilmesi istikametindeki ilk teşebbüslerden biri olarak görmektedir. Laikliğin katıksız tatbik edildiği zamanlarda, vakt-i zamanı geldiği ve zaruret kesb ettiğ düşünüldüğü için bu yola teşebbüs edilmiştir. Sâmiha’nın ağabeyi, mimar Ekrem Hakkı Ayverdi, Fatih dönemi mimarisi hakkında bir eser kaleme almış ve bunun yanı sıra birçok araştırmaya da imza atmıştır. Schimmel, kendisine “Abla” diye de hitap edebildiği Sâmiha Ayverdi’nin Fatih’teki evinin, tam manasıyla bir müze olduğunu belirtir. Çok büyük hattatların sayısız eseri duvarları süslemektedir.
Schimmel dâhil olduğu bu çevrede, bilhassa hat sanatı ile alakalı olanlar başta olmak üzere Osmanlı çağı hâzinelerine vâkıf olduğunu söyler. Mesela; zarif biçimli, kabzalan en kıymetli malzemelerden malul minnacık kalemtıraşlar yahut kalemleri yontmak veya yatay kesmek için kullanılan, fildişinden veya sert alabalık derisinden yapılmış küçük maktalar gibi aletleri burada görmüştür. Bir de kalemdanlar vardır, yani metalden yahut mukavvadan yapılıp üzerleri incelikle hakkedilmiş, rengârenk boyanmış; kamış kalemleri ve diğer hat malzemelerinin muhafazası için düşünülmüş kalemkutuları. Bunların üzerlerinde genellikle Farsça veya Türkçe şiir mısraları işlenmiş olurmuş, bazen de sedef kakmalı ve fildişinden rumi desenlerle çepeçevre müzeyyen olurlarmış.
Hat ve minyatürün de en önde gelen mütehassıslarından biri olan Süheyl Ünver ve kitaplarında ve makalelerinde büyük gelenekleri tekrar ihya eden Nihat Sami Banarlı da yeni tanıştıkları arasındadır.
Schimmel, Ankara’ya ilk defa 1953 senesinin yaz sonu gelmiştir. Garda kendisini mektup arkadaşları karşılamıştır. Türkiye’ye ilk seyahatinin akabinde bir gün kapıya postayla, içinde Sohbet adlı dergilerin bulunduğu bir paket gelmişti. Sohbet, mürşid ile mürid arasındaki eğitici mükâlemeye verilen bir tabir olarak öne çıkar. Yayması İsmail Hüsrev Tekin ile aralarında zaman içinde yoğun bir mektup teatisi hâsıl oluyordu. Hiç de sufi meşrep bir intiba uyandırmayan pek neşeli kız kardeşi Mehpare ile İsmail Hüsrev Bey, oruç ile geçirdikleri bir günün sonunda Schimmel’i beklemekteydiler. Daha sonraları öğrenecekti ki Hüsrev Beyo zamanlar Devlet Demir Yolları’nda idareci olarak görevlendirilmiş, daha sonra Yapı Kredi Bankası’nda müdürlük ve nihayet de İstanbul Ticaret Odası Genel Kâtipliği vazifesini üstlenmişti. Bununla birlikte memleketin en önde gelen iktisat siyasetçilerinden olduğu, I Dünya Harbi akabinde altı Türk öğrenci ile birlikte Moskova’da iktisat okuduğunu ve bir arkadaşı ile birlikte Ankara’da kadro grubunu kurduğunu da bilahare öğrenmişti. Kadro grubu radikal iktisadi teorileri ve araştırmaları ile 1920’li yılların sonunda önemli bir rol oynamıştı; Hüsrev Bey’in kaleminden de iktisat teorisine dair birçok eser ve makale çıkmıştı. Lâkin Schimmel onu, anne babasının dinî geleneklerini tekrar keşfeden ve bunları tatbike teşebbüs eden, sadece kendisi ile meşgul bir mutasavvıf olarak tanımıştı.
