Atilla ÇİLİNGİR
O; aramızdan ayrıldığı 1938’den bugüne, 79 yıl geçti. Her 10 Kasım geldiğinde, saat tam da dokuzu beş geçe birkaç dakikalığına da olsa yaşam adeta durur ülkemizde.
Ona duyulan sevginin, bitmez/bitmeyecek özleminin, onsuzluğun tarifi mümkün olmayan duygu seli kaplar her yanımızı.
Büyük Türk Milleti Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ünün önündedir o an… Başlar dik, gözler ona çevrili.
Yüce yaratının rahmeti için; onun, silah arkadaşlarının, varoluş mücadelemizde aynı yolu paylaşan nice isimsiz kahramanlarımız, şehit ve gazilerimiz için dualar yükselir semalara…
Bu güzel vatan topraklarımızın kurtarıcı önderi, devletimizin kurucusu için minnet, şükran duyan milyonlarcamız bir kez daha ona seslenir. O sevgiyi, özlem selini oluşturanlar Ankara’ya Anıt Kabire koşar, huzuruna çıkar.
Onu ve eserlerini görmezden gelenler, yaşamımızdan sileceğini sananlar dahi bu duygu selinin içinde bulur kendini. Böylesine bir tercihin içinde olmak istemeseler bile, vicdanlardan gelen ses; ‘unutma bu günleri ona borçluyuz’ diye fısıldar…
Her 10 Kasımda, o saatte;
Son nefesini vermekte olan bir imparatorluk sonrası, böylesine büyük bir milletin tarih sahnesinden silinmesine ramak kala; Anadolu’da başlattığı özgürlük mücadelemizle kanımızı, canımızı ve dahi son lokmamızı bu uğurda feda ederek, bu yaşlı gezgende var oluş mücadelesini kazanan milletimizin kimliğinin, önderinin kim olduğu bir kez daha hatırlarız.
Her 10 Kasımda, o saatte;
Dünya devletlerince işgal edilen, paramparça edilmiş bir dünya imparatorluğu sonrasında;
Adeta bir kan çanağında Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuran ilke ve devrimleriyle bugünleri var eden, son yüz yılın en Büyük Lideri Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ümüzün o mucizevi başarı öyküsü bir kez daha canlanır hafızalarımızda. Onun ve eserlerinin ölümsüzlüğünü bir kez daha anlarız.
O Büyük Dâhi ile ilgili ciltler dolusu kitaplar yazıldı, milyonlarca makale kalem alındı, görüşler ortaya atıldı. Hala yazılmakta, yazılacakta; onunla ilgili söyleşiler, görüşler hiçbir zaman bitmeyecek.
Çünkü o sadece bağımsızlığımızın önderi, devletimizin kurucusu, yarattığı mucizevi devrimleriyle modern Türkiye’nin mimarı değil; aynı zamanda fikirleriyle çağdaş yarınlara yol gösteren, eserleriyle mazlum milletlere örnek olan eşsiz bir liderdi.
Ama en nihayetinde o da bir faniydi…
57 yıllık o kısacık ömrünü cepheden cepheye koşturarak; milletimizin bağımsızlığı, çağdaş bir geleceğe sahip olmamız için feda ederken; unutulmaz insani yönlerini de sergiledi.
Türk Milletine olan aidiyeti onun en büyük gururuydu. Bunun yanı sıra insana, doğaya, doğa canlılarına olan sevgisini anlatan onca yaşanmışlıkları vardı ki, ardında kalan hatıralarında bu yönleri pek bilinmedi; onu hep vatanımızı düşman işgalinden kurtaran milletimizin önderi, devletimizin kurucusu, çağdaş yarınlarımıza yön veren ilkeleriyle, devrimleriyle tanıdık.
Bu yazımda onun doğaya, doğal güzelliklere bakışını, vatan topraklarına tutkusunu anlatan iki olayı yıllar önce yayınlanmış kaynakçasından aktararak; O Büyük Dâhinin eşsiz niteliklerinin bu yönünü anlatmaya çalışacağım:
‘’…………1937 yılının bahar mevsimindeyiz…Gazi, vefatından yıllar sonra Atatürk adını taşıyacak ‘Gazi Orman Çiftliğine’ doğru Akköprü tarafındaki yoldan gitmektedir. Çiftliğin o parçası meyve bahçesi haline konulmuş, fidanları dikilmişti. Şimdi gölgeliği ve bol yeşilliği ile çok güzel olan bu yol, o zamanlar henüz küçük, çelimsiz ağaçların sıralandığı, yaz mevsiminde dahi pek gölgesi olmayan bir yerdi.
