Abdülkadir SEZGİN[1]
ÜLKEMİZDE MEZHEP KAVGASI HİÇ OLMADI
Türkiye’de mezhep farklılıkları olmakla birlikte, bu mezhepler arasında tartışma dâhil mezhep çatışması veya kavgası asla olmaz; olamaz, olmayacaktır. Bunu peşin olarak kabul etmeliyiz.
Kim, nerede, ne zaman, ne söylerse söylesin ülkemizde “mezhep tartışması, kavgası” asla olmaz. Geçmişimizde de olmamıştır. Bunu herkesin aklına yerleştirmesi ve kabul etmesi gerekir.
Bu satırları okuyanlar Sivas’tan başlayarak pek çok örnek verebilirler. Ama bilmedikleri veya anlamadıkları bu yanlışların, kavgaların özünü oluşturan şey bir birine düşman ideolojiler ve siyasetti. Bu ideoloji ve siyaset kaynaklı çatışma çıkaranların da küresel emperyalizm olduğu hakikatini yeteri kadar görememiştik.
Din veya mezhepler arası bir çatışma bu topraklarda olmadı.
ABD yanlıları ve Sovyet yanlıları diye ikiye ayrılmış 20. Yüzyılın dünyasında ne mezhep, ne de dine dayalı bir ideoloji var mıydı? Olabilir miydi?
Biri kapitalist, diğeri Marksist – komünist düşünceye Mensup olanlar arasında mezhep tartışması veya kavgası olamazdı.
Vahşi kapitalizm ile Marksizm, Leninizm, Maoizm gibi düşman ideolojiler, kutupların oluşturulması iç çatışmaların da sebebi değil miydi?
– Ülkemizde Şafii’lerle Hanefi’ler mi çatışmışlardı?
– Yoksa ülkemizde yoğun olarak ideolojik, marjinal “selefi” mezhebi ile Sünni mezhepler mi çatışmışlardı?
– Başka bir soru daha var:
– Mezhep savaşını yoğun olarak Iğdır’ın Şii/Caferileri ile Türkiye’nin Sünnileri mi yapmışlardı?
Geçmişte de çatışmadan ve böyle bir tehlikeden bahsedenler temel bilgilerden; ülkemizde var olan mezheplerden bile haberi olmayan; aydın unvanları olmakla birlikte, aydınlanamamış bir takım insanların yanlış ve/veya ideolojik algı veya saplantılarından kaynaklanan endişeler taşıdıklarında kuşku yoktur.
Kültürümüzü, tarihimizi, inancımızı; inancımızda mezhep, tarikat, cemaat gibi tanımların ne olduğunu bilmeyen aristokrat, bürokrat, akademisyen, din adamı ve siyasetçiler olduğunu çok yakından biliyoruz.
İllegal din gurupları, tarikatlar, cemaatler yanında dini bilmeden “din hizmeti verdiğini zanneden” ve hangi fraksiyona bağlı oldukları tartışılan ve kendi kendilerine “İslamcı Hoca” ismini yakıştırmış olan ve ne bildikleri belli olmayan kişilerle birlikte yaşadığımızı biliyoruz.
Siyasetle işbirliği yapmış, başka bir deyimle, siyasete koalisyon ortağı olmuş bu illegal örgütlerin gerçek gayelerinin ne olduğunu kim, nasıl ve hangi koalisyon protokolü ile ortak olduklarını ve ortaklıktaki yetki ve sorumluluklarını biliyorlar mı idi?
“İnsan bilmediğinin düşmanıdır” sözünü söylemiş atalarımızın ne kadar haklı olduğunu bugün daha iyi anlamaktayız.
Özellikle siyaset, ideoloji veya strateji gereği topluma bakan ve çok küçük farklılıkları veya uygulama örneklerini “ayrı mezheplerin varlığı” olarak değerlendirmeleri sonucunda “mezhep çatışması endişesi” belirtmeleri tamamen din, tarih ve kültürel olarak bilgisizlikten; cahillikten veya köylülükten kaynaklanan yanlış algılardı.
- Din, şeriat, mezhep, tarikat dediğimizde kim ne anlıyor?
- “Yol ve erkân” neyi ifade ediyor?
Din, siyaset ve ideoloji ile izah edilemez. Din, siyaset veya ideoloji olarak kullanıldığında din olma özelliğini kaybeder.
Bu durumda dine gerçekten inanan insanlar dinin siyasallaşması veya ideolojiye dönüşmesi sebebiyle din ve dindarlık anlayışında bozulma ve dinden uzaklaşmanın başladığını görerek, dine karşı tavır bile alabilirler.
Gümünüzde dindarlığın azalmış olmasında yukarıdaki hususun etkisi yoktur, demek ne kadar doğrudur?
DİN NEDİR? DİN DEYİNCE NE ANLAMALIYIZ?
Din, Arapça bir kelimedir. “Allah’ın kanunu” olarak da ifade edilir. Allah’ın insanları yaratılış amaçlarına uygun olarak yaşamaları için Peygamberler aracılığı ile gönderilmiş “ilahi bir kanun” olarak anlatılır[2]. Bu kanuna uyanlar dünyada ve ahirette mutlu olacaklardır.