Ne kadar çok yeni dost edinmişti! Adnan Saygun onu ziyaret ettiğinde, kendisinin bestelediği Yunus Emre Oratoryosu’nu ilk defa dinlemişti, sürükleyiciydi. Dervişlerin klasik nağmeleri ile modem ses dünyasını kaynaştırmıştı, benim için yepyeni bir deneyimdi. Şevket Süreyya Aydemir de gelirdi eve. Suyu Arayan Adam adlı eseri Moskova’daki öğrencilik yıllarını ve yurduna dönüşünü etkili biçimde anlatan bir eserdi. Suut Kemal Yetkin de misafir olarak gelirdi. 1951 senesinde Demokratların seçim zaferi akabinde Ankara’da kurulan İlahiyat Fakültesi’nden onun sayesinde haberdar olmuştu. Suut Kemal Yetkin bu fakültede Türk-İslam sanatları tarihi okutuyordu.
Schimmel, Ankara’daki ilk zamanlarını çok çabuk geçirir. Bu arada hem ilk Türkçe takririni sunduğu, hem de İslam’a müzahir addedildiği ve üstelik kısa süre önce de Marburg’da Dinler Tarihi alanında ikinci doktorasını aldığı için İlahiyat Fakültesi nezdinde, henüz doldurulamamış Dinler Tarihi kürsüsü için ideal bir namzet olduğu fikri hâsıl olmuştu. Gayrımüslim bir hanım oluşu bu değerlendirme esnasında hiçbir rol oynamadı. Evanjelik Teoloji Fakültesi, Müslüman bir kadın hocaya görev tevdi eder miydi hiç? Müteakip aylarda bu husustaki plan şekillendi ve 1 Kasım 1954 senesinde fakültede işbaşı yapma teklifi nihayet kendisine getirildiğinde o da memnuniyet ve sevinçle kabul etmişti. O, çok sevdiğim Türkiye’de yaşamak ve aynı zamanda İslam! tatbikat hakkında bilgi edinmek için ideal bir fırsat elde ettiğimi düşünüyordu.
İlahiyat Fakültesi, İslamî geleneğe azami hürmetleri baki kalmak kaydıyla, modem ve batılı bilimler hakkında malumat sahibi olan Türk ilahiyatçılar yetiştirme istikametinde bir teşebbüstü. Aynı zamanda nitelikli imam, vaiz ve yıllarca süren din karşıtlığı sonrasında birkaç okulda dahi olsa, yavaş yavaş tekrar müfredata konulan din dersleri için hoca yetiştirme amacı güdülmekteydi. Biraz Avrupa felsefesi hakkında malumat sahibi olan, din sosyolojisi ve bilhassa karşılaştırmalı dinler tarihi bilen; bununla birlikte Kur’ana ve Peygamberin hadislerine, İslam hukukunun esaslanna vâkıf ve Arapçaya kuvvetle hâkim insanların yetiştirilmesi hedeflenmekteydi. Hülasa fevkalade ilgi çekici bir projeydi. Öğrencileri arasında fevkalade çalışkan birçok genç kızlar da vardı.
Dinler tarihi dersi esnasında Schimmel’in en çok ilgisini çeken husus, daha ziyade köy ve kasabalardan, yani geleneğin öne çıktığı muhitlerden gelen öğrencilerin dersteki tavırları olmuştu. Çok kollu Tanrıları bulunan Hint dinlerine karşı fevkalade menfi duruşları, tam da Hint alt kıtasındaki Müslümanların tavrına tekâbül ediyordu. Belki bazıları, Upanişadlar’ın yüksek mistik hikmetleri ile İslam tasavvufunun paralelliğini görse de, genel olarak cangıl benzeri Hinduizm’e karşı anlayışlı olmaktan çok uzaktılar. Hele kast sistemini, İslam’ın Kur’an’da vazedilen ve kökleşmiş eşitlik umdesiyle pek sert bir çelişki olarak addediyorlardı. Schimmel, iş Hristiyanlığa gelince, amacının; Doğu ve Batı kiliselerinin Hristiyanî tasavvurlarını, hem de Protestan grup ve mezheplerin öğretilerini mümkün mertebe en berrak ve sade şekilde anlatmaya çalışmak olduğunu belirtir.
O zamanlarda yaklaşık dört yüz öğrenciye sahip olan fakülte daha sonraları büyüdü ve ülkenin her yerinde yeni İlahiyat Yüksekokulları açıldı. Schimmelin ağzıyla “Benim çocuklarım,” diyebileceği bir dizi öğrencisi, bir zamanlar buralarda hocalık yaptı. Ve inanılır gibi değil, emekli bile oldular. Hatta torun öğrencileri dahi dinler tarihinin bazı dallarını, Ankara’da, İzmir’de, Urfa’da ve Kuzey Ren Westfalya’nın Marl şehrinde temsil etmektedirler.
