Bülent Vedat AYDEMİR
İnsanlar, binlerce yıl öncesinden beri, güçlülerin haklı sayılması, zayıfların güçlüler tarafından sömürülmesi; eşitsizlik, fakirlerin ezilmesi, haksız rekabet gibi birçok zorluklarla yaşadılar.
19. yüzyıla kadar zalimlik ve saldırganlık olarak adlandırılan bu tür uygulamalar, 19. Yüzyılda “Hayatta kalma mücadelesi” adı altında “doğanın gerçeklerine dayanan bilimsel(!) uygulamalar” kılıfı ile meşruiyet kazanmaya başladı.
Bu meşruiyet kılıfına zemin hazırlayan kişiler Thomas Malthus, Herbert Spencer ve Charles Darwin olmuştur.
Bu kişiler tarafından sistemleştirilen ve adına Sosyal Darwinizm denilen; Allah’ın varlığını inkâr eden, insani değerlerden tamamen uzak, insanı “bilimsel bir gerçek” lik adına hayvan olarak kabul eden bu sapkın felsefi anlayışa göre, fakirler korunmamalı ve kötü şartlarda yaşamalılar ki çoğalmasınlar, hatta ölüme bile terk edilsinler.
Bu sayede “üst sınıflara” yeteri kadar besin sağlanabilsin!
“Türlerin kökeni “ ve “İnsanın Türeyişi “ adlı kitaplarındaki teorisinde; “canlılık tesadüflerin eseridir “ diyerek Allah’ın insanları yarattığı gerçeğine karşı çıkan Darwin, “dünyada geri kalmış ırklar vardır. Bu ırklar yakın zamanda elenecekler ve böylece üstün olan ırklar (beyaz ırklar ) gelişerek ilerleyeceklerdir.” teziyle de aynı zamanda emperyalistlerce daha önceleri uygulanan vahşetlere de sözde bilimsel bir kılıf hazırlamıştı!
***
Kapitalizmin gelişmesi ve yaygınlaşması ile birlikte, Sosyal Darwinizm, fakir ve güçsüzlere baskı uygulayan zalim ve emperyalist yöneticilerin sığınağı oldu. Bunlara göre; doğanın kanunu gereğince ve insanlığın ilerlemesinin tek yolu olarak “aşağı ırktan” olan insanlar ezilmeli, özürlüler ve küçük işletmeler yok olmalıydı.
Böylece yapa geldikleri her türlü haksızlık ve vicdansızlıklara bilimsel bir kılıf bulmuşlardı.
Artık merhametsizlik bir doğa kanunuydu ve insanlığın (beyaz ırkın) ilerlemesi için önemli bir aşamaydı.
***
Sosyal Darwinizm’in tetiklediği felaketlerden birisi de sömürgeciliktir.
Avrupa devletleri, 1871 yılında Alman Birliğinin gerçekleşmesinden sonra 1914 yılına kadar geçici bir barış dönemine girdiler, bu süreç içerisinde tüm enerjilerini ve “savaşma ihtiyaçlarını“ kıta dışına, sömürgelerine taşıdılar. Yeni teknolojilerle ürettikleri ateş ve imha gücü yüksek silahları sömürgelerinde denediler ve daha da geliştirdiler.
Darwinizm’in kuralları gereği, bir mücadeleden ibaret olan hayatta ayıklanmalar olabilirdi. Bu mücadelede en iyiler ayakta kalacaktı.
Ayakta kalanlar elbette “güçlüler“ olacaktı. Güçlüler, ayakta kalma beceri ve yeteneklerini miras yoluyla gelecek nesillere aktaracaklardı.
Sömürgeci devletlerin zalim yöneticileri, zulme dayalı emperyalist politikalarını ve acımasız yöntemlerini bu kurallarla meşrulaştırmak ve bilimsel bir temele yerleştirmek istediler.
Onlara göre “aşağı ırk“tan olanlar “üstün ırk“ tarafından kontrol altına alınmalı ve yönetilmeliydiler.
****
Batı Avrupalılar , “Uygarlaştırma Misyonu” adı altında Afrika’yı sömürme işlemlerine kıyılardan başladılar. Ulaşımda makineleşmenin devreye girmesiyle birlikte iç kesimlere doğru yayılmaya başladılar.
Fransa Başbakanı Jules Ferry, 1884 yılında Fransa Ulusal Meclisi’nde yaptığı konuşmada “Beyler, üstün ırkların daha düşük ırklara karşı bir hakkının bulunduğunu açıkça söylemeliyiz… Üstün ırkların, düşük ırkları uygarlaştırma gibi bir ödevleri var. Diyerek Afrika’daki emperyalist politikalarına uygarlaştırma (!) adı altında meşru bir kılıf uydurmuştu.