Ülkemizin ana sorunlarının başında “aydın sorunu“ ile kültürel sorunların bulunması sebebiyle konuyla ilgili olarak “doğru“ zannedilen bazı yanlışlara işaret etmek istiyorum.
Din; Arapça olan bu kelime, sözlük anlamı olarak, itaat, ibadet, ceza ve hesap gibi anlamları ifade eder.
Din, terim olarak ise, aklı başında insanların, kendi hür ve özgür iradeleri ile kabul ettikleri, kendilerini saadete ulaştıran ilahi bir kanun olarak izah edilir.
Bu kapsam içinde yer alan semâvi din/ İlahi din olarak kabul edilen dinler aklın, neslin, canın, dinin ve malın muhafazası gibi ortak bir amaç güderler.
DİNLER GENEL OLARAK ÜÇE AYRILIR
- Hak Dinler: Bunlar yukarıdaki tarife uygun olarak Allah tarafından, Peygamber aracılığı ile insanlara gönderilmiş dinlerdir. Bunlara “İlahi ve semavi dinler” denir.
Semavi dinlerin hepsi esas bakımından birdirler. Yalnız aralarında ibadetler ve hukuk kuralları bakımından farklılıklar vardır.
Hz. Âdem’den, Hz. İsa’ya kadar gelmiş bütün peygamberlerin, insanlara bildirmiş oldukları dinler iman esaslarında bir olup, “bir” Allah’a iman etmeye dayalı iken, bunlar sonradan bozulmuş ve asılları kaybolmuştur.
Son Peygamber olarak gönderilmiş olan Hz. Muhammed, bütün insanlığa peygamber olarak gönderilmiştir. Bu sebeple de Kur’an son İlahi Kitap’tır. Bu sebeple de Hak dinlerin en sonuncusu ve en mükemmelidir.
Hak dine inanan insanın, hayat boyunca, bu dinin öğrettiği inanca uyması; yalandan, haramdan, gönül kırmaktan ve yaratılış amacına uymayan davranışlardan ve Hakkı olmayan şeylere el uzatmaktan kendisini koruması demektir. Başka bir ifade ile dindar insan sadece ibadetlerle yetinmeyecek, sosyal hayatında da davranışlarını kontrol altında tutacaktır.
- Asılları değişmiş ve/ya asılları bozulmuş dinlerdir.
- Bâtıl dinlerdir. Bunlar asılları bakımından da gerçek bir din ile ilgisi bulunmayan dinlerdir.
ŞERİAT MEZHEP VE TARİKAT HANGİ ANLAMLARDA KULLANILMAKTADIR?
ŞERİAT kelimesi, daha çok modern Arapça’da “hukuk” anlamında kullanılmaktadır. Arapça konuşan ülkelerde, üniversite öğrencilerinden birine hangi fakültede okuduğu sorulduğunda Şeriat kelimesi,
daha çok modern Arapça’da “hukuk” anlamında kullanıldığı görülür.
Arapça konuşan ülkelerde, üniversite öğrencilerinden birine hangi fakültede okuduğu sorulduğunda “şeriat fakültesi” cevabı aldığınızda, öğrencinin Hukuk Fakültesi öğrencisi olduğu anlaşılır.
Şeriat, din anlamında da kullanılır.
Günümüz Arapçasında, “Şeriat” kelimesinden üretilmiş “bulvar” anlamında kullanıldığı da olur. Hava alanına giden bulvar “Şari-i mattar” olarak ifade edilir.
Bu bize Yunus Emre’nin şu beytini hatırlatır:
“Şeriat, tarikat yoldur varana
Hakikat, marifet andan içeri”
Burada anlatılan yol, İslam Dini’nin ana caddesi anlamını ifade eder. Bu ana caddenin günümüzdeki adı, batı dilleri karşılığı “bulvar” olmalıdır.
Yunus’a göre bu büyük yola bağlı “tarik” yol; çoğulu olarak “tarikat” yollar olduğu gibi, “Hakikat” ve “Marifet” adlı iki yoldan daha bahsetmektedir.
Bu yollar “Yol ve Erkân” olarak anılan ve anlatılan tasavvufi yollardır; insanı inceliklerle birlikte, “Hakk’a Vâsıl olmak”, “mutlak hakikate kavuşmak” isteyenlerin yolunu da hatırlamamız gerekiyor.
B- MEZHEP, din, itikat, inanç anlamına gelmekle birlikte, kelimenin tam karşılığı “gitmek” fiilinden türemiş bir kelimedir ve “gidilen yol” anlamındadır. Meslek anlamında kullanıldığı zamanlar da olmuştur.
İslam Dini içinde, dini uygulamalarda birden çok gidilen yol; mezhep oluşmuştur. Bunları iki ana gurupta toplamak gerekir:
1.SÜNNİ MEZHEPLER
- Şİİ MEZHEPLER
Sünni Mezhepleri de iki kategoride tasnif etmek gerekir:
- A) İNANÇ MEZHEPLERİ
- B) FIKIH MEZHEPLERİ (Bunlara amelî mezhepler) de denir.