O dönemlerde Shimmel’in evinin avlusunda birkaç kedi yaşamaktadır; kar beyazı İpek ve bir de lekeli, çirkin bir kedi daha vardır. Komşuları olan meşhur yazar Halide Nusrat Zorlutuna, mahallede ona “Gestapo” dediklerini anlatırmış. Fakültede de gerçek bir Van kedisi varmış; bir gözü yeşil, bir gözü de mavi olan bu kedi, pek bir nazik ve çekingenmiş, Bir keresinde Schimmellere biraz domuz eti getirilmiş; ama onlar bu ete pek güvenmemişler ve eti avluya atmışlar. Kedi şaşırmış ve bu bilinmeyen eti hayretler içinde bir iki kokladıktan sonra kuyruğunu dikip salına salına başını yukarı kaldrıp yoldan karşıya geçmiş. Schimel bu durumu “Belli ki iyi bir Türk kedisi olarak, Müslümanlara haram olan domuz etini yiyip yiyemeyeceğine dair bir bilirkişi raporu aramaya çıkmıştı. Anlaşılan o ki bilirkişi raporu menfi bir netice hâsıl etmişti.” Şeklinde yorumlamaktadır.
Schimmel, Türkiye’de kedi öldürmenin büyük bir günah addedildiğini belirtmektedir. Halk arasında Kim ki bir kedi öldürürse, kefaret için bir cami yaptırsa bile günahım telafi edemez,” denildiğini söyler.
Alman dostlarından ziyade Türk dostlarıyla beraber olduğunu ifade eden Schimmel, en sıkıcı Türk davetinin bile, en azından birkaç Türkçe deyim, anane ve adetler hakkında yeni malumat, nezaket ifade eden, muaşerete dair ve de sohbete elverişli merasim tabirlerini öğrenebilmek gibi bir faydası olduğunu belirtmektedir. Hani insanların, her seferinde farklı bir ifadeyle birbirine hal hatır sorduklan şu uzun diyalogları veya ikram edilen bir yemeğe karşılık el işi takdir edilecekse hayranlık ifade eden “elinize sağlık” nidaları veyahut misafire teşekkür babında “ayaklarınıza sağlık” temennileri bu nevi deyimlerden idi. İyi niyet temennilerinin muhtelif perdeden tezahürlerini öğrenmek de mümkündü: Biri yeni bir şey giydiğinde, “güle güle giyin” hatta kışlık kömür için, “güle güle yakın” dilekleri, övgünün çok sayıdaki şekilleri gibi, tevazuen iade edildiği formlar da mevcuttu.
Bu yıllarda selamlaşmanın muhtelif şekillerini de öğrenmişti; mesela yaşlıların elleri öpülür sonra alna götürülürdü. Bir de dervişlerin, birbirinin elini karşılıklı olarak öpmesi vardı. Mevlevi niyazlaşması olarak bilinir, iki derviş aynı anda birbirinin ellini öperdi. Eğer pek gayretkeş Avrupalı bir mühtedi hanım, kendi ana babası da dâhil olmak üzere bütün Hristiyanlarn cehennemlik olduğunu söyleyecek olursa, muhakkak ki hazirun arasında sessizce şu kaydı düşecek biri bulunurdu: “Yeni Müslümanın ezanı minareyi yıkar.” Zira mühtedi, hep yüksek perdeden bağırırdı.
O yıllarda pek çok hanım ile yolları kesişmişti! Mesela şu ihtiyar komşusu, 1911 Balkan Harbi esnasında muhacir olarak Makedonya’dan Türkiye’ye gelmişti; ama hâlâ bir acayip Türkçe konuşur, ya ağrılarından şikâyet eder ya da genç komşusuna nasihat ederdi. On dört çocuk dünyaya getirmişti, on biri de daha küçükken ölmüştü. Bir oğlu Doğu Anadolu’da bir yerlerde medfundu. Kızı da üçüncü çocuğunun doğumundan hemen sonra, daha yirmi yaşındayken veremden ölmüştü. En küçük oğlan ise hep seyahatteydi. İhtiyar teyze, nöbet geçirir ve aklı gider gelirdi; günde beş altı kere yanıma uğrar, bana namazı kılıp kılmadığını sorar ve tesbih çekerek teselli bulurdu.
