Safter TANIK
Türkiye; AKP iktidarı, 15 Temmuz darbesi ile yönetilemeyen bir ülke haline geldi. Bunun çaresi, “başkanlık sistemidir” dendi. Sistemsizlik, sistem haline getirilerek de bu adeta dayatıldı.
Kabahat, parlamenter sistemde mi?
Parlamenter sistemin; Türkiye’de, 140 yıllık tarihi bir geçmişi var. Zaman zaman siyasi istikrarsızlığı doğurmuş ise de; bu konuda, önemli bir bilgi ve tecrübeye sahibiz. Halkın yönetime katılımı ve iradesini yansıtması açısından demokratik, milli devlet-üniter yapıyla uyumlu olmasıyla da milletin ve devletin birliğine hizmet eden bir sistemdir.
İşliyor mu?
Parlamenter sistemin, gereği gibi işlediğini söyleyemeyiz. Ancak; bu, sistem ile ilgili değildir. İktidarın “bildiğim bildik” gibi hareket etmesi, yani demokrat olamaması; etkin bir muhalefetin bulunmayışı, sivil ve askeri bürokrasinin ağırlığını kaybetmesi ile ilgilidir.
Örgütlü Toplum Yok
Bizde; “muhalefet” denince, meclis içi muhalefet ve siyasi partiler akla geliyor. Oysaki meclis içi muhalefetin güçlü olması, meclis dışı güçlerin vereceği desteğe bağlıdır. Bu da “örgütlü toplumun” var olması ile mümkündür. Yani örgütlü toplum, parlamenter sistemin alt yapısını oluşturur. Bu nedenle örgütlü toplumun olmadığı bir ülkede, parlamenter sistem aksak çalışır.
Kurumsal Kimlik İkinci Planda
Diyeceksiniz ki; “Türkiye’de siyasi partiler, dernekler, sendikalar, birlikler, odalar var”. Doğrudur. Ancak; bunların, kurumsal kimliği ikinci plandadır. Zira öne çıkan; örgütün misyon-vizyonu ile tabanın iradesi değil, yönetimi elde tutanın çıkar ve iradesidir.
“Oligarşik Demokratik Yönetim” Var
Demokrasi, modern toplumun bir ürünüdür. Modern toplum; aynı zamanda, millet olmuş bir toplumdur.
Millet olmuş toplumda, birey; kula-kulluktan kurtulmuş, akıl ve sorumluluk çerçevesinde hareket eden, hür iradesini ortaya koyan bir varlıktır. İşçi-köylü-esnaf-serbest meslek sahibi-sermaye-aydın-kadın ve üniversite gençliğinin kurumsal özelliğe sahip örgütleri vardır.
Bir ülkede; siyasi parti-dernek-sendika-oda-birliğin kurumsal varlığı yerine, yönetimi elde tutan ile O’nun çıkar ve iradesi öne çıkmış ise; orada parti-dernek-sendika-oda-birlik patronları, büyük sermaye-kara para babaları, aşiret-toprak-cemaat-tarikat ağaları, yandaş medya yazarı, bana neci üniversite aydını vardır. Buna; “oligarşik yönetim”, ortada sandık olduğu için de “oligarşik demokratik yönetim” denir.
Batı’da ve Bizde Örgütlü Toplumun Kaynağı
Batı Avrupa’da; siyasi parti-dernek-sendika-oda-birlik vb. örgütler, ekonomik-sosyal-kültürel gelişim sonucu ortaya çıktı. Sınıflar arasında vuku bulan kanlı kavgalar ile kazanıldı. Bunun için; örgütün misyon ve vizyonu esas kabul edildi, aidiyet-ilgi-görev-sorumluluk-sorgulama-itiraz-eleştiri-direnme-uzlaşma kültürü ile birlikte kurumsal bir kültür gelişti.