- a) İNANÇ MEZHEPLERİ denildiğinde Sünni İslam dünyasının inanç (itikat) alanında “iki Mezhep” vardır.
- Eş’ari Mezhebi.
- Maturidi Mezhebi.
1.Eş’ari Mezhebi:
Eş’ari Mezhebi, içinde günümüzde varlığını sürdüren iki Sünni İnanç mezhebinden biridir.
Eş’ârîyye veya Eş’ârîlik, İslam itikadî mezheplerinden birisidir. Ebu’l-Hasen el-Eş’ârî‘nin öncülüğünde kurulan kelâm ekolüdür. Ehli Sünnet kelâmının Irak’taki mümessili Ebul Hasen el-Eş’arî’dir (v. 324/936).
Eş’ârîyye Mezhebi, aşırı fikirler içeren Mu’tezile’ye karşı bir anti-tez olarak doğmuştur. Fakat akaid meselelerinin ele alınışında kelâmı bir istidlâl olarak kullanmış, te’vile yer verilmiştir.
Eş’ârîyye ekolü önce Irak ve Suriye‘de yayılmış daha sonra da Nizamiye medreselerine Eş’ârî âlimlerinin tayin edilişiyle geniş bir alana yayılma imkânı bulmuş ve Mısır ile Mağrîb ülkelerine kadar yayılmıştır.
Ebu Hasan Eş’ari’nin (V: MS 935) kurduğu bu ekol, aklın hiçbir zaman gerçeğe ulaşamayacağını, kulların ancak kayıtsız şartsız inanmakla mutlu olabileceklerini ileri sürer. Doğal olaylar, nedenleri bilinmeyen ve belki de asla bilinemeyecek olan salt bir Tanrısal ilkenin ürünüdürler ve bu ilkece yönetilirler.
Bu anlayışa göre akıl, pek güçsüz bir veridir, aklın bugün bilemediğini yarın da bilemeyeceği söylenemez. Bu sebeple insan, bugün ulaşamadı diye belki de yarın ulaşabileceği gerçekler üstünde inancını yitirmemelidir. Bununla birlikte Eş’ariyye, özellikle de Selefiye gibi akımlar ele alındığında daha orta yoldadır ve hüküm verirken akla da yer verir.
Eş’ârîlik’ in en büyük tenkitçilerinden birisi ünlü Filozof İbn-i Rüşt’tür. Aslında genel olarak kelâm ve kelamcılara karşı çıkmış olsa da İbn-i Rüşd tenkitlerini en çok Gazali ve Eş’ariyye üzerinde yoğunlaştırır.
- Maturidi Mezhebi:
İslâm akaidinde imam Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud el–Maturidi’ye nispet edilen Mezhep’dir.
İmam Ebu Mansur el-Mâturidi’nin akaitteki mezhebine mensup olanların itikat alanındaki mezhebin adı; Matüridiyye veya Maturidilik denilir.
Alemü’l-Hudâ, İmamü’l-Huda ve el-Mütekellim lakablarıyla da anılan Matüridi takriben 238/852’de Maveraünnehir’de bulunan Semerkand‘ın Matürid köyünde doğmuş bir Türk çocuğudur. Günümüzde Matürid Köyü Semerkant’ın merkez mahallelerinden biridir.
333/944’te Semerkand’da vefat etmiştir. O, İslam’a çok değerli hizmetler vermiş öncü İslâm âlimlerinin başında gelir. Maveraünnehir’de Ehli Sünnet’e nispet edilen Kelâm ekolünün kurucusu ve mümessilidir.
Ehl-i Sünnette, Mâtûridîlik yaygın olan itikadî mezheptir. Niçin, neden, nasıl inanıyoruz sorularına akılla cevaplar veren mezhep anlamındadır.
İMAM MATURİDİ, AKLI AKILLA GEÇEN VE İNANÇ ESASLARINI AKIL ÖLÇÜSÜYLE KURAN İNSAN
Maturîdi’nin yaşadığı çağda, ilim ve edebiyata hizmet etmiş olan Samanoğulları Devleti (844-999) hüküm sürmekteydi. Bize kadar gelen Te’vilâtu’l-Kur’an ve Kitâbü’t-Tevhîd gibi eserlerinden anlıyoruz ki, Matüridi, Kelâm, Tefsir, Mezhepler Tarihi, Fıkıh ve Fıkıh usulünde derin bilgi sahibiydi.
Mâturidinin hocaları, ilimleri İmam A’zam Ebu Hanife’ye uzanan Ebu’n-Nasr el-İyazi, Ebu Bekr Ahmed el-Cürcânî ve Muhammed b. Mukatil er-Râzî’dir. Bunların hocası ise İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’den okumuş olan Ebu Süleyman b. Musa el-Cürcânî’dir.
İmameyn lakabıyla tanınan İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed, İmam A’zam’ın en seçkin talebeleriydi.
Matüridi, hocalarından İmam A’zam’ın akaide dair el-Fıkhü’l-Ekber, er-Risale, el-Vasiyye, el-Fıkhü’l-Ebsat, el-Âlim ve’l-Müteallim isimli risalelerini de okuyup rivayet etmiştir.