“Sen iyisin,” derdi hep. “Senin bir mesleğin var, altın bileziklerin yar. Benim böyle şeylerim olsaydı kocamın yanında mı kalırdım?”
Önceleri, anne babasının erken vefatı sebebiyle yanında kaldığı abileri dövermiş, on dört yaşında evlendirilmiş ve yine dayak yemiş. “Allah’a şükür şimdi rahatım. Sen cennetliksin, cennetlik!” diye kendi kendine mesud ve bahtiyar bir ses tonuyla mırıldanır, Schimmel’in kendisine getirmekten haz aldığı şekerli çayını höpürdetir ve bir parça şekerleme ile çiğnerdi.
Bazen de Schimmel’in -Türk batıl inançları gereği-, misafirler eve ayak bastıklarında ayakkabılarına tuz serpmek gelirmiş içinden, zira o zaman misafir tez gidermiş. Veyahut da bazısının arkasından evi süpürürmüş ki bir daha hiç gelmesinler diye. Bazen de el altında biraz sedefotu çekirdeği bulundurmak pek akıllıca görünürmüş; nazara karşı.
Kimileri de eski aile tasavvuruna sıkı sıkı bağlıydılar; ama sadece dış kabuk muhafaza edilmişti. Mesela biraz yaşını almış bir kız, akrabalarının çocuklarına bakmak yerine bir büroda çalışmayı arzulayacak olsa hemen, “Kızın iki abisi var, ayıp olur dışarıda çalışması,” diye hüküm tesis ederlerdi. Türk el sanatlarını takdir etmekten de çok uzaktılar.
Schimmel sade köy kadınlarını çok sevmektedir. Okuma yazma bilmedikleri halde, bitmez tükenmez bir atasözü, bilmece, şiir ve kadim hikmetli sözlerden mürekkep hikâyeler hâzinesine sahiptiler. Onların hükmü genellikle o yan aydın şehirli hanımlarınınkinden çok daha isabetliydi. Kendilerinden önce Anadolu’nun meşakkatli hayatında, kaderin hiç bitmeyen o darbelerine yıllarca manız kalmış hemcinsleri gibi onlar da yılmadan yaşamaya devam etmeye çalışıyorlardı. İş güç ne kadar bellerini bükerse büksün. Onlardan biri, Schimmel’e İbrahim Hakkı Erzurumlu’nun şu mısraını öğretmişti:
“Görelim Mevlam ne eyler,
Ne eylerse güzel eyler.”
Bazen de mevlüt merasimine gitmiştir.
“Geldi bir ak kuş kanadıyla revân,
Arkamı sıvadı kuvvetle hemân.”
Schimmel bu satır okunduğu esnada dinleyenler birbirlerinin sırtlannı sıvazlamasına şaşırmaktadır, sanki o anlatılan mucize o an tekerrür edecek gibidir. Ve devam eder:
“Doğdu o saatte, o sultan-ı din
Nura gark oldu, semavat ü zemin.
Mahlûkatın hepsi sevindi o an,
Dirilip âlem yeniden buldu can.
Kâinattaki her şey edip seda,
Çağrışarak dediler ki, merhaba!”
İşte burada, defalarca tekrarlanan “Merhabalar” başlar. Cümle yaratılmışın, “Bülbül-i bağ-ı Cemâl”e, Kur’an’ın ifade ettiği şekilde, “Varlığı cümle âlemlere rahmet olarak gönderilen”e selam ettiği o “Merhaba” bahri gelir. Her şeyin sonunda şerbet ikram edilir ve misafirlere mahirane çevrilmiş külahlarda ve paketçiklerde şekerlemeler hediye edilirdi.
Bir keresinde Schimmel de evde Mevlid okutmuştur. Şirazlı mutasavvıf İbn-i Hafif hakkındaki kitabı Fakülte’nin yayınlan arasında basılmıştı, o da bunu kutlamak istedim. Kur’an tilaveti için üniversitedeki kıraat hocamız Hafız Sabri Özlü geldi ve yanında da genç, âmâ bir hafız getirdi. Bu çocuğun sesi muazzamdı. İfade gücüne ve dolu dolu her şeyi ihata eden tavrına hayran kalmışlardı. Bu gencin adı Kâni Karaca idi ve sonraki yıllarda dini müziğin bilhassa da Mevlevi Ayinleri’nin en meşhur naathanı olacaktı. Dini ve kutsal metinleri kendi usulünce teganni eden ve dinleyiciyi büyüleyen bu iki büyük sanatçının karşılıklı icrası unutulacak gibi değildi.
