Osman B.Karabacak
Annesi için üzülüyordu. Cennete gidemeyecekti. Bağdat sokaklarında hamallık yaparken tanıştığı ağabeylerini duyduğunda irkilen, onlarla görüşmemesini söyleyen annesini dinlememişti.
İsmailî onlar diyorlardı. Bilmeden konuşuyorlar, diye düşünüyordu. Oysa ağabeyler ona Seyduna’yı anlamışlardı, onun hizmetine girenlerin cenneti gördüğünü… Sanki Selçuk hanı anlar, ya da Farslar Seyduna’nın kutlu davasını, diyordu ağabeyler gizli evlerdeki gizli toplantılarda. Ağabeyler onu çok sevmişlerdi, tam da hizmet gönüllüsü olacak yiğit diyorlardı onun için.. O da çok istiyordu, cennete gitmek istiyordu, kokuşmuş dünyayı düzlüğe çıkarmanın mükafatı olarak.
***
Bir sabah Seyfettin ağabeyini onu beklerken gördü. Müjde, dedi, kabul edildin kutlular arasına. Anasına haber vermedi. Bırakıp gitti anacığını, yasaktı söylemek. Nereye gittiğini kimse bilmemeliydi.
Alamut kalesine ulaştığında şifreyi söyleyince içeri kabul edildi.
-Seyfettin ağabey gönderdi, dedi, belden yukarısı çıplak, kulağında halka, başında daha önce hiç görmediği türde parlak bir sarık olan, uzun boylu, insan azmanına.
-Bağdat’tan?
-Evet.
Kocaman bir odaya alındı, kendi gibi gençler vardı. Hemen onlardan biri geldi, başıyla kendisini takip etmesini işaret etti. O da konuşmadan takip etti, kimse konuşuyordu zaten. Karanlık bir koridordan geçirip yatacağı yeri, giyeceği kıyafeti gösterdi.
***
Düzenli bir eğitim dönemi başlamıştı. Sabah akşam duaları da vardı. Bir de döğüş eğitimi…
– Gerekirse savaşacağız tabii!
Ağabeylerin yerini ağalar almıştı. Yetişenler ve yetişemeyenler aralarından ayrılıyor, hep yenileri geliyordu. Gidecekleri yerlere göre özel eğitim alıyorlardı, kimi Türkçe kimi Farsça öğreniyor, onların adetlerine göre yetişiyor, onlar gibi giyiniyorlardı. Kuşaklarının arasına gizlenen ince uçlu hançerler sanki diplomalarıydı.
***
Nerede olduğunu anlamamıştı. Cennet! Binbir renkli çiçekler, daha önce hiç görmediği türde ağaçlar, billur akan derecikler, bir de huriler! Üzerlerinde vücutlarını gösterecek incelikte beyaz kıyafetlerle güzeller, binbir türlü yemişleri, meyveleri yediriyorlar, daha önce hayalini dahi kuramayacağı danslarla aklını başından alıyorlar, daha önce tadmadığı şurupları altın kadehlerde içiriyorlardı.
Uyandığında geri döndüğünü anladı. Seyduna’nın mucizesiydi, O’na bağlı olanlar içindi cennet…
O günlerde üç-dört defa daha cennete gitti!
***
– Kalk!
– Neden bu saatte?
– Hazırlan, huzura çıkacaksın.
İlk defa görecekti, ona cennetin kapılarını açan kutlu insana vasıl olacaktı.
Odaya iki tıknaz, çelimsiz genç girdi. Yeni kıyafetler getirmişlerdi. Onu giyindirdiler, cennette duyduğu kokulara benzeyen esansları sürdüler, gözüne sürme çektiler, başına keçeden bir külah geçirip kırmızı, yeşil kurdelelerle süslediler. Ona saygı gösteriyor, aralarında, ne mutlu cennet yolcusu diye fısıldaşıyorlardı.
Hazırlanması bittiğinde dışarı çıktılar, kapının yanında onu bekleyen ağanın arkasında taş merdivenleri çıktılar, en üst kata kadar. Orada ağa geri çekildi. Girmesi gerektiğini anlamıştı. Haşmetli bir salona girmişti. Orada bir başka ağa onu tahtın sağ yanındaki köşeye götürdü, eliyle beklemesini işaret etti. Koskoca salonda küçük bir motif gibi yerleştirilmişti, ihtişamın arasında kayboluyordu.
Çok geçmeden, vezir misali ağalar gelip tahtın iki yanına dizildiler. Molla ağalar bunlar olmalı, diye düşündü. Biraz sonra da siyah kaptanı ile Pers kralının elçisi içeri girdi, tahtın tam karşısında durdu. Arkasında iki hizmetkârı ellerinde hediyelerle bekliyordu.
Artık Seyduna’yı görme vakti gelmişti. Onu anlatılanlardan tanıyordu ama ilk defa görecekti.
Hasan Sabah gelip tahtına oturduğunda, onun kalbi duracak gibi oldu. Kimse olmasa koşar, mübarek ellerinden öper ona ne kadar müteşekkir olduğunu söylerdi..
İçeriye bir hizmetçi altın bir testi getirdi. Başını kaldırmadan Seyduna’ya verdi. O da alıp bir yudum içti. Sonra sağ yanındaki ağaya uzattı. Bir yudum içen yanındakine veriyordu, bir ayin halini almıştı, içenin gözleri mutluluktan parlıyordu. Sağdakiler içince hizmetçi alıp sol taraftaki ağalara götürdü testiyi. Onlar da teker teker ağızlarına götürdüler, paylarını aldılar. Hizmetçi son ağa da içince testiyi aldı.
O da ne? Gözlerine inanamıyordu, testiyi ona getirmişlerdi, Seyduna’nın bu aciz hizmet erine.. Hizmetçi kısık sesle, hepsini iç, dedi. Zaten az kalmış buz gibi soğuk suyu içti, bitirdi.
Pers kralının elçisi de olanları hayretle izliyordu. Tam konuşmaya başlayacaktı ki, Hasan Sabbah elini kaldırdı, onu gösterdi, köşede mutluluktan kendinden geçmiş genci.
Pencereyi gösterdi ve, at kendini aşağı, dedi.
***
Artık cennete gidiyorum, düşüncesi ile hiç beklemeden kendini taş pencereden aşağıya doğru bıraktı. Yere çarpmadan önce son gördüğü, defalarca gittiği ya da götürüldüğü bahçe idi, cennet sandığı… Hizmetçiler o gün gelecek gençler için hazır yapıyorlardı. Düşen genci tanıdılar, biraz sonra yerdeki kanları temizlediler..
***
– Oğlum İsmail, kalk artık geç kalacaksın.
– Anne?
– Hadi oğlum, kaç senedir Hava Harp Okulu sınavına hazırlanıyorsun, bugün sınav günü, unuttun mu?
– Sınava girmeyeceğim anne, ağabeylere de gitmeyeceğim artık.
– Oğlum rüya mı kâbus mu gördün, ne oldu?
– Gerçeği gördüm anne, gerçeği..