Sünni mezheplerden Hanefiler, inanç olarak Maturidi mezhebine mensuptur. İslam Dünyasında Müslümanların çoğunluğunu Hanefiler oluşturmaktadır.
Şafii, Maliki, Hanbeli mezhebine mensup olanlar, inançta (itikat) genel olarak Eş’ari mezhebine mensuptur.
- FIKIH MEZHEPLERİ (Amelî Mezhepler):
Bu alandaki mezhepleri günümüzde Şii Mezhepleri ve Ehl-i Sünnet Mezhepleri olarak tasnif etmek gerekiyor.
1.Şİİ OLARAK BİLİNEN MEZHEPLER
Hemen başlangıçta belirtmeliyiz ki, Şii veya Şiilik adıyla kurulmuş bir mezhep yoktur. Şii veya Şia veya Şiilik kelimeleri aynı alanda kurulmuş ve günümüzde yaşayan Üç mezhebi birlikte ifade eden bir isimdir.
Sünni Mezhepler denilince de aynı şey anlaşılmalıdır. Yani Sünni Mezhep adı ile mezhep yoktur. İtikadî 2 ve ameli 4 mezhebe birden Sünni Mezhepler denilir.
ŞİİLİĞİN ÜÇ MEZHEBİ:
Bu guruba dahil mezhepler hem itikadî, hem de ameli mezhep olarak kabul edilir.
- CAFERI MEZHEBI,
- İsmaili Mezhebi,
- Zeydilik,
Bu üç mezhep, Şii İslam dünyasında var olan mezheplerdir. Ülkemizde bunlardan sadece Caferi mezhebine mensup Müslüman Türkler vardır.
1.CAFERİ MEZHEBİ
Câʿferî Mezhebine mensup olanlar itikatta “İsna Aşeriyye Mezhebi”ne mensupturlar[3]. Câʿferî fıkhı, İmamiye-i İsna aşeriye (Oniki İmam) İslâm mezhebinin temelini teşkil eden fıkıh ekolüdür.
Câferîyye Şiîliği olarak adlandırıldığı da olur. Şiîlerin çoğunluğunun mensup olduğu mezhep Caferi mezhebidir. Caferilik, günümüzde İran İslam Cumhuriyeti’nin resmi mezhebidir.
Câferîlik’teki dini hukuk veya Şeriat ilkeleri, Kur’an ve Sünnetten çıkarılır. Sünnîlik ve Şiîlik arasındaki farklılık, Şiilik Hz. Peygamber’den sonra ilk yöneticinin hem peygamberin vasiyetiyle, hem de ilâhî seçimle Ali bin Ebu Talip olması gerektiğine inanılmasıdır.
Safevî Hanedanı
- yüzyılda Safevî Hanedanı’nın İmamiye-i İsnaaşeriye’yi devletin resmî mezhebi olarak seçmesiyle Caferilik adı kullanılmaya başlanmıştır.
İmam Cafer-i Sadık, Hicrî 148, Milâdî 8 Aralık 765 tarihinde Abbasî Halifesi Ebu Câ’fer “el-Mansur”un emriyle zehirletilerek öldürülmüştür[4] Medine’de meşhur Bâki Mezarlığı’ndadır. Mezhebin kurucusu İmam Cafer değildir. Caferilik, 8 yüz yıl sonra Onun adıyla kurulmuş mezheptir.
Caferilik, daha çok İran, Irak, Bahreyn ve kısmen de Azerbaycan’da hâkim olan Şiî mezheplerinden biridir.
Ülkemizde de Iğdır ilimiz merkezli Türkler de bu mezheptedir.
Türk Alevileri olan (Kızılbaşlar)ın Türklerin Şiîlik’le bağı veya ilgisi yoktur.
- İSMÂİLÎLİK YA DA İSMAİLİYYE MEZHEBİ
İsmâilîlik ya da İsmailiyye, (Arapça: el-Ismā’īliyyūn; Farsça: Esmā’īliyān; Urduca: Ismā’īlī) Şiîlik’te Cafer es-Sadık vefatında yedinci Şiî İmâmı olarak Musa bin Cafer el Kâzım‘ın yerine Cafer-i Sadık’tan önce ölmüş olan oğlu İsmâil bin Câ’fer el-Mûbarek’in oğlu Muhammed bin Ismail eş-Şâkir’i Yedinci imâm olarak kabul eden mezhepdir.
- ZEYDİYYE MEZHEBİ
Zeyd b. Alî Zeynelâbidin b. el-Huseyn b. Alî (v. 122/740); önce babasından, sonra kardeşi Muhammed el-Bâkır ve başkalarından okuyarak yetişti. Bütün İslâm uleması onun ilmi, yüce şahsiyeti ve takvâsı üzerinde ittifak etmişlerdir.
Bu mezhebin usulünü İmam Zeyd ortaya koymamış olmakla beraber, tâbileri onun İçtihatlarına bakarak tesbit etmişlerdir. Delilleri Kitâb, Sünnet, İcmâ’, Kıyas, İstihsan ve Akıl‘dır.
