Ali BADEMCİ
ATSIZ BEY’İ DÜŞÜNÜRKEN
Atsız Bey 12 Ocak 1905 İstanbul doğumludur. Devletimizin öyle gaileli bir zamanında doğmuştur ki, çağdaşları gibi o da bir “göç-tehcir” âilesine mensuptur! Anadoluludur; fakat hangi sebeplerle olursa olsun âile dağılmış ve uzun savaş yıllarında akrabaların birbirleri ile ilgisi kalmamıştır! Hakikaten Osmanlı devlet sisteminde Türk, yani Anadolu yoktur; artık bu gerçeği kabul etmeliyiz!
Ailenin bilinen ilk mekânı Gümüşhane’nin Edire veya Dörtkonak köyüdür! Aynı ilin Torul ilçesi Midi köyüne 1800’lü yılların sonuna doğru göçmüşlerdir! Büyük Rumeli, Bulgaristan ve Kafkas göçleri 15 yıl gibi uzun bir zaman sürmüştür! Bu göç değil, aslında tehcirdir; hem de tehcirin dikâlası! O zaman elbette Anadolu’da sıkışmalar oldu. İşte bugün hâlâ ucunu yakalayamadığımız âile dağılmaları ve akrabalık bağlarının kopmasını izah edemiyor; o sebeble ya birileri yahut da kendimiz köklerimizi Türklüğün dışında arıyoruz! Pratik düşünürsek esasında Türk olmayan veya bu çember içinde bulunmayan insanların Anadolu’da ne işi var?
XIX. asır başlarında yaşadığı sanılan, Atsız Bey’in’ın bilinen ilk ecdâdı, yani büyük dedesi Ahmed Ağa’nın İsmail, Süleyman, Hüseyin, Şakir adlı dört oğlundan ilki Atsız’ın dedesidir. Şakir’in akibeti bilinmemektedir! Baba İsmail Ağa çocukları Yozgat-Akdağmadeni-Tekegüney Köyü’ne, amca Süleyman Ağa evlâtları ise aynı il ve ilçenin Dayılı köyüne yerleşmişlerdir.
Hüseyin Ağa İstanbul’a gelmiş ve Bahriyeli olarak devlet kaydına girmiştir. Doğum ve ölüm tarihlerini biliyoruz: 1832-1894. Devlet kaydına göre Bahriyeli Hüseyin Ağa kolağalığına kadar terfi etmiş; İstanbul’lu Emine Hayriye hanımla bir izdivaç yapmış ve bu evlilikten Nevber Hanım ve Mehmet Nail Bey (1877-1944) adlı iki çocuğu olmuştur. Mehmet Nail Bey de baba yolundan giderek Bahriyeli olmuş, yani donanma subaylığını seçmiş binbaşılığa kadar yükselmiş, 1903 yılında Trabzonlı Kadıoğulları âilesinden donanma kaymakam Osman Fevzi ve Tevfika Hanım’dan doğma Fatma Zehra Hanım’le (1884-1930) evlenmiş ve bu evlilikten üç çocuğu olmuştur: Hüseyin Nihal Atsız(1905-1975), Necdet Sançar (1910-1975) Fatma Nezihe(1912-). Baba Mehmet Nail eşinin genç yaşta ölmesi üzerine yine Fatma Zehra adlı ikinci bir hanımla evlilik yapmış ve geçimsizlik yüzünden uzun sürmeyen bu izdivaçtan çocuk olmamış, Nail Bey 1944 yılında vefat etmiştir. Âile gerek Yozgat gerek Gümüşhane ve gerekse İstanbul’da Çiftçioğulları nâmıyla bilinmektedir!