Atatürk, bu eski çıplak topraklar üzerindeki, meyve bahçesi haline gelmiş olan bu yerlere neşe ile bakıyordu. Şimdi de, uzun kavak ağaçlarının bulunduğu yol kenarlarında ameleler çalışıyor ve fidanlar dikiyorlardı.
Atatürk birden şoföre ‘’Dur!’’ diye bağırdı. Aracından iner inmez orada olanlara, ‘’Burada bir iğde ağacı vardı, o nerede?’’ diye sordu.
Kimse iğde ağacını bilmiyordu. Orada çalışanlar, yenilerini dikmekle meşgul idiler. Atatürk’ün biraz önceki neşesi kalmamıştı. Çünkü çiftliğin ilk çorak günlerinin yeşil bir hatırası yerinden çıkarılmış, yok olmuştu. Yol boyunca yürüyerek iğde ağacını aradık…
‘’İğde eski ve çelimsiz bir ağaçtı. Fakat yaşayan, baharda hoş kokularını etrafına saçan, güzel bir ağaçtı’’ diyordu.
Çiftlik merkezine gelmiştik. Büyük hamamın yapısı bitmişti. Onu gezerken iğde ağacını yerinden kimin çıkartmış olduğunu da soruşturmak için, ilgililere sorular sordu. Kimse bu küçücük ağacın akıbeti hakkında bir haber veremedi.
Atatürk bu önemsiz gibi görünen işten hüzün duymuştu. Uyarılarda bulundu, emirler verdi, eski ağaçlar korunacak ve bakılacaktı…
Çünkü o yeşilliğin hasretini, İstiklal Savaşı boyunca çok çekmişti. Çankaya’yı oturmak için seçmesine neden, birkaç büyük karakavak ağacının bulunması idi. Onların rüzgârlı günlerdeki hışırtısından daima zevk duyardı.
O gün, Çiftlik dönüşü uzun uzun ağaçlardan söz etti. Doğanın bu varlığı, insanlara büyük bir kazançtır. Onlar ki toprağı verimli kılarlar. İnsan topluluklarının yer seçmesine rehberlik ederler. İnsan bütün tarih boyunca, tabiatın esiri, bazen hâkimi olmuş ve bu hal insan toplumlarının medeniyette ilerlemesiyle doğru orantılı olarak gelişmiştir.
Atatürk 1919 yılında Ankara’yı pek az ağaçlı bulmuştu. Bu pek az olanlar birer kanıttı ki, onlar gibiler çoğaltılabilir ve daha çok yetiştirilebilirdi. Onun için her ağaç eski ve yeni, değerli bir varlıktı.
Bunların yetiştiğini, büyüdüğünü görmek, bir idealin gerçekleşmesindeki zevki veriyordu kendisine. Gazi Orman Çiftliği, insanların irade ve çalışmalarıyla, doğayı güzelleştirme ve verimli kılma kuvvetinin bir örneğidir.
Atatürk İstanbul’daki büyük ağaçları gördükçe gülerek şöyle söylerdi: ‘’Bunlar da güzel amma, biz yapraklarının ve dallarının, her yıl nasıl büyüdüğünü gördüğümüz ağaçları daha çok seviyoruz…’’
Kendi adını taşıyan Atatürk Bulvarı’na, çam fidanları dikildiği vakit pek sevinmiş, ‘’Bunlar tutarsa, Ankara’nın yaz kış yeşil duracak bir zenginliği olacak’’ demişti. O, bu çamları Ankara’nın yeni devrinin bir tarihi olarak kabul ederdi. (Günümüz Türkiye’sinde yaşanan doğa katliamlarını, kentsel dönüşüm denen yapılaşma ile yok olan/edilen doğal güzelliklerimizi düşündükçe neler hissederiz acaba?)
Atatürk, son hastalık günlerini, ağaç ve orman hasreti içinde tamamladı. Hasta yatağının tam karşısına konulan; ormanlık ve yeşillik dağ manzarasını gösteren tablo O’na, maddi ıstırapları içinde hayal kurmayı dahi sağlamıştı.