Akıldan maksatları: Şer’î delillerde hükmü bulunmayan bir meselenin akıl yoluyla iyi veya kötü, faydalı yahut da zararlı olduğuna hükmedilerek çözüme bağlanmasıdır.
Günümüzde Zeydîler
Zeydiler Yemen‘de hâkim dini gruptur ve Zeydî liderler yönettikleri topluluklar tarafından “Halife” unvanıyla anılırlar.
Günümüzde Zeydiyye Mezhebi başta Yemen, Umman, Suudi Arabistan olmak üzere birçok ülkede taraftarı olan bir mezheptir.
Yemen nüfusunun yaklaşık % 30‘u Zeydiyye mezhebine mensuptur.[3] Suudi Arabistan’ın % 5.5 ve Umman’ın % 2.2 Zeydi’dir.
- EHLİ SÜNNET’E AİT FIKIH MEZHEPLERİ
- a) Hanefi Mezhebi,
- b) Şafii Mezhebi,
- c) Maliki Mezhebi,
- d) Hanbeli Mezhebi,
MEZHEPLER ARASINDAKİ FARKLILIKLAR
İslam mezhepleri arasında; Kur’an’ın metni ve Kur’anda var olan temel konularda HER HANGI BIR IHTILAFTAN BAHSEDILEMEZ.
Ancak açık ve kesin nass (Ayet ve/veya Hadis) bulunmayan konularda bilginler ictihad etmiş, değişik konularda bir birlerinden farklı görüşler bildirmişlerdir.
Bunun aklın gereği olduğu kabul edilmelidir.
İctihadlar arasındaki farklılıkların ana sebepleri arasında, ictihad yapmış bulunan bilginlerin yaşadıkları bölge ve hitap ettikleri toplulukların sosyo-kültürel cağrafya ve kültürlerin farklı olmasının etkisi olduğu da kabul edilmektedir.
Bu ictihadların, dinin ana konuları dışında kalan konularla ilgili oldukları da unutulmamalıdır.
ÜLKEMİZDE VAROLAN – YAŞAYAN İSLAM MEZHEPLERİ
Ülkemizde yaşayan ve kendisini “Müslüman” olarak bilen insanların çok önemli bir çoğunluğu Hanefi mezhebine mensuptur. Bu çoğunluğa, iç Anadolu ile batı illerimizde, özellikle de Malatya ve Adıyaman yöresinde yaşayan ve kendilerini “Kırmançi” olarak tanımlayan Kürtler de dâhildir.
Güneydoğu illerimizde yaşayan ve T.C vatandaşı olan Araplar ile doğu ve güneydoğu bölgelerimizde yaşayan ve kendilerini “Kırmançi” olarak tanımlayan Kürtler Şafii mezhebine mensupturlar.
Kafkasya ve Dağıstan bölgelerinden Osmanlı topraklarına gelmiş olan Abaza, Çerkez, Gürcü, Dağıstanlı, … gibi Müslümanlar genellikle Şafii mezhebine mensup oldukları halde, eğer Hanefi bölgelerine yerleşmiş veya yerleştirilmişlerse Hanefi mezhebine uymaya başlamışlar; yok eğer doğu veya güney doğu bölgelerine giderek yerleşmiş iseler Şafii mezhebine mensup olmalarını korumuşlardır.
Balkanlardan Anadolu’ya gelenler, daha önce seçtikleri Hanefi mezhebine devam etmektedirler.
Yoğun olarak Iğdır ve çevresinde yaşayan ve ülkenin farklı illerine dağılarak yerleşmiş Oğuz boyuna mensup Türkler Şiiliğin Caferi mezhebine mensupturlar.
Ülkemizde Kızılbaş veya Köy Bektaşisi olarak bilinen ve son yıllarda da “Alevi” adı ile anılan Türkmen/Tahtacı, Barak, Sıraç, Abdal, … gibi isimlerle anılan Türkler ile ülkemizde yaşayan Çingeneler de mezhep olarak Hanefi mezhebindedir.
“Not: Bu sayılan Kızılbaşlar (yeni deyimle Aleviler) Tarikata giriş demek olan (İkrar) merasiminde (Allah’ın kuluyum, Hz. Muhammedin ümmetindenim, Caferi Mezhebi’ndenim…) şeklinde klasik bir beyanla ikrar vermiş olurlar. Ancak, ikrar töreni “Tarikat’a giriş töreni olduğu unutulmamalıdır. Mezhepler tarihine ait kitaplar İmam Cafer’in mezhep kurmadığını; kurulmuş üç mezhebin de çocukları ve torunu tarafından kurulmuş olduğudur.
İmam Cafer Sadık, dört Fıkıh Mezhebi olarak yukarıda adlarını verdiğimiz mezheplerin kurucularının tamamının Hocası olmuş ve onlara ictihad konularında rehberlik etmiş bir bilgindir.
O daha çok yolların en ince olanını seçerek, tasavvufta kutup olmakla yetinmiştir”.
Bu kutup olarak anılması; ilk kurulmuş olan Hanefi mezhebinden başlayarak, bütün mezheplerin oluşmasında payı bulunan İmam Cafer’in asıl kendisinden ilim tahsil etmiş ve ağırlıklı olarak yaşadığı alan Tasavvufi alanlar olan tarikatlardır. O zahirle birlikte “Bâtın”ı önemsemiştir.