Bizde ise; milli devletin gereği ve parlamenter sistemin alt yapısı olarak oluşturuldu ya da oluşmasına müsaade edildi, milli eğitim ve kültür politikası ile de kurumsal kültür verilmeye çalışıldı.
Örgütlü Toplumdan Örgütsüz Topluma Geçiş
Ortada, “hazıra konmak” gibi bir durum vardı. Eğitimsiz ve kurumsal kültürden yoksun taban; ilgisiz kaldı, görev ve sorumluluk almaktan kaçındı, meydanı fırsatçılara bıraktı.
1938 sonrasında, özellikle; 1945’te, milli eğitim ve kültür politikası terk edildi. Bu da; kök salmaya çalışan kurumsal kültüre bir darbe vururken, kurumsal kültürün çarpık gelişimine yol açtı.
1950’lili yıllarda; iktidar, örgütlü toplumu bir tehdit kaynağı olarak gördü. Kapatma, alternatif örgütler oluşturma, yandaş kazanma, pragmatik-popülist kişileri öne çıkarma yolu ile müdahil oldu. Bunun yanı sıra; toprak ağaları-aşiret reisleri-tarikat ve cemaat önderlerine destek vererek, milletin kurumsal sosyal yapısına alternatif bir sosyal yapının temelini attı.
1960-1980 döneminde; örgütlü toplum, tekrar öne çıktı. Ancak; iktidarı, tehdit eden bir kaynağa dönüştü. İktidarın; direkt veya dolaylı olarak müdahale ettiği, muhalefetin ise; olur olmaz yerde başvurup yozlaştırdığı bir alan oldu.
12 Eylül yönetimi; kapatma ile örgütlü toplumun sonunu getirdi, güç ve az buçuk var olan kurumsal kimliğini bitirdi.
Yeniden yapılanmada; siyasi parti, dernek, sendika, oda, birliğin tüzel kişiliği değil, başkanı muhatap kabul edildi. Başkana; Dernekler Kanunu ve Siyasi Partiler Kanunu ile olağanüstü yetkiler verildi, tek sorumlu olarak görüldü.
Özal’ın küreselci politikaları; bireyi eve kapatıp, görsel medya ile karşı karşıya bıraktı, asosyal bir konuma getirdi. Milletin kurumsal sosyal yapısına alternatif, din-mezhep-etnik temelli bir sosyal yapıyı üretti.
Örgütlü toplumun güç kaybetmesi ve kurumsal özelliğini yitirmesi, sosyal alanda bir boşluk doğurdu. Bu boşluğu ise; kimin veya kimlerin ya da hangi gizli servisin finanse ettiği belli olmayan, çevreci-anarşist-lezbiyen-gey-demokrat vb isim altındaki taşeron sivil toplum örgütleri ile dini-mezhebi-etnik amaçlı örgütler doldurdu.
2002’de iktidara gelen AKP; etnik söylemi, cemaat-tarikatları öne çıkaran tutum ve davranışı ile din-mezhep-etnik temelli sosyal yapıya bir güç kazandırdı. Haliyle iki farklı sosyal yapıyla “ Avrupalı olacağız” derken, gelişmiş bir Ortadoğu ülkesi olduk.
Etkin ve Verimli Olamayan Bir Bürokrasi
Bürokrasi; devletin varlığı ve yönetimi için her ne kadar büyük bir önem taşıyor ise de, ülkemizde; yönetimdeki etkinliğini gittikçe kaybettiğine ve verimli çalışamadığına şahit oluyoruz.
Bürokrasinin Yönetimdeki Önemi
Hükümet; ülkenin politikalarını belirlese de, bunun hazırlık safhasında bile bulunan, uygulayan ve denetleyen bürokratlardır.
Hükümet politika ve kararlarına teknik-hukuki bir özellik kazandırır, kararları uygular, yanlış-gayri hukuki kararlara itiraz eder, yeniden düzenlemeyi dayatır. Hükümet ile birlikte her türlü idari ve askeri uygulamada ortaya çıkar. Haliyle hem teorisyen, hem pratisyen, hem de kontrolör gibi bir özelliğe sahiptir.