Atsız Beğ ile ilgili bir hayli çalışma var; bunların çoğu hâtıra eserleridir ve imzalar, yakınında bulunmuş gençlere aittir! Ayrıca akademisyen ve diplomat kimliği ile tanıdığımız ve Korutürk kontenjanından Senatör (1976), Sadri Maksudi Arsal Bey’in kızı Adile Ayda’nın(1912-1992) “Atsız’dan Adile Ayda’ya Mektuplar” (Ankara 1988) adlı eseri pek kıymetlidir. Hâtırâ türü ciddî kaynaklardan ilk akla gelen Altan Deliorman, O.F.Sertkaya, A.Bican Ercilasun, Mustafa Kafalı, Sakin Öner gibi arkadaş veya hocalarımızı zikredebiliriz! Ayrıca akademik veya akademik olmayan dünya kadar makale bulunmaktadır! Bu ilginin sebebini merak etmeye gerek yoktur: Elbette o bir ideologtur.
Atsız Bey’in belki de bir dönemin mecburiyeti olarak çok gâileli bir hayatı vardır! Cumhuriyet İnkılâbı ile birlikte devletin yenilenmesi, sistem ve yaşama şekillerinin değişmesi, tercihini yapmış anasıra karşılık mütereddit Türk insanının kendini araması, özellikle Rus İslâm dünyasından gelen aydınların geçen asır sonundan itibaren açtığı çığır, savaşa savaşa nesli unutarak bitkin hâle gelmiş ve yüce dağlara çekilmiş zavallı Anadolu! Topal Anadolu, ber-hava olan Osmanlı’nın iki ayağı Avrupa! Tehcir Anadolu’yu kaplamış, kaynaşma zorlukları var: Muhacirler! Ermeni ve Rum bürokrasi ile birlikte ahali de gitmiş! Çoğu ne olduğunu bilmeyen Anadolu insanı! Ve Selânik devlet koltuğuna oturmuş önce İzmir sonra da İstanbul! Evet tekrar edelim:Zavallı Anadolu!
Devletin ve milletin bunalımı, o dokuz yılık kavga günleri ( halk dilinde “dokuz kur’a” ard arda dokuz seferberlik de denebilir), “ateşle imtihan zamanı”; çocukluk yıllarından itibaren Atsız Bey’i de kavgacı yapmıştır! Ne yazık ki genetiğe dönüşmüş bu hal aramızdan ayrılana kadar da devam etmiştir: kavga, kavga, kavga! İlköğrenimi Kadıköy Fransız ve Alman Okulu (1911) ile Cezayirli Gazi Hasan Paşa Mektebi ve Haydarpaşa Özel Osmanlı İttihat Mektebi; orta öğrenimini ise İstanbul Sultanisi’nde tamamlamıştır. Yüksek öğrenim için imtihanı kazanarak 1922’de Askeri Tıbbıye’ye kaydolan Atsız Bey’in asabiyet derecesindeki milliyetçi duyguları onun disiplin cezası alması ile sonuçlanmış ve 4 Mart 1925 günü okuldan çıkarılmıştır. Milli Mücadele ve sonrası, Cumhuriyetin yoğun Türkçülük duyguları ile Atsız Bey’in barışık olmamasının ancak tali sebebleri açıklanmıştır! Ne yazık ki onda “Kemalist” düşüncelere belirgin eğilim yoktur: Neden? Akla geliyor, caba İttihatçı mıydı, asla! Böyle yazıları da yok! Veya, göstermelik muhalefet partilere mi meyyaldi; bu da yok, çünkü Atsız Bey’in hayatında particilik yoktur! Ana konumuz olmamakla birlikte anlamaya çalışacağız!
Bu devrede Atsız’ın yardımcı öğretmenlik, gemi kâtipliği gibi geçici işlerle âileye katkı yaptığını biliyoruz! Türk tarih ve edebiyatına ilgisi artmış, o sebeble 1926’da İstanbul Edebiyat Fakültesi’ne kaydolmuş, fakat zamanı gelen askerlik görevini tamamlayarak, ertesi yıl yeniden okuluna dönmüştür! Bu arada aynı zamanda devam ettiği Yüksek Öğretmen Okulu’nu bitirerek 1930 yılında öğretmen olmuştur! Burada hocası Fuat Köprülü’dür! Köprülünün asistanı olarak Türkiyat Enstitüsüne girdiği zaman (1931) Zeki Velidi Togan’ı tanımış ve ömrünün sonuna kadar da ondan ayrılmamıştır! Atsız Bey’in Türklük görüşlerinde bu iki hocanın çok büyük tesirleri olmuştur; özellikle Togan’ın “kavgacı” özelliği tam olarak Atsız’da kendini bulmuştur! Sonradan iyice anlaşılmıştır ki Atsız Bey ile hocalarının dini görüşlerinde herhangi bir örtüşme söz konusu değildir; fakat siyasi iktidara, tek partili hayata bakışları aynıdır: muhalefet.