Kızılbaş/ Alevi ve Çingene olarak bilinen din kardeşlerimiz; abdestin alınışından, namazın kılınışına, evlenirken Dede’nin okuduğu “Nikâh Duası”ndan ve cenaze namazının “dört tekbir”le kılınmasından hacca gidenlerin, hac uygulamalarına kadar bütün uygulamaları Hanefi mezhebi kuralları ile yapılır.
Bu anılan uygulamalar Hanefi mezhebi uygulamalarıdır.
Türkmen/ Türk olan Alevi yurttaşlarımız, uzunca bir süredir (Yeniçeriliğin yasaklanması (1826) ile başlayan, Bektaşiliğin de yasaklanması; Hacı Bektaş Dergâhı hariç tutularak, Osmanlı topraklarında ki (dergâhların tamamının) kapatılması, toplumun dini bilgiden mahrum bırakılmaları; dergâhların Sultan Abdülaziz zamanında yeniden açılmaya başlamasına kadar yapılmış olumsuz propagandaların da etkili olduğu unutulmamalıdır.
Daha sonra gelen savaşlı, milli mücadeleli yıllar ve devamının sıkıntıları ve nihayet tarikatların 1925 yılı sonunda kapatılmasının meydana getirdiği kırgınlık ve eğitimsizliklerle pek çok şeyin unutulduğu da kabul edilmelidir.
Bütün bunlara rağmen Kızılbaş köylerimizde insanların Türk ve Müslüman olduklarını yüksek sesle söylemeye devam ediyorlar. Ayrıca “yol ve erkân”larını devam ettirmiş olmaları son derece önemli ve takdire değer olmalıdır.
İSLAM DÜNYASINI SARSAN „SELEFİLİK“ MEZHEP MİDİR?
Diyanet İşleri Başkanlığı’nca neşredilmiş “Diyanet ilmihali“ [5] adlı kitapta “Selefilik“ için “Hz. Peygamber ve Ashab-ı Kiram‘ın görüşlerini benimsemişlerin mezhebi“ gibi yer almışsa da İslam dünyasında böyle bir mezhep bulunmamaktadır.
„Selef“ ve „Selefi“ kelimeleri Arapça‘dır ve „öncekiler“ anlamındadır. Öncekilerden kastın da mezhepler teşekkül etmeden önceki dini yaşayış anlamındadır.
O tarihlerde Müslümanlar özellikle ve yaygın olarak bugünkü Suudi Arabistan ve çevresinde; yani aynı coğrafi ve aynı kültürel coğrafyada yaşayan Müslümanlar kastedilirdi.
Babam benim selefim, ben de onun halefiyim, cümlesindeki ifadeden anlaşılan gibidir. Bu noktadan bakıldığında Ashab’dan bahsederken „selefimiz“ veya seleflerimiz şeklinde yapılan konuşmalar mezhep olarak değerlendirilemez.
– Selefilik mezhepse, bu mezhebin kurucusu kimdir ve kitapları nelerdir?
Kendilerini „Selefi“ sayan insanların, Mekke ve Medine başta olmak üzere mezhepleri sorulduğunda, Maliki veya Hanbeli olduklarını söylemeleri nedendir?
Günümüzdeki „Selefilik“, el-Kaide“ ve „İşid“ gibi küresel emperyal oyuncularca ortaya çıkartılmış sapık inanışlar olmalıdır. Başka da izahı yoktur.
Diyanet‘in „İmihal“inde yazdıklarını doğru kabul ettiğimizde, öteki mezhepler Hz. Peygamber ve Ashab ın görüşlerini kabul etmeyen; gayr-i meşru veya illegal mezhepler midir?
İslam dünyasında halen yaşayan mezheplerin Hz. Peygamber ve Ashab-ı Kiramı ile ilgisi nedir, selefi olmayan mezhep mensupları, Hz. Peygamber ve ashabını dışlıyorlar mı?
El kaide, Taliban, el Nusra, Işid de Selefi sayılan günümüzde küresel emperyalizme hizmet eden terör gurupları değil midir? Bu güruhu nasıl Müslüman sayacağız?
ALEVİLİK MEZHEP Mİ?
Alevi, kelimesi bütün İslam dünyasında, “Evlad- ı Ali“ yani Hz. Ali ve Hz. Fatıma soyundan gelen kimse
demektir. Osmanlı Arşiv belgelerinde de aynı anlamda geçmektedir.
Günümüzde kullanılan Alevi kelimesini kullanan pek çok aydın, akademisyen, siyasetçi ve TV’lerin kadrolu tartışmacıları “Alevi Mezhebi“ şeklinde kullandıkları gibi, Özellikle Sünnilik karşıtı bir deyim gibi ifade edilmesi külliyen yanlıştır.
Hele bir de medyanın kadrolu uzmanları var ki, MEZHEPSEL sorunlar ve çatışma endişeleri ile ile ne yapmak istedikleri veya kimleri tahrik için bunu kullandıklarını da bilemiyoruz.
Böyle bir mezhep sözkonusu değildir.
