Bülent Vedat AYDEMİR
TÜRK MERKEZLİ DÜŞÜNMEK (4.BÖLÜM)
TÜRK-İSLÂM MEDENİYETİNİN OLUŞMASI
Töre’den Tevhid’e geçiş.
Orta Asya bozkırlarında yaşayan topluluklar içerisinde tarihi ve sosyal yapılarıyla öne çıkan Türk kavimleri birliğe çok önem vermişlerdir. Burada asıl olan töredir. Töre’nin merkezinde de Gök Tanrı inancı vardır. Gök Tanrı bütün varlık âleminin sembolü olduğu gibi, varlık âlemi de bütün unsurlarıyla bu ilahi gerçeğin birer parçası durumundadır.
Töre’nin fikri temelini sınıfsız toplum, hak, hukuk, adalet, itaat, sadakat, merhamet, iyilik ve birliktelik gibi kavramlar oluşturur. Kimsenin kölesi olmamak ve kimseyi köle yapmamak; tabiatla birlikte olmak, kanaat sahibi olmak ve her şeyin yaratıcısı olan “Tanrı”ya inanmak esastır.
Türkler töreleri ve bozkır coğrafyasındaki hayat tarzı gereği iktisadi, sosyal ve kültürel alanlarda kurumsallaşmışlar; örgütlenme ve yönetme yeteneklerini geliştirmişlerdir.
***
İslâmiyet’ten önce Arap yarımadasında efendi-köle, göçebe-yerleşik, çoban-tacir gibi ikili, sınıflı sosyal ve iktisadi yapı mevcuttu.
Araplar arasında ki bu düalist yapıya, birde, Hz. Peygamberin vefatından sonra “iktidar olma” mücadelesi ilave edilmişti. Fıkıh tartışmalarının önemli bir bölümünü “iktidarın meşruiyeti” oluşturuyordu. Bu tartışmalar sonucu İslâm dünyasında siyasi ve itikadi mezhepler ortaya çıkmaya başlamıştı.
Türklerin İslâmiyet’i kabul etmeye başladığı yıllardaki bu durum, Türkler açısından tevhit ve akait konularında kendilerini ikna edecek uygun bir dil geliştirmelerini gerektiriyordu.
Bu uygun dili, temel çıkış noktasını Kur’an’dan alan İmam Maturidi ortaya koymuştur.
İmam Maturidi, Türk töresinin bilgeliğine aklı eklemiş, tevhit ruhuyla birleştirmiş ve bir ideale yönlendirmiştir. Din ve devlet yönetiminin birbirinden ayrılması gerektiğini belirten İmam Maturidi’ye göre, din gönülden kabul esasına, devlet işlerinin ise güç kullanma esasına dayanır. Maturidi’nin bu görüşü günümüz laik devlet yapısının erken dönem devlet yapılanması ve siyaset anlayışında da yer aldığını göstermektedir.
Türk töresinde yer alan coğrafyaya hâkim olma, ortama ve iklime uyma, yüksek sevk ve manevra yetenekleri, hikmetin akılla donatılması, yöneticiye itaat; tevhit inancına (Allah’ın birliğine inanma, bir sayma, bir olarak bakma) sadakat, dünyayı kavramada bilgelik gibi temel kavramlar İslâm’la bütünleştirilmiş ve yepyeni bir medeniyet, Türk-İslâm medeniyeti oluşturulmuştur.
Türkler İslâmiyet’le birlikte yeni bir yola girmeleri aynı zamanda töre’den tevhit’e geçişi de beraberinde getirmiştir.
Bu yeni yolda yüklenilen görev bölgesel ve kavmi sorumluluktan öte, kıtalar arası ve kavimler üstü bir görevdi. Bu görev bundan sonra “Türk Cihan Hâkimiyeti mefkûresi” olarak adlandırılacaktır.
Allah’ın Ordusu ve Askerleri
Prof. Dr. Durmuş Hocaoğlu, “Türk Müslümanlığı üzerine bazı notlar” başlıklı makalesinde, “Türkler, Müslüman olmaya başlayınca, İslâm’ın müdafaasının ihalesini almışlar ve bir daha da kimseye bırakmamışlardır. Daha henüz ilk Müslüman-Türk devletlerinin kurulmasının öncesinden başlayarak göğüslerini 1000 yıldan daha uzunca bir süre Batı’da Haçlılara, Kuzey’de Ruslara, Doğu’da Çinlilere siper etmişler, İslâm dünyası içerisinde de ihanetlerle boğuşmuşlardır; onlar, bütün tarih boyunca İslâm dünyasının yükünü ve kahrını çekmişler, kaynaklarını ve canlarını bu yolda tüketmişlerdir. Eğer Müslüman Türk ve onun hâlâ hafızalardan silinmeyen o dehhaş (dehşetli) gücü ve akıl-almaz “İla-yı Kelimetullah” ( Allah kelamının, İslâmiyet’in ulviyetini ve hakikatlerinin kıymetini bildirmek ve yaymak). cehdi olmasaydı her şey tanınmayacak şekilde farklı olur du” tespitinde bulunur ve ilave eder, “Biz Türkler, kelimenin tam ve hakiki manasıyla ‘Allah’ın Askerleri’ olmuşuzdur” (Köprü Dergisi- Sayı:66 – 1999)
***
8 ile 19. Yüzyıllar arasındaki 1100 senelik dönem, Türk-İslâm tefekkür dönemi olarak adlandırılır.
