Kübra Batman
”Gökte ay bu donanma gecesinin parlaklığını bile sönük gösterecek kadar olgun ışıldıyor, ortalığı gün ortasında olduğu gibi apaydın seçilecek bir hale getiriyordu.” diye başlamıyordu bu sefer bozkurtların hikâyesi.
Ne ölüyordu bozkurtlar ne de diriliyordu. Yıldırımlar altında yiğitçe çarpışmıyordu kılıçlar, çaşıt kovalamaktan çatlamıyordu atlar. Sancar’ın engel olunmaz kahkahası da dinmişti. Onbaşı Pars koşmuyordu Almıla’sına. Yoktu ağulanmış kağanlar 40 çerisiyle Çin Sarayı’nı basanlar.
İçinde bulunduğumuz durumu her zaman eleştiren, fakat düzelsin diye hiçbir uğraşı olmayan, okumayan, yazmayan, düşünmeyen bir avuç insan topluluğu… Meğer millet olması gereken topluluğumuz ayrıla ayrıla derinliğini kaybederek sadece ben olmuş farkına varamamışız. Dil birliği, kültür birliği derken yok etmişiz hepsini. Türk Türk’ü tanımaz anlamaz olmuş. Bırakın Asya’nın Avrupa’yı bilmesini, Marmara, Doğu’dan habersiz olmuş.
Eğitimi eleştirmişiz boş laflarla, icraatımız olmadan kendimizi eğitmekten acizken… Slogan savaşına çevirmişiz her yeri, söylediğimiz sözcükleri kavramadan girmişiz en çok ben duyulayım yarışına. Bütün bu enkaz yığınından kurtulmaktansa çırpındıkça batmışız bataklığa…
Bir fidan nasıl ki toprak, su, hava bir araya gelmeden büyüyüp gelişemiyorsa Türk Gençliği de birlik ve beraberlik içerisinde olmadığı sürece bu bataklıkta yaşamaya hatta bir gün yok olmaya mahkûm kalacaktır.
Eleştirdiğimiz eğitim içerisinde atiye ışık tutacak eğitimciler yetiştirmedikçe tertemiz beynimiz katran gibi kapkaranlık zihinlerin esiri olacak ve bu esaret altında zincirin diğer halkasını maalesef ki bizler yok edeceğizdir.
Söz ile bile olsa umut vaad eden kesim dahi kendi benliğinden habersiz olup kimlik kargaşası içerisine girmiştir ve her hangi bir arayış içerisinde olmamıştır. Atalarının kanla kazandığı topraklara şimdi tüm zamanların en keskin kılıcı kalem ve kelam ile sadık kalamadığı için işte bu yüzden ne ölmüştü bozkurtlar ne de dirilmişti.
Savaşın görünür olmadığı bir devirde elinde kılıçla düşman aramak neye yarar? Zaten kılıcın hükmü de kullananın son nefesine kadar. Yazarak kesiyorlar dilimizi, okuyarak lime lime ediyorlar kültürümüzü, çaşıt kovalayan atlar şimdi kaçıyordu düşmandan, saklana saklana. Kimisi düşüyor kaçarken, kimisi düşman okuyla vuruluyordu. Kaçıştan kurtulduktan sonra atların; ”arkamıza bakmadan kovaladık düşmanı” diye naraları sarmıştı etrafı. Öyle anlatmışlardı ki kendileri bile inanmışlardı bu yalana.
Bizi biz yapan değerleri yok etmek için üzerimize gelenlerle savaşmaktansa korkakça kaçıyorduk. Kimimiz hemen teslim oluyordu düşmana, kimimiz cehaletinden sendeliyor, düşüyordu. Kurtulanlar da zaten sadece kürsülerden nutuk atıyordu. Gariban milletim de katiyen düşünmeden teslim oluyordu her lafa. Sancar’ın dağları çınlatan kahkahasının yerini Batı’nın bize ninni gibi gelen çirkin havlayışı alıyordu. Özümüze sarılmıyorduk sımsıkı. Tarihi bilmeden geliştiğimizi iddia ediyorduk. Pars’ın Almıla’sını istediği kadar istemiyoruz Almıla’mızı. Turan ülkelerini bilmeyen Türk Birliği nidalarıyla koşuyoruz sağa sola. Düşmanın kağana ağu yedirmesine gerekte yoktu çünkü kağan başlı başına bir ağuydu artık. Kendisiyle konuşmana bile gerek yoktu, başkasından duysan kusulan zehir sana da bulaşıyordu. Zehir olduğunu anlayıp hafif bir sesini çıkarsan dilin söz söyleyemez oluveriyordu.