Yani sivil-askeri idareci ile yargıyı bünyesinde barındıran bürokrasi, devletin olmazsa olmazı olup, devlet için hayati bir önem arz eder. Bu da; O’nu, iktidar veya muhalefet ya da yönetimi ele geçirmeyi düşünenin hedef tahtası yaptı. Zira “bürokrasiye hâkim olan, ülkeyi yönetir” diye bir düşünce vardır. Bu düşünce, kısmen de olsa doğrudur.
Bürokratta Olması Gereken Özellikler
Bürokrat; kurumsal misyon-vizyon bilinç ve sorumluluğuna sahip, milliyetçi, idealist, erdemli, bilgili, çalışkan bir özellikte olmalıdır.
Zira kurumun görev ve hedefleri çerçevesinde hareket etmesi, verimli olması, ihraç-istifa-tayini göze alarak hükümetin hatalı-yanlış-gayrihukuki kararına “hayır” demesi ve direnmesi; ancak ve ancak bu özelliğe sahip olması ile mümkündür. Bunun için özel kanunlar ile koruma altına alınmıştır.
Haliyle kurumun görev-hedef-sorumluluk bilincine vakıf olmayan, grup veya yandaş amacı taşıyan, mesleğini sevmeyen, devlete ve millete küfreden, devleti bir iş-kazanç kapısı gibi gören, fitne-fesat çıkaran, fırsatçı-idare-i maslahatçı-sovmen-tembel-bilgiden yoksun bir bürokrat; ne iktidara, ne de halka faydalı olur.
Bürokraside Kurumsal Kimliğin Erozyona Uğraması
Cumhuriyet’in ilk yıllarında; bürokrasinin milliyetçi-idealist-erdemli- bilgili, çalışkan bir kadrodan oluşması amaçlandı.
Milli eğitim ve kültür politikası ile böyle bir kadronun yetiştirilmesine özen gösterildi. Hükümetin sivil-askeri bürokrat kökenli olması ise; bunu, kolaylaştırdı. Bu da; bürokrasinin, yönetimde etkin ve verimli olmasını sağladı.
1945’te; dünyadaki dengelerin değişmesi, ABD’ye yakınlaşma ve SSCB’nin gazının alınması gibi sebeplerle, sivil-askeri bürokrasideki milliyetçi-idealist kadrolar tasfiye edildi.
1950’de iktidara gelen DP’nin, bürokraside bir kadrosu yoktu. Tabii olarak, kendisine destek verecek bir kadro arayışına girdi. Bu arayışı, fırsatçı ve idare-i maslahatçı kişilerin önünü açtı. Bürokrasiyi istihdam alanına dönüştürmesi ise; “devlet kapısını iş ve kazanç kapısı olarak” görenlerin uğrak yeri yaptı. Haliyle bürokrasinin yozlaştırılmasında, bir adım daha atıldı.
1960-1980 döneminde, 27 Mayıs ve 12 Mart yönetiminin başvurduğu yoğun ihraçlar dışında; iktidar, bürokraside bir denge politikası izledi. Bürokrasi; ideolojik grupların kadro yarışına ve kavgasına sahne oldu. 12 Eylül yönetimi, ihraçlar ile bürokrasiyi gövdesinden budadı; bürokrasi, etkin ve verimli olmaktan çıktı.
Özal’ın küreselci politikaları; bürokraside, ahlaki bir erozyona neden oldu. Ülkücü ile devrimci kadrolara karşı; alternatif olarak tarikat ve cemaat kadrolarını ileri sürmesi, Gülen Cemaati’nin önünü açtı.