Diğer yandan Anıtkabir’de, Atatürk’ün şehri en merkezi tepesinden izleyen o devasa mozelesinde, apaçık tebarüz eden Atatürk Ankara’sı vardı. Schimmel de Anıtkabir’i ziyaret etmeyi severdi; koca bir sahaya yerleştirilen had safhada yalın olan anayapıdır Anıtkabir. Hitit örneklerinden ilham alınarak tasarlanmış aslan heykelleri, koyu renk mozaiklerle tezyin edilmiş zarif iç cephesi ve elbette çevreye hâkim manzarası ile bu mozole hâlâ büyümekte olan şehirde insanı her daim kendisine çeken bir nokta mahiyetinde idi. Mozolenin kanatlannda, daha sonra Atatürk’ün eşyalarının sergilendiği bir müze de tesis edilmişti.
Bu yıllarda Schimmel, avukat ve hukukçu hanımlar ile de tanışmıştı. Kadın subaylar, evet hatta hava kuvvetlerinde çalışan kadın subaylarla da görüşme fırsatı bulmuştu. Başörtüsü takılmazdı, sadece kurallar gereği istisnai olarak, namazda veya Kur’an okunurken başörtüsü takılırdı. Zira insanlar, İslam’ın modem hayat ile tamamıyla telif edilebildiğine kaniydi ve kılık kıyafet aracılığıyla kendilerini ayrıştırmaya ihtiyaç duymuyorlardı.
Fakülte hizmetlisinin karısı Fatma, her detlerine koşmaktadır; iktisadi meselelerin içinden çıkmalarına yardımcı oluyordu. Kar kış, yağmur çamur, oruçlu oruçsuz demeden, Kale Tepesi’nden bir saatlik yolu yürüyerek, işe yaramaz olsalar da bazı ev eşyalarından müteşekkil ağır bir yükü çoğu zaman sırtında taşıyarak Schimmel’i ziyarete gelirdi. Kendisi bir şeyi çok istediği zaman ona şöyle bir içten bakar ve mutad nakaratını söylerdi, “Ablacıgıııım ben bir rüya gördüüüüm…” ve Schimmel de mecburen bunun üzerine, “Hayırdır inşallah” dedikten sonra baklayı ağzından çıkarırdı: “Ablacığım, rüyamda gördüm ki sen bana bir elbise hediye etmişsin.” İnsan buna nasıl dayanırdı ki? Zira rüya haktır ve İslâmî kabule göre Peygamberliğin kırk altı cüzünden bir cüzdür. Fatma da işte bunu biliyordu.
Müteakip senelerde, onun yolunu tayin edecek ve hatta şekillendirecek olan bir münasebet hâsıl olmuştu. Uzun zamandır Muhammed İkbal’in Farsça kaleme aldığı büyük destanı Câvîdnâme’nin Almanca manzum bir tercümesini yayınlıyordu. Câvîdnâme’de İkbal, Mevlânâ refakatindeki kendi miracını terennüm ediyordu. Eser bu haliyle, İkbal’in öne sürdüğü dinamik din felsefesinin kavranabilmesi için anahtar niteliğini taşıyordu. Schimmel yayını sağladığı için Bu projenin asıl sahibinin, sabık Kültür Bakanlarından Haşan Âli Yücel olduğunu söyler hep. Schimmel, Haşan Ali’nin evinde Mahmud Makal’a rastlar. Makal, bir Köy Enstitüsü’nde öğretmen olup, Birim Köy adlı küçük bir kitap da telif etmiştir. Dış dünyaya kapalı bir Anadolu köyündeki sefaleti, geri kalmışlığı ve dertleri; kısa, öz vt berrak bir üslupla, böyle olduğu için de etkileyici bir tarzda tasvir eden bu kitapçıktan Schimmel çok etkilenmiştir. Kitabın ve müellifinin, bazı çevrelerin düşmanlığına maruz kalmış olması pek tabii idi. Zira o kadar gayret ve meşakkatle modem olmaya çalışan bir ülkede bu neviden bir sefaletin mevcudiyeti ihtimal dışı olmalıydı.
(III.Bölüm yakında)