Fransızlara göre, Afrika’daki uygarlaştırma faaliyetlerine karşı çıkan kabile reisleri birer asalaktan başka bir şey değillerdi. Sömürge haline getirdikleri yerlerde yaşayanların hızlı bir şekilde asimile edilmeleri gerekiyordu.
***
1900’lü yılların başında Almanlarda Afrika’da sömürgeler kurmaya başladılar.
Almanlar, bilim adamları tarafından ortaya atılan ırk biyolojisi teorisindeki “İnsanlar az çok homojen bir canlı türü değildirler. Ari (üstün) ırktan başlamak üzere siyah ırka kadar sıralanırlar” tezini test etmek istiyorlardı. Bunun içinde en uygun canlı laboratuar yeri Afrika’ydı. Onlara göre Afrikalılar biyolojik bakımdan düşük ırka mensuptular ve daha ileri bir ırk olan “Arilerin” Afrika’yı geliştirmesinin önünde engel teşkil ediyorlardı. Almanların Afrika’daki ilk sömürgesi Güney Batı Afrika’nın sahil kesimleriydi.
Almanlar, burada, bugünkü adıyla Namibya’da yaşayan Herero ve Nama kabilelerine mensup insanlar üzerinde deney yapmaya başladılar. Namibya artık Almanlar için canlı bir laboratuar olmuştu!
Ünlü Britanyalı tarihçi Nıall Ferguson Almanların Namibya’da yaptıkları vahşeti “Uygarlık. Batı ve Ötekiler “adlı kitabında ki(Yapı Kredi Yayınları-2012) “Köpekbalığı Adası’nın Kafatasları“ bölümünde (S:195) şöyle anlatır.
“ …Alman Güneybatı Afrika’sında siyahların ata binmeleri yasaktı; beyazları görünce selam vermeleri gerekirdi; kaldırımlarda yürüyemez, bisiklet satın alamaz ve kütüphanelere giremezlerdi. Sömürgenin ilkel mahkemelerinde tek bir Alman’ın sözü yedi Afrikalı tanığın sözüne eşdeğerdi… Almanlar yerlilere tepeden bakarlar ve tıpkı hayvan yerine koyarak davranırlardı…”
Bir Alman göçmenin kabile reislerinden birinin gelinine tecavüz etmeye yeltenirken yerliler tarafından öldürülmesi ve buna benzer olaylardan sonra yerlilerin isyan etmeleri ve yüzden fazla Alman göçmenin öldürülmesi üzerine Alman sömürgeleştirme teorisyenleri “habis, kültürel beceriden yoksun ve vahşi yerli kabileleri artık fiilen yok etme zamanının geldiğine“ karar verdiler.
Almanlarla Hererolar arasında çatışmalar başladı. Almanlar yeni icat ettikleri ölümcül bombaları yerliler üzerinde denediler. Gelişmiş Maxsim tüfekleriyle kadın, çocuk demeden binlerce kişiyi katlettiler. Ayaklanma sırasında 80 bin olan Herero nüfusu 15 bine inmişti.
“Çoğunluğu kadın ve çocuk olmak üzere, yakalandıkları yerde öldürülemeyenler beş toplama kampına konuldu” “Bu kamplar arasında Köpekbalığı Adası en feci olarak nam saldı …“Köpekbalığı Adası’ndaki 1795 tutsağın 1032’si öldü.”
Almanlar vahşetlerine farklı bir şekilde devam ettiler.
Alman doktorlar Köpekbalığı Adası’nda “ırk hiijyeni” adı altında ölümcül deneyler gerçekleştirdiler ve bu amaçla 778 tutsağa otopsi yaptılar. Ardından daha kapsamlı araştırmalar için örnek kafatasları Almanya’ya gönderildi. İnanılmaz bir uygulamayla, kadın tutsaklar cam kırıklarıyla kafataslarını kazıyıp temizlenmeye zorlandı.”
Evet!
Kafatasların cam kırıklarıyla kadınlara kazıtılması, vahşetin zirveye çıktığı uygulamadır.
Bilmem fazla söz söylemeye gerek var mıdır?
Batı… Batı… Batı… Diye bilinçsizce haykıranlar, onlardan medet umanlar, onların sapkın fikirlerini Türk milletine adapte etmek isteyenler; Batı’nın geçmişteki bu vahşetlerini biliyorlar mıdır?
Biz Türkler; İnsanlığı bu vahşi yaratıklardan mı öğreneceğiz!…