Atsız Bey’in hayatı boyunca devam edecek olan “dergicilik” işte bu asistanlık yıllarında başlamış ve tarih- edebiyat araştırmalarına kapı açmıştır! Gerçekten her devirde inatla sürdürdüğü dergicilik onun hayat şekli olmuştur! 1. Türk Tarih Kongresi’nde devlet ve devlet tezlerine karşı hocası Köprülü sessiz durmayı tercih ederken o Zeki Velidi Togan’ın olaylı tebliği ve açıklamalarının en büyük taraftarı olmuş, zamanın Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Başkanı ve sonra da Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip ile karşı karşıya gelmiştir! Elbette durum Cumhuriyetin Mustafa Kemal dönemine bir karşı duruştu, ki bu huyunu o hiç değiştirmedi ve daima iktidarlara şiddetle karşı olarak şahsî mağduriyetine de sebeb oldu. Duruşlarda çok yanlışlık olmasa da o çektiği çileleri herkesin kaldırması bugün daha iyi anlaşılmıştır! İşte bu davranışlar yüzünden 13 Mart 1933’de üniversitedeki görevin son verildi! Bu kadar çetin muhalefet doğru muydu?
Atsız için artık mecmuacılık yanında öğretmenlik de başlıyordu ama o Atsız Mecmua’yı bir daha açılmamak üzere 1933’de kapattı. “Yolların Sonu” adlı o harikulade şiir bu dönemin mahsulüdür! Malatya’da başlayan edebiyat öğretmenliği Edirne’de devam etti, ama o depreşen dergicilik damarı ile çıkardığı Orhun Mecmuası’nda devletin lise müfredatını yerden yere vurdu, bu sebeble dergi yayını Bakanlar Kurulu kararı ile durduruldu! 1934 Eylül’ünde Atsız’ı Kasımpaşa Gedikli Hazırlama Türkçe öğretmenliğinde görüyoruz; fakat dört yıl sonra bu görevinden de uzaklaştırıldı! Devlet kapısı kapanınca onu İstanbul Özel Ülkü Lisesi ve Boğaziçi Lisesi’nde yine edebiyat öğretmeni olarak görüyoruz (1939-1944).
Mustafa Kemal’den sonra İsmet Paşa’nın Cumhurbaşkanlığı dönemi Atsız Bey’in tam anlamı ile çileli dönemidir. Devrin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na yazdığı açık mektuplarla MEB.’nda komünist faaliyetleri gayet sert bir dille işaret etmesi bir anda onu, bilhassa aydınlar arasında ülkenin en çok konuşulan insanı hâline getirmiş ve yeni sebeblerle 7 Nisan 1944’de Bakan H. Ali Yücel tarafından hocalığına son verilmiştir. 3 Mayıs 1944 hadiseleri ile geniş çaplı tutuklamaları iyice biliyoruz; çocukluğumuzdan beri her yıl tekrar ede ede ezberlemeyenimiz kalmamıştır! Burada akla bir soru geliyor; sonradan gelenekselleşen antikomünizmin acaba dozu fazla mıydı? Öyle ya ülke ağır dış baskılardan geçiyordu; ülkemiz üzerinde elbette Stalin’in emelleri vardı! Bu doz işini sonraki yılları da düşünerek iyice tartışmak gerekmiyor mu? Çünkü bu tarihten sonra Türkçülük sadece “antikomünizm”e endekslenmiştir; ki ne kadar doğrudur; veya yanlış yapılmamış mı? Ve 1944 yargılamaları!