Prof. Dr Hilmi Ziya Ülken,e göre “İslâmi Türk tefekkürü bir “ümmet” tefekkürüdür. Orada imparatorluk ideolojisi beynelmilel dinî camia meydana getirmiştir. Türk tefekkürü burada kendine mahsus karakteri ancak Araplar, Türk ve Acemler arasında müşterek olan İslâmi bir şekil içerisinde ifade edebilmiştir. Bu devirde orijinal bir eserin ortaya konulabilmesi için her şeyden evvel ümmet ruhunun tamamen kavranmış olması, yani İslâmi şekilde “üstat” olunması lazımdı. Bundan dolayı Türk tefekkürü ümmet devrinde hakiki mahsul verinceye kadar; bu devrin şekline ait uzun bir çıraklık devresi geçirmiştir.” … “Her ne kadar genel bir ümmet medeniyetinden bahsedilse de milletler kendi kültürlerine göre İslami düşüncelerini de şekillendirmişlerdir. Şu halde, İslamiyet içerisinde Türk’ten değil fakat Türk’ün İslamiyet’inden bahsedilebilir. Bu demektir ki, Türkler sabit bir şekil ve vahdet olan İslâm medeniyetine kendi hususi renklerini katmamışlar; fakat kendi cemiyetleri ve içtimai şartları içerisinde İslâmiyet’e yeni bir şekil ve mana vermişlerdir. ” (Türk tefekkür tarihi. S:82-83- Yapı Kredi yayınları-2004)
SELÇUKLULAR DÖNEMİ
Büyük Selçuklu Devleti’nin temeli, Oğuzların Kınık Boyunun mensubu ve lideri, bağımsız bir Türk devleti olan Oğuz Yabguluğu’nun Subaşısı (ordu komutanı) Selçuk bey tarafından 1020’li yılında atılmış, yeğenleri Tuğrul ve Çağrı beyler tarafından bağımsız bir devlet haline getirilmiştir.
Tuğrul ve Çağrı Beyler önderliğindeki Büyük Selçuklu Devleti’nin önlenemez ilerleyişi bölgedeki dengeleri tümüyle değiştiriyordu. Yalnızca 20 yıl gibi bir süre içerisinde Asya’nın dörtte birine hâkim olan Selçuklular artık gözünü batıya, Bizans topraklarına dikmişti.
Büyük Selçuklu Devleti yalnızca Türk dünyasının değil İslam dünyasının da en önemli aktörü haline gelmişti. Zira İslam dünyası mezhep çatışmaları ile boğuşuyor, Şii-Sünni çatışmalarıyla mücadele eden İslam coğrafyası Arap Yarımadasından dışarı çıkamıyordu. Selçukluların Orta Doğu üzerindeki mutlak hâkimiyeti Arap Yarımadasında varlığını devam ettiren Abbasileriçin bir umut ışığı olmuştu. Zira Abbasiler, Şii kökenli Büveyhioğulları devletinin baskısı altındaydılar.
Tuğrul Bey, Halife Kaim’in talebi üzerine bizzat ordusunun başına geçerek Büveyhioğullarının Abbasiler üzerindeki baskısını ortadan kaldırmak için Bağdat’a girdi (1055). Selçukluların Bağdat’a girmesi üzerine Büyük Selçuklu Devleti ile baş etmesi mümkün olmayan Büveyhioğulları Bağdat’ı terk ettiler
Selçuklular, Abbasilerin ve dolayısıyla İslam dünyasının yardımına koşmuş, İslam’ın Arap coğrafyasının dışına çıkabilmesini sağlamıştır.
Ya Devlet Başa ya kuzgun leşe
Türkler İslam medeniyetine siyasi bir güç olarak girdiklerinde İslam medeniyeti yaklaşık 400 yaşında bir medeniyetti.
İslâm dünyasının dünya görüşü ve tasavvurunu büyük oranda tamamlayan bu medeniyetin büyük siyasi, fikri ve manevi önderleri Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Heysem, ve Bîrûnî hemen hemen aynı dönemlerde vefat etmişlerdi.
İslâm dünyası siyasi açıdan parçalanmış vaziyetteydi; neredeyse her şehir birer devlet halini almıştı. Doğal olarak adalet, aklî düşünce ve vicdan paramparça olmuştu. Hakikati kendilerinin temsil ettiğini savunan birçok dinî ve fikrî kuruluşlar arasında keskin çatışmalar oluyordu: İtikadî ve fıkhî mezhepler arasında ifrat ve tefrik had safhaya ulaşmıştı. Aklın ve bilginin parçalanmış hali eylemlere de yansımaktaydı; devletsizliğin, yaygın fitne ve fesatçılığın yarattığı büyük bir kaos içerisindeydi.