İşte bundan dolayıdır ki, Eskişehir’in Sündiken, İstanbul’un Alemdağ ormanlarında; kendisine nekahet devri için düzenlenecek, oturabilecek yer arandı. Lakin bu isteğini yerine getirmek kısmet olmadı. Çünkü o büyük insanın ömrü, 10 Kasım 1938’de bitmişti…’’ (Kaynakça; Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Sn. Prof. Afet İnan-1959)
‘’……………6 Kasım 1938 Pazar günü yatağının başı ucunda kendisine doğrulabilmesi için yardım ederken, zayıf omuzlarında hissettiği güçsüzlüğü yenmek istediği görülüyordu. İnsan iradesinin doğaüstüne çıkamadığını görmekle beraber, etrafında bulunanlara ümitsizlik vermek istememişti.
‘’İyi olacağım ve Ankara’ya gideceğiz’’ sözü, onun sesinde bir titreme dahi yapmadan söylenmişti. Belki de öleceğini bildiği halde son sözlerini ümit ve iyilikle bitirmek istemişti…
O’nun ilk hastalık aylarında Çankaya’da istirahat ettiği günlerden birinde idi… Keçiören’den, üzerinde bahar çiçekleri olan bir badem dalı getirmişlerdi. Bir vazo içinde odasına konduğu zaman, yorgun ve hasta yüzünde bir neşe belirdi.
‘’Bahar gelmiş ne güzel!’’ dedi ve hemen ilave etti, ‘’Fakat bu güzel çiçekler meyve vermeden solacak ve sadece bizim birkaç günlük göz zevkimizi tatmin edebilecek, ne yazık!…’’
Atatürk bu sözlerine başka kelimeler ilave etmemişti, fakat yüz ifadesi birçok anlamlar saklıyordu. Onun ara sıra derinden bir iç çekişi vardı ki, bazen sofada ve merdivenlerde yürürken, ayak seslerinden önce işitilen bir derin hayat nefesiydi.
İşte bu gün de bu iç çekişle beraber gözleri bahar çiçeklerinde sabitleşti. Hareketsiz durmasından bir an ürkmüştüm, fakat bir söz söylemekten çekindim.
O, bahar kokusunu alabilmek için çiçeklere eğilmişti. Ve ‘’Oh! Hayatın gençliği ne nefis’’ demekten kendini alamamıştı. Fakat bu meyve dalının koparılmasından dolayı da kederlendiği görülüyordu.
O, bu kuru dalların yapraklarla yeşillendiği, çiçeklerinin meyve verdiği günleri, hayatının son mevsimi olarak yaşadı. Fakat sonbaharın sararan ve hayatiyetini kaybederek yerlere düşen yapraklarını göremedi. Çünkü O da, o yapraklar gibi sararmış, solmuş ve eceline boyun eğmişti. İşte fani Atatürk…’’ (Kaynakça; Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Sn. Prof. Afet İnan-1959)
Onun ölümünün üzerinden birçok baharlar, sonbaharlar geçti. Ne çok bahar çiçekleri açtı, soldu, döküldü. Sonbaharın hüznünü anlattı rengine eş sararan yapraklar…
Evet, Atatürk de bir faniydi eceline boyun eğdi. Ama O hala milyonların kalbinde yaşıyor. Kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Büyük Türk Milleti ne zaman dara düşse onun gösterdiği ilkelerle engelleri aşıyor, muasır medeniyet seviyesine giden yolu, hala onun çağdaş fikirleri aydınlatıyor.
Çünkü O, ulusal varlığımıza bütünlük vermesini bilen ve gençliğe çağdaş idealler aşılayan bir insanın huzuru içinde, bu devleti kendinden sonraki nesillere emanet etti.
‘’Böylesine büyük bir lider için öldü demek doğru mu? Tarihin kucağına göçtü desek, o da değil. Tarih onun büyüklüğünü kapsamayacak kadar küçüktür. Ebediyete intikal etti… Bu da boş bir iddiadır. Ebediyet, onun kendine boyun eğdirdiği şeylerdendi!
Atatürk ölmedi. Atatürk bir milletin, milletlerin en asil ve ulusun kalbinde kök salan, tahtını oraya kuran efsanevi bir şahsiyetti.’’ (Son Posta, 10 Kasım 1938 İstanbul, Ercüment Ekrem Talu)
Son yüzyılın en büyük lideri Atatürk’ün; ‘’Benim naçiz vücudum ebette bir gün toprak olacaktır, ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır’’ gerçeğini bizlere en büyük miras olarak bırakan o büyük insan devrimleriyle, fikirleriyle sonsuza değin yaşayacaktır.
Kim ne derse desin!
Neyi dayatırsa dayatsın!
Türk Milleti için tarihe yazılan yegâne gerçek de budur.
Vatan ona minnettardır. Ruhu şad olsun.