1944 yargılamalarında çok ilginç şeyler de cereyan etmiştir; mesela Eylül 1944 duruşmasında, ”Turancılar’ın Muhakemeleri Hakkında Örfî İdare Komutanlığı’nın İlk Duruşmalara Ait Raporu” sözkonusudur, aynen alalım: “Menfi ruhlu olan bu maznun, 1905 senesinde İstanbul’da doğmuş. Babası Mehmet Nail, Gümüşhane’nin Midi köyünden İstanbul’a hicret eden Çarkçı Kolağası Hüseyin Efendi’nin oğludur. Hüseyin Efendi de, Midi köyünde yaptırılan tetkikkat neticesinde “Nihal’in üçüncü babası” Çiftçioğlu lakabı ile tanınan, dönme Mervî Ahmed’in oğludur. Esasen kendi tarafına göre, Türk diye “üç batın Türk olduğunu ispat edenlerdir” demesinin sebep ve hikmeti üçüncü batını olan Çiftçioğlu Ahmed’den biraz yukarı çıkınca ırkının karışacağındandı.”
Eğer belge denen böyle bir beyan dosyada yer alıyorsa, adı “Irkçılık” olan bir dâvâda ırkçılığı bizzat mahkeme yapmaktadır! Bunu diline dolayanlar da tenkid ettikleri ırkçılığın dikâlâsını yapıyorlar demektir! Devletimiz ve toplum hayatımız 600 yıllık bir imparatorluk ve 1000 yıllık Asya-Batı serüveninin dönüşümüdür! Dolayısiyle iddia doğru da olsa hiçbir kıymeti yoktur; daha ötede bir kendini bilmez delinin merak ettiği hangi dinden dönme olduğu hususunda kaynaksız “İbranilik” demesinin haysiyetsizlikten başka anlamı yoktur! Atsız Bey’in Türk ırkından başka ırklara hayat hakkı tanımadığı şeklindeki görüşleri elbette bir “asabiyet”tir; fakat bunun tartışmasını en az onun kadar katı görüşleri olanların incelemesi gerekmiyor mu? Reha Oğuz Bey’in yazdıkları tam olarak kavga ürünüdür, hiçbir ilmî kıymeti yoktur da, “Türkçüler” neden bu iddialardan korkmaktadır? Netice olarak “Şecere” geleneği de ilmî değildir; esas “şecere” ortaya koyamayanlara bakmak ve asâleti onlarda aramak gerekmiyor mu? Soy dediğimiz âile silsilesi kim bilir ne zaman, nerede, nasıl yine soyu için can vermiştir? Kültürümüzde “Seyyidlik” ünvanını kullananlar çok mu asildir! İşin ilgin yanı bu şecere işi Türkçüler’de bir rahatsızlık halini almamış mı?
Bizler Atsız Bey’in ancak son yılına yetiştik; onu okul arkadaşı zamanın MEB.’nı olan Tahsin Banguoğlu’nun Süleymaniye Kütüphanesi memuriyet yıllarından beri tanıyoruz; zaten bu görevinden de emekli olmuştur (Nisan 1969). Bizler Atsız Bey’i 1 Ocak 1964’den itibaren yayına başlayan Ötüken Dergisi’nden daha iyi tanıyoruz; kardeşi Necdet Şancar’ı da! Atsız Bey’in Maltepe’deki evi tam bir Türkçülük ocağı gibi çalışmış ve dizi dibinden yüzlerce aydın geçmiştir! Necdet Bey’i Ankara Atatürk Lisesi ve uğrak yeri Türk Ocakları’ndan tanırız; tabii ki Ötüken yazıları ile de! Ne kadar mutluluk vericidir ki yanılmıyorsam 1970’de Ötüken’de aralarında bulunmuştum! Atsız Bey’in “Bozkurtlar’ın Ölümü-Dirilişi/Deli Kurt/ Rum Adam” gibi ölümsüz ve emsalsiz eserleri onu ulaşılmaz bir ideolog haline getirdi! Fakat bunlar üzerinde henüz bir çalışma yapılmamıştır! Hangi şartlarda hangi ruh hali ile yazılmıştır?