2002’de iktidara gelen AKP; özellikle askeri bürokrasiyi, iktidarına karşı bir engel olarak gördü. Gülen Cemaati’nin bürokraside var olan kadrosunu güçlendirerek bu engeli aşmayı düşündü. Bunu yapması da 15 Temmuz Darbesi’ne giden süreci başlattı.
15 Temmuz Darbesi; sivil-askeri bürokraside, yeni bir ihraç dalgasını başlattı. Bu da; bürokrasinin, görevini yerine getirmede, zorlanacak kadar küçülmesine neden oldu.
Yönetim Sorununa Bakış ve Çözüm Mantığımız
Bizde, sorun ortaya çıktığı zaman; sorunun “neden ve niçin” çıktığı sorgulanmaksızın, “karar almak ya da kanun çıkarmak” gibi alışkanlığımız; olmazsa “yenisine başvururuz” diye de basit, kolaya kaçan bir mantığımız var.
Oysaki alınan her karar ve çıkarılan kanun; yeni bir sorunu doğurur, mağdurlar yaratır. Bunu; biliriz, görürüz; yine de tekrar eder dururuz. İşte doğu felsefesi, böyle bir şeydir.
Batı’da, kanun çıkarmak; bilinmeyen bir durumun ortaya çıkışı ile mümkündür ve olağanüstü bir özellik taşır. Bizde ise olağan işlerden sayılır. Bunun için orada istikrar, bizde de sürekli gerginlik ve istikrarsızlık vardır.
Hele “Başkanlık Sistemi” gibi yönetim sistemi ile ülkenin düzenini etkileyecek bir karar, ancak ve ancak savaş-devrim gibi olağanüstü bir olay sonucu mümkündür. Halkın talebi, örgütlü toplumun temsilcileri ile üniversite-aydının görüşü ve kurucu meclisi gerektirir.
Bizde ise; halkın talebi olmaksızın, getirisi ve götürüsü ciddi şekilde tartışılmadan, parti liderleri arasındaki uzlaşma ile karara bağlanmaya ve talep yaratılmaya çalışılan, olağan bir olay görünümünde.
Cumhurbaşkanlığı Başkanlık Sistemi
Medyaya yansıdığı kadarıyla, AKP’nin; MHP’ye sunduğu başkanlık sistemi anayasa değişikliği taslağında, yürütme; cumhurbaşkanı, yardımcısı ve bakanlardan oluşuyor. Cumhurbaşkanı; hem devletin, hem de yürütmenin başı kabul ediliyor.
Cumhurbaşkanı; “yardımcısı-bakanlar ile kamu yöneticilerini atamak ve görevine son vermek, Anayasa Mahkemesi-Danıştay-Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu-Yüksek Öğretim Kurulu üyelerinin yarısı ile Yargıtay Cumhuriyet Baş Savcısı ve Üniversite rektörlerini seçmek, TBMM seçimlerinin yenilenmesine karar vermek, kanun hükmünde kararname çıkarmak” yetkisiyle donatılmış.
Hakkında soruşturma açılması için; TBMM üye tamsayısının üçte ikisinin, Yüce Divana sevki için de; dörtte üçünün gizli oyla yapılan oylamada “evet” demesi gerekiyor.
Buna göre, sistem; yasama-yürütme-yargı gibi kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırmış. Zira yönetim ve kontrol, tek elde toplanmış.
Yani Cumhurbaşkanı yardımcısı, bakanlar, meclis, yargı, bürokrasinin bir inisiyatifi yok. Öncelik ve üstünlük; tek kişiye, Cumhurbaşkanı’na tanınmış. Bu da; “yönetim-kontrol mekanizması içinde mevki-makamı ne olursa olsun hiç kimsenin bağlayıcı bir irade ortaya koyamaması, tek kişinin ağzından çıkacak söze bakması” demek. Bunun için buna; teknik anlamda “Otokratik yönetim”, ortada sandık olduğundan da “Otokratik Demokratik Yönetim” denir.
Ne gibi sorunlar doğurur?