Alevilik, yakın geçmişe kadar “Kızılbaş“ olarak ifade edilen “Köy Bektaşileri“ anlamında kullanılırdı.
Bunlar mahalli olarak, Kızılbaş, Tahtacı, Çepni, Sıraç, Türkmen, Barak, Abdal … adlarıyla da anılan Oğuz boyuna mensup Müslüman Türkler’dir; dilleri Türkçe’dir. İnançta Maturidi, muamelatta (amelde) Hanefi mezhebine mensup, „Yol ve erkân“da „4 Kapı 40 Makam“ olarak da adlandırılan tarikattır.
Uyguladıkları yol ve erkân da Ahmet Yesevi’den gelen Hacı Bektaş Veli yol ve erkânıdır.
Çocukları doğanların isim koymalarından, evlenen çiftlerin “Dede“ tarafından okunan nikah duasına abdest alıp, namaz kılanların ve diğer bütün ibadetlerin yapılışına kadar herşey ve ölenlerin yıkanıp, kefenlenmesi ve cenaze namazlarının kılınmasına kadar bütün yapılanlar Alevi olanlarla olmayanlar arasında bir birinin aynısı olduğudur.
Yani Aleviler neyi, nasıl yapıyor veya yaşıyorsa, Alevi olmayanlar da onun aynısını, aynı şekilde yapmaktadırlar.
Günümüz Alevileri, hangi isimle anılırlarsa anılsınlar, XIII. yüzyılın sonlarında, yıkılmakta olan Selçuklu Devleti yerine yeni bir Türk Devleti kurma gayesi ile Ahmet YESEVİ Dergâhı tarafından gönderilmiş Sûfi’lerinden yolunu takip etmektedirler.
Yesevi Dergâhı’ndan Anadolu’ya gönderilmiş sûfilerin önderi, „Serçeşme“si Hünkar Hacı Bektaş Veli’dir.
Bugün hem köylü (Kızılbaşlar) arasında, hem de şehirli “Bektaşi“ler arasında uygulanan “Yol ve Erkân“ Ahmet Yesevi tarafından kurulan “Yol ve Erkan“dır.
Ahmet Yesevi’nin “Yol ve Erkân“ı “Fakirname“ adlı risalesinde yer almıştır. Bu risale Prof. Dr. Kemal Eraslan tarafından 1977 yılında Türkiye Türkçesine çevrilmiş ve yayımlanmıştır[6].
“4 Kapı 40 Makam“ adı ile bilinen bu yol ve erkân üzerinde ilk küçük değişiklik Ahmet Yesevi’nin III. Halifesi Süleyman Hakim ATA tarafından yapılmış, günümüzde uygulanan son şekil ise, Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin “Makalât“ adlı eserinde yeralmış olan “4 Kapı 40 Makam“ dır.
Küçük bir not:
Süleyman Hakim ATA, şeyhi Ahmet YESEVİ’nin vefatı sonrasındaki III.Halifesi olduğu gibi, türbesi, Tokat il sınırları içinde olan, “Sırac“ olarak adlandırılan Kızılbaşların bağlı olduğu, “Hubyar“ köyünde medfun olup „Hubyar Veli“ olarak bilinen zâtın da babasıdır.
İşte bu “yol ve erkân“la anlatılan uygulamanın terim olarak adı: TARİKAT’tır.
Tarikatların bilimsel alanını ifade eden din biliminin adı da TASAVVUF‘tur. Tasavvuf bilimsel ve gerçek anlamıyla da bu uygulamaların düşünsel ve felsefi boyutudur.
Tasavvufi derinliği olmayan tarikatlar, kurulduğu zaman ve mekanda kalarak kaybolup gitmişlerdir.
Günümüzde Kızılbaşların (Aleviler) Yol ve Erkânları‘nın, tarikatları yasaklamış olan 677 sayılı kanun sebebiyle „tarikat olmadığını söyledikleri“ de biliniyor.
KÖYLERİN BOŞALMASI VE ŞEHİRLERİN VEYA ŞEHİRLİLERİN KARŞILAŞTIKLARI SORUNLAR
Türk sosyal yapısı içinde köy ve köylü tarım ve hayvancılığa dayalı Ekonomik, sosyal ve kültürel hayatı bir sosyal yapıyı ifade ederdi. Bu açıdan bakıldığında, köy ve köylü son derece önemli bir görev yapardı.
Köy kanunu ile Cumhuriyet dönemi köylere ve köydeki muhtarlık yönetimine önemli görevler ve yetkiler vermişti. Bunlar geldiğimizi çağın ihtiyaçlarına göre yenilenmek yerine siyasi amaçlarla Merhum Özal’la başlayan ve devam eden „Büyükşehir Belediyesi“ kurulması, daha sonrasında „Taşımalı Eğitim“ aldatmacası ile köyler boşaltıldı ve şehirlerin nüfusu artırıldı.
Şehre gelen köylülerin toplum yapısı, kültürel birikimleri ve alışılagelmiş davranış kalıpları kısmen yozlaştı, kısman de değiştii.
Tarım ve hayvancılıkta „kendine yeten Türkiye“den Ülke genelinde hayvancılık ve tarım üretimi ciddi anlamda geriledi; İthalata mutaç hale geldi.