Millet; hiçbir çaba göstermeden biri çıksın bizi kurtarsın diye bekliyordu fakat bu sefer 40 çerisiyle Kür Şad gelip esarete başkaldırmayacaktı.
Her bireyin kendinden sorumlu olduğu bir toplumda yanlışları düzeltmek ise kendinden başlamasıyla sonuçlanır. Bu şuurdan yoksun olan birey sorumluluklarının bilincini başkalarında arayarak, insan olma özelliğini kaybederek gitgide hayvanlaşmıştır. Çobanı olmadan hiçbir iş yapamaz hale gelmiştir. İnsanı insan yapan değerlerden akıl ve düşünceyi bir arada kullanamayan bu sürü uçurumun kenarında olmasına rağmen düşeceğinden habersizdir.
Bütün bu elim şartlar altında bize bu sürüyü uçurumun kenarından alıp insanlaştıracak, Doğu ve Batı’yı önce eş değer hale getirip daha sonrasında kendi milletini öne çıkarmayı başaracak, milli birliğini tehdit edecek durumlar içerisinde yara almadan bir bütün halinde savaşacak Türk Gençliği lazımdır.
Kendini tanıdığı kadar düşmanını tanımayan bir milletin, savaşmak için bütün yiğitliğiyle namertlerin karşısına çıktığı anda hain bir tuzakla, güçlü nükleer silahlarla yenilgiye uğraması sanıyorum ki şaşılacak bir olay değildir.
Batı’nın her türlü fitne ve fesadına karşılık Türk’ün kudretiyle ilmi, iktisadi, strateji vb. yönünden birleştirici unsurları bir arada bulunduran, düşmanı kaçan atlar gibi çatlatan milli ülkülerimizi gerçekleştirdiğimiz takdirde elimizde bütün cihan devletlerinin birleşmesiyle yıkamayacağı güçlü bir Türk Yurdu olacaktır.
Nitelikli bir Türk gencinin oluşmasında Remzi Oğuz ARIK’ın da konuya değindiği gibi Türk kadınının önemli bir rolü vardır. Kadını annelik yönünden ötürü, belirli bir yaşa kadar çocuğun zihniyeti aile hatta daha çok anne çerçevesinde oluşur. Erişkinliğe ulaşana kadar çocuk üzerinde oluşan Türk kültür ve tarihini merak etme arzusu onu araştırmaya dolayısıyla okumaya sevk edecektir. Bu bilince sahip çocuk zaman ilerledikçe yetişip çevresine yeni yönler kazandıracak ve başka zihinlere ışık tutmayı sağlayacaktır. Döngünün bu şekilde ilerlediği bir ülkede Sancar’ın kahkahası yüzyıllar geçse de engeller karşısında eğilmeden susmaz bir edayla kulaklarda çınlayacaktır.
Geleceğin her alanda başarılı olabilecek şekilde çalışan milli gençliğe göre şekilleneceği bir zamanda, namert düşman Çin’e bile mertmiş meğer dedirtecek dört yöndeki eli kalem zihni kan olan hasımlara karşı tıpkı 639’da Çin Saray’ını basan Kür Şad’ımızın yaptığı gibi 21. YY‘da cehalet duvarlarını yıkmış küçük bir topluluktan beklemedikleri bir anda yine vurgun yiyecektir.
Kür Şad’ın ruhunun tek bir vücuda sığmadığı şu dönemde inanıyorum ki ahlak değerleri sağlam ve donanımlı olmamız, mefkûrenin ve milli tarihin omuzlarımıza yüklediği asli görevdir.