Sistem; “Başkan, hata yapmaz” diye bir mantığa dayanıyor. Oysaki her beşer gibi, Başkan da hata yapar.
Sistem; Başkan’a, olağanüstü yetkiler veriyor. Bu da; O’na aşırı özgüven kazandırır, büyük bir yük-risk ve stres yükler. Aşırı özgüven; tedbir ve müşavereden alıkoyar, büyük yük-risk ve stres ise; hata yapmayı kolaylaştırır.
Sistem; yönetim-kontrol mekanizmasında, cumhurbaşkanı dışında; mevki ve makamı ne olursa olsun, hiç kimseye bir inisiyatif tanımıyor. Bu da; hatalı kararın en tepeden en alta kadar kontrol ve düzeltme olmadan intikaline, işlerin ağır aksak yürümesine, durmasına; hatta işin içinden çıkılmaz bir hale dönüşmesine yol açar.
Sistem; Başkan’ın, dış siyasette politik bir davranış sergilemesine imkân vermiyor. Yani Başkan’ın top çevireceği veya atacağı bir alan yok. Bu da; O’nu emperyal devletlerin tek muhatabı yapıyor, işlerini kolaylaştırıyor. ABD’nin; Orta ve Latin Amerika ülkelerinde, etkin olmasının bir nedeni de başkanlık sistemidir.
Düzen değişikliğine gider mi?
Parlamenter sistem; nasıl ki milli devlet-üniter yapı-merkezi yönetimle bir bütünlük arz ediyor ise, başkanlık sistemi de; âdem-i merkezi yönetim-federal yapıyla bir bütünlük arz eder. Haliyle birini değiştirirseniz, diğerlerini de değiştirmek zorunda kalırsınız. Bu da; ülkede, düzen değişikliğine kadar gider.
“Üniter yapı korunacak” deniliyor.
Başkanlık sistemi; merkezi yönetim kurallarıyla değil, âdem-i merkezi yönetim kurallarıyla işler. Bu nedenle; çok geçmeden, zorunlu olarak; “Başkan’ın yetkilerinin genişliği”, tartışılır bir hale gelir.
Şartlar, istemese de Başkan’ın; yerel yönetimlerden başlayan, tepeye kadar uzanan, bir yetki devrini gerekli kılar.
Yetki devri; milli meclis ve merkezi yönetim dışında, “vilayet-eyalet-bölge” adına ne dense densin meclis ve yönetimleri doğurur.
Vilayet-eyalet-bölge gibi meclis ve yönetimlerin doğması; anayasada yazılı “üniter devleti” gölgede bırakır, devleti; fiili olarak federal devlet yapısına dönüştürür.
Federal devlet yapısı ise; laiklik, Türklük gibi kavramları tartışılır hale getirir. Haliyle egemenliğin kaynağı ve millet kavramına yeni bir tanım ve açıklama getirilir.
Bu; devam eder, gider. Buna da “düzen değişikliği” denir.
Doğru olan nedir?
Türkiye; yaklaşık 200 yıllık bakanlar kurulu, 140 yıllık parlamenter sistem bilgi ve tecrübesine sahip. Başkanlık Sistemi’nde ise; tarihi tecrübemiz yok, ciddi sorunları doğuracağı da bir gerçek. Haliyle doğru olan, parlamenter sistemin güçlendirilmesidir. Yani sökülen taşların yerli yerine oturtulması, oyunun kuralına göre oynanmasıdır.
Başkanlık Sistemi talebinin, nedeni nedir?
“Yönetim sorunu ve siyasi istikrar” dense de, buna katılmıyorum. Bunun; daha çok Özal’dan bu yana süregelen ABD dayatması, oyunun bozulması, Suriye-Irak’ta ortaya çıkan fiili duruma karşı başvurulacak bir tedbirle ilgili olduğunu düşünüyorum. Ancak; bunun, gerçek nedenini zaman gösterecek.