Kültürel hayat, bu olumsuz göç ve plansız şehirleşmeden son derece olumsuz etkilerle sıkıntılar yaşamaya başladı.
Bu sıkıntı, sorun veya problemin kültürel boyutta en çok problem yaşayanlar KIZILBAŞ TÜRKLER oldu.
Köylerinde bağlı oldukları „Yol ve Erkân“ meselesi ciddi bir sorun olmaya başladı: Köylerinde olmayan sorunlar ortaya çıktı.
Köylerde yol ve erkâna ait hizmetler kış aylarında gelen „Dede“ tarafından sessiz, sakin, olağan bir tarzda yapılırdı.
Her Dede, geleneksel olarak, kendisinin hangi köylerde yetkili olduğunu bilir ve “Hizmet“ için köye geleceğini önceden haber verir; köye geldiğinde de „Cem“İn kimin evinde yapılacağını, köyden kaç kişinin yeni „Yola gireceğini“ de tahmin ederdi.
Köylüler Dede’nin geleceği günü heyecanla bekler, yapılan hizmetlerden mutlu olurdu.
Köyden şehirlere göç bu düzen ve huzuru bozdu.
Hangi köyden kaç kişi hangi şehirlere göçmüştü? Dede bunu nasıl öğrenecekti? Diyelim ki öğrendi, aynı kış mevsiminde kendi köyünde hizmet alanında kalanlar da vardı. Peki Dede bunlara vermesi gereken hizmeti nasıl verecekti?
Problemin ana omurgasını bu sorular oluşturmuştu.
Şehirlerdeki „CEMEVİ“ bu ihtiyaçtan doğmuştu.
Meselenin başka boyutları da vardı: Şehirliler, şehir kültürüne uygun olarak daha etkin ve geniş kapsamlı şehirli hayata uygun bir „YOL VE ERKÂN“ uygulamakta idiler. Bunu adı ise, özünde aynı olmakla birlikte uygulamasında –kültürel gelişme ve farklılıklardab sebep- Kızılbaş değil; „BEKTAŞİLİK“ İDİ.
Köylüler Bektaşi uygulamalarına yabancı idiler. Dünyaya gelişlerinden itibaren bilip tanıdıklar Dede’lerine bağlı olmayı bırakıp, Şehirli Bektaşi Baba’larına mı bağlanacaklardı?
Onlar istese bile şehirlerin çok az kısmında kalmış Bektaşi ve „Bektaşi Önderi“den bahsetme imkanı kalmıştı.
Bu sıkıntı şehirlerde ki Cemevlerinin oluşmasını zorunlu hale getirmişti.
Fakat yılda bir kaç gün kullanılacak bu mekanın yıl boyu açık olması nasıl karşılanacak, kimler idare edecek ve başka hangi sorunlarla karşılaşılacaktı?
Alevilik olarak adı yenileyen Kızılbaşlar bahsedilen şehirlileşme sorununu henüz çözemediler. Din Kurumu (Diyanet), üniversiteler ve bütün olarak Devlet bu meseleyi ciddi olarak inceleyip, araştıramadı ve üstünkörü davranışlarla zaman zaman soruna sempatik yaklaşıyor görüntüsü vererek işlerin daha da karmaşık hale gelmesine katsı sağladı.
Ayrıca batılı emperyal güçlerin müdahalesi, „Aleviliği kendine özgü bir Din“ olarak tanımaya başlaması; özelde Din Kurumu ve genelde devletin ilgisizliği veya yanlışlarını da buna ekleyince işlerin iyice karıştığını biliyoruz.
Türkiye’nin kendi vatandaşlarının sorunlarına karşı bu ilgisizliği AB ülkelerine büyük imkanlar vermiş ve AB ülkelerinden bazıları „fırsat ele bir geçer“ diyerek Aleviliği, „KENDİNE ÖZGÜ BİR DİN“ olarak kabul etmeye başlamışlardır[7].
Kızılbaş veya Alevi hangi kelimeyle anılırsa anılsın bu insanların tamamı Oğuz Boyuna mensup Türkmen, Türk ve Müslüman olan insanlardır. Türk kültürünü en iyi hazmetmiş olan bu insanları din kurumu olarak Diyanet’in veya devleti yönetenlerin mevcut insafına terkedemeyiz.
15 Temmuz 2016 da ortaya çıkan problem cemaat veya tarikat denilen ve her biri diğerinin muhalifi olan ve devletin farklı kurumlarında örgütlenmiş, dini ne kadar anladıkları ve nasıl yorumladıkları belli olmayan, dünyalık toplamada yarış halinde ki bu cemaatimsi veya tarikatimsi örgütler eliyle dinin hangi sıkıntılarla karşı karşıya geleceğini kimse tahmin edemez.
Alevi vatandaşlarımızı en hafifi ile Şii mezhebinde zanneden ve ülkedeki Sünni çoğunlukla mezhep ihtilafı yaşadığımızı düşünen siyasetçi, aydın, gazeteci veya din adamı diye TVlere çıkanlar bilmeden veya akılları ermediğinden ne dediklerini