Atsız Bey iyi bir münekkid ve ikna edilmez derecede kavgacı bir kişiliğe sahiptir! Bugün aleyhinde kullanılan birçok sözü ona zorla söyletilmiş şeylerdir! Irkçı mıydı; deyimi anlamlandırmadıktan sonra bunu anlamak mümkün değildir! Popülist değildi, hiçbir şekilde mukallidlik yapmadı ve günün adamı olmadı! Siyasette Alparslan Türkeş ile ters düştüğü söylenir, maalesef çok iyi bilmiyoruz ama, Atsız Bey gibi bir şahsiyetin siyaset yapması veya siyasi-yumuşak davranışları ondan beklemek mümkün değildir!
Evvelce söylemiştik yetiştirdiği insanlar onunla ilgili birçok kitap ve makale yayımladılar, bunların hepsine birbirinin tekrarı demekten başka derecelendirme yapma imkânı bulunmuyor! 3 Mayıs kutlamaları hâlâ kuru ve tatsız! Hâlbuki onun ölümünün üzerinden geçen 43 yılda dünyada ve ülkemizde toplumsal hareketler ve olgular çok değişti! Türkiye’de bir İhtilâl, bir Post Modern Darbe, bir de başarısız İhtilâl teşebbüsü oldu! Elbette Atsız Bey ve kuşağının dünyasını işgâl eden komünistler artık yoktu ve menfur olayları da onlar tezgâhlamamıştı! Aksine antikomünizm guruplarının hareketiydi! Soğuk savaş artık çok gerilerde kalmıştı, fakat ilginçtir ki Atsız Bey hâlâ eski dönemin slogan ve kalıpları ile tarif edilmektedir! İşte acı olan taraf budur: Ne yazık ki “dizi dibinde bulundum” diyenler de genel olarak uzlaşmaz karakterlerdir! O sebeble ne siyasette ne de sosyal hayatta onun vurguladığı Türklük ve Türkçülük nadirattan sayılabilecek gönüllerde kalmıştır!
Atsız Bey’e yöneltilen suçlamalarla uğraşmaya şahsen hiç gerek görmüyoruz; siyasetin dışına çıkıp onun zamanının düşünce hareketlerini daha iyi tahlil etmemiz gerekiyor! Onun izinde olan gençler şuurlu da olsa çok bilgisiz! O “dizi dibinde büyüdük” diyenler böyle bir aydınlatma sağlayacağına ne yazık ki gençlerden de beter muhayyile dünyasının insanları! Kimisi İttihatçı, kimisi Enver Paşacı, kimisi Turancı Kartal vs. Halbuki Atsız Bey kafasında hiç de böyle boş düşünceler yoktu! Şahsen, sağlıklarında birkaç kere Necdet Bey bir kere de Atsız Bey’i bizzat tanıma şansımız oldu! Gerçekten ulaşılmaz insanlardı!
Atsız Bey’in iki oğlundan Buğra ABD’de, Yağmur ise Almanya’da; ilki akademisyen ikincisi ise gazeteciliği seçmiştir! Atsız Bey’in bir hayli yüklü olan telif ücretlerini aralarında pay ediyorlar! Makalelerinin yayımlanmasında da kavgalar çıkıyor: ”Sansürlenen” veya “makaslanan” yazılar tevatırı! Bunlara çok itibar etmemek lâzım ama iddialar bizzat Buğra Bey’e ait! Amerika’da İslâm düşmanlığı yaptığı yetmiyormuş gibi bazen dili bizlere kadar uzanıyor! Makalelerinin öğrencim Emin Yarımoğlu çok güzel bir bibloğrafyasını yaptı; fakat basılmadı! Keşke basılsa, muadillerinden çok farklı olduğunu göreceksiniz! Tekrar soruyoruz: Atsız Bey Irkçı mıydı? Elcevap: Yağmur Bey söylüyor: Babam çok iyi bir insandı, fakat fazla ırkçıydı! Yazık çok yazık! Atsız Bey’in lisanı ile biz “Göktanrı”dan rahmet niyaz ediyoruz, toprağı bol olsun!
Kalın Sağlıcakla.