Bugünlerde bile sıkça kullanılan “Ya Devlet başa ya kuzgun leşe” deyiminin içeriği bu dönemi yansıtır.
Türkler, binlerce yıllık devlet yönetme meziyetlerini ve bilgi birikimlerini İslâm coğrafyasına taşıdılar; fitne ve fesadı yok edecek, içtimai düzeni (nizam-ı âlem) sürdürebilir kılacak tedbirler aldılar.
Ortak Akıl, Ortak Vicdan, Ortak İrfan
Öncelikle siyasi birliğin sağlanması için ortak akıl, ortak irfan ve ortak vicdanın oluşturulması ve adil bir yönetim sistemini yerleştirmek istediler. Uygulanabilir, güçlü ve tutarlı bir hukuk sistemini oluşturmaya çalıştılar. Siyasi iradenin hukuk bilincine sahip olmasına önem verdiler; devletin bu bilince sahip insanları yetiştirmesi için gerekli okulları (medreseleri) açtılar.
Türkler tarafından oluşturulan medrese sistemi, verdiği hukukla bu bilinci öğretmiş, ürettiği hukukçu da bunu icra etmiştir.
Prof. Dr. İhsan FAZLIOĞLU’nun “Anadolu Selçukluları ve Beylikler dönemi Türk felsefe-bilim tarihine önsöz” başlıklı makalesinde de belirttiği gibi
“Türkler, siyasî birliğin bile meşruiyetini kendisinden devşirdiği aklın/nazarın birliğinin yeniden yapılanması için çift yönlü bir strateji takip ettiler.
–Birincisi, hakikat‘e ilişkin farklı mezhep, meslek ve meşreplerin ileri sürdüğü mevcut bilgi birikimini bir ortak-dil‘e dökmek;
–İkincisi ise bu ortak-dil’e dökülen bilgi manzumesini eğitim-öğretim yoluyla nesiller arası aktarıma sokmak.
Ortak-dil üzerinden yürütülecek eğitim-öğretim yoluyla din, ortak-vicdanı; hikmet, ortak-idraki; tasavvuf ise ortak-irfanı verecek; kısaca üst-dilde birleşen bir ortak-akıl, her alanda vuku bulan çatışma ortamlarını giderecek, en azından asgariye düşürecektir. Bu ortak-aklın kalıcılığı için ise, medrese hem ortak-vicdanın hem ortak-idrakin, dergâh/tekke/tarikatlar ise ortak-irfanın sürekliliğini yürütmeyi üstlenmiştir.”
Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’na göre de “ Türkler yeni bölge ve kültür şartlarının gereklerine uymuşlar, dolayısıyla eskisinden oldukça farklı bir hüviyete bürünmüşlerdir… İdarelerindeki bölgelerde Müslüman kütlelerce alışılmış ve onları rahatsız etmeyen gelenek ve kuruluşlara müdahale etmemişlerdir… Selçuklu devleti Müslüman ülkelerin ortasında kurulmuş ve bütün siyasi, iktisadi, dini icraatı doğrudan doğruya bu memleketlerin meselelerine, Türk ve yerli Müslüman halkın arzu ve ihtiyaçlarının tatminine yönelmişti. Böylece, bilhassa bahis konusu “kaynaşma”yı gerçekleştirmek suretiyle Türk-İslâm devlet ve cemiyetini meydana getirmeyi başaran Büyük Selçuklu İmparatorluğu zamanı, sonraki bin yıllık tarihe damgasını vuran bir “büyük” çağ vasfını taşımaktadır.” (Türk Milli Kültürü S: 339-340. Ötüken Neşriyat-2012)
İşte Selçuklular (Oğuzlar) böyle bir dönemde tarihi tecrübe ve devlet yönetimi bilgisinin kazandırdığı büyük tecrübe; akli düşünce, düzen ve süreklilik özellikleriyle bilgi akıl ve adaleti yeniden tesis etmişlerdir.
Türkler İslâm medeniyetine girmeden önce bu medeniyet içerisinde tartışılan dini, siyasi, kültürel ve felsefi sorunların hiçbirisiyle muhatap olmamışlar; zihinlerini bu konulara yormamışlardı. Bunun yanında siyasi birliktelik içinde topladıkları bu medeniyet mensuplarını anlamak, medeniyetin içeriği hakkında bilgi edinmek, daha da ötesinde onları kendilerinden kılmak durumundaydılar.
Ünlü tarihçi Prof. Dr. İsmail Hami Danişmend’e göre ” İnkârına imkân olmayan bir hakikat şudur: İslâm, Oğuz Türlüğünden ne kadar kuvvet almışsa, Türklük de İslâm’dan o kadar kuvvet almış ve sonuçta İslâm’ı Türklük ve Türklüğü de İslâm Yaşatmıştır” ( Türkler Niçin Müslüman Oldu. S:133, Timaş yayınları-2008)
İşte böyle bir ortamda Türkler Müslümanlaştıkça, İslâm da Türkleşti, ortaya bir Türk İslâm’ı çıktı ve bu İslam’a mensup Müslüman Türk, bir Türk-İslâm medeniyeti inşa etti.