Bülent Vedat AYDEMİR
Yüce Peygamber’imiz Hz. Muhammed (S.A.V) zamanında Halifeliğin bir önemi olmadığı için Hz. Peygamber Halifeliği kimseye vasiyet etmemişti.
Dört Halife döneminde devletin idaresi Halifelik şeklindeydi ve hükümdarlık karakteri ortaya çıkmamıştı. Bu dönemde sadece dinin rıza gösterdiği kimseler seçim yolu ile halife yapıldılar.
Dört Halife döneminden sonra, Emevî’ler zamanında, Muaviye’den itibaren, devletçiliğin gereği olarak Hükümdarlık ile Halifelik tek bir şahısta toplandı ve vasiyet yolu ile devredilmeye başlandı. Abbasi’ler zamanında da durum değişmedi.
Daha sonraki zamanlarda Büveyhi sultanın elinde kukla durumuna düşen Abbasi Hükümdarı ve Halifesi Kaim Biemrillah’ın, Selçuklu Sultanı Tuğrul beyi Bağdat’a davet etmesi ve Tuğrul bey’in 1055 yılında Bağdat’a gelip Hükümdarlığı ele almasından sonra, Halifelik sadece dini liderlik haline geldi. Bu durum Selçuklu döneminde de devam etti.
1517 yılında Osmanlı Hakanı Yavuz Sultan Selim Han Memluk halifesi 3.Mütevekkil’den Halifeliği almasıyla halifelik Osmanlılara geçti.
Hilafet ile hükümdarlık tekrar birleştirilmiş oldu.
Osmanlı Padişahları Halife’lik unvanını uzun süre etkin şekilde kullanmadılar.
1774 yılında Ruslarla yapılan Kırım Savaşı ardından imzalanan Küçük Kaynarca antlaşması ile Ruslara Osmanlı vilayetlerindeki Hıristiyanlığı (Ortodoks) koruma hakkı verilmiş, buna mukabil Osmanlı Padişahının Halife sıfatı ile Rusya Müslümanlarının hamisi olması kabul edilmişti.
Bu tarihten sonra Halifelik makamı önem kazanmaya başladı.
1856 Paris anlaşması ile Osmanlı’nın Avrupa devleti olarak kabul edilmesi neticesinde, Rusya eski gücünü yeniden kazanacağı endişesiyle Osmanlı Devleti’ni, Rus Müslümanlarını özgürlük mücadelesine teşvik edebilecek bir tehlike olarak görmüş ve güvenliğini sağlamak için Asya’nın Müslüman topraklarına yayılmaya başlamıştı.
Rusların Orta Asya’daki ilerleyişlerine karşı önceleri pasif davranan İngilizler, Rusların daha sonraki hedeflerinin İngiliz egemenliğindeki Hindistan’a doğru olacağından korkmuşlar, Rusların ilerlemesini durdurmak ve Orta Asya Müslümanlarını seferber etmek için Osmanlı Hilafetinden yararlanmak istemişlerdir.
Sultan 2. Abdülhamit o ana kadar uluslar arası işlemlerde Halifelik unvanını etkili bir şekilde kullanmamıştı. Orta Asya ve Hindistan’daki Müslümanlarla olan ilişkisi salt dini karakter taşıyan ilişkilerdi. Hindistan’da İngilizlerin başını derde sokacak durumda olmasına rağmen, orada, bir siyasi faaliyete girişmemiş “cihat çağrısından” daha etkili olduğunu düşündüğü “cihat tehdidini” kullanmıştı. Ayrıca Osmanlıların Hilafeti ele geçirilişinin 400. Yıl törenlerinin yapılmasını da reddetmişti.
Çökmekte olan imparatorluğu yaşatabilmek için, yeniden dirilen İslâm’ın, ülkenin maddi geri kalmışlığına çare olamayacağını anlamış idari, iktisadi ve eğitim alanlarında modern uygulamalar yapmıştı.
Sultan Abdülhamit teokrasiye inanmış bir padişah değildi; sık sık “ din ile bilim ikisi de bir inançtır “ diyerek din adamlarının politikaya ve hükümet işlerine karışmasına izin vermemişti. Şeyhülislâmı etkisiz hale getirerek din, devlet ve toplum arasında dış uyumu sağlamaya çalışmıştı. Türk tarihi onun zamanında millileştirilmiş ve Türkleştirilmişti.
Sultan Abdülhamit kendini açıkça Türk olarak ilan etmiş ve Türk milletinin bir ferdi olduğunu için şeref duyduğunu her daim söylemiştir. Müslüman birliği kavramını ise, bunu Avrupa’nın Osmanlı topraklarındaki emperyalist emellerini önlemenin bir aracı olarak görmüştür.
Sultan Abdülhamit 1897 Yunan savaşında cihat çağrısı yapmamıştı. Yerine geçen Sultan Reşat ise, Halife unvanını kullanarak, Almanya’nın savaşı kazanması için, İslâm dünyasına cihat çağrısı yapmıştı. Bu Çağrıya çok sınırlı cevaplar gelmişti.
Kurtuluş savaşı öncesine kadar halifeliği kısaca özetlemiş oldum.
Bilindiği üzere kurtuluş savaşı veren TBMM hükümetine karşı, İstanbul’daki damat Ferit, Ali Rıza paşa ve Tevfik paşa başkanlığındaki hükümet yandaşlarıyla ve Hilafet taraftarlarınca yurt sathında şiddetli bir muhalefet yapılmıştı.
İşgalcileri vatandan kovmak için verilen kurtuluş mücadelesi, Halife ve İstanbul hükümeti tarafından “Padişaha ve Halifeye karşı ayaklanma” olarak vasıflandırılmış ve mücadeleye katılmamak için fetvalar yayınlanmıştır.
Amerikan mandacıları, İngiliz muhipleri, Anzavurlar, Kızıl hançerler, Zeynel Abidin partisi, Nigehbânlar ve Hilafet ordusu gibi oluşumlarla kurtuluş savaşı mücadelesi sekteye uğratılmak istenmiştir. Bu oluşumlar TBMM hükümetine karşı yapılan çeşitli isyan hareketlerine direk veya dolaylı olarak destek vermişlerdir.
Kurtuluş savaşı zaferle neticelendikten sonra İstanbul’daki Tevfik Paşa hükümeti Atatürk’e bir telgraf çekerek ” memlekette düşman kalmadı, o halde Padişah yerinde, hükümet onun yanında olmalıdır” diyerek bütün olanların unutulmasını ister gibiydi.
TBMM 1.Kasım 1922 tarihinde çıkardığı bir kanunla Saltanat ve Hilafet birbirinden ayırt edildi ve saltanat kaldırıldı. Sultan Vahdettin’in 17.Kasım.1922 de yurt dışına çıkmasından sonra, 18.Kasım.1922 tarihinde Abdülmecit efendi TBMM tarafından yeni Halife seçildi.
Saltanatın kaldırılmasıyla; şahıs hakimiyetine bağlı devlet şeklinden, milletin hakimiyetine bağlı devlet şekline geçilmiş oldu.
14.Ocak.1923 tarihinde Şükrü Hoca Efendi ve arkadaşları tarafından “İslâm Hilafeti ve Büyük Millet Meclisi” adıyla yayınlanan bir risalede, TBMM sini Halife’nin danışma kurulu, Halife’yi de meclisin dolayısıyla devletin başkanı olarak kabul edilmesi istenmiştir. Bunda maksat, Sultan ve Padişah unvanı taşıyan hükümdar yerine Halife unvanını taşıyan bir hükümdar getirilmek istenmesidir. Bu fikirler Rauf(Orbay) bey ve arkadaşlarınca uzun bir süre basında ve meclis kürsüsünde hararetli bir şekilde savunuldu.
Lozan Antlaşmasının TBMM kabul edilmesi ve ardından Cumhuriyet’in ilanı ile Devlet başkanlığı makamına Cumhurbaşkanının geçmesi, Devlet başkanlığının Hilafet makamında tecelli etmesi gerektiğine inananların bütün ümitlerini bitirdi.
Bu tarihten itibaren Cumhuriyetin ilanına engel olamayanların, devlet başkanlığı makamının, orada Halifenin oturması sağlanıncaya kadar gerekli çalışmaların yapılması günümüze kadar devam etmiştir.
Türkiye Cumhuriyetinin “İslam devleti” ne dönüştürülmesi ve devlet başkanının “Halife” olması ideolojilerinin ana felsefesi olan siyasal İslâmcıların devlet başkanlığını istemelerinin ana gayesini göz ardı etmememiz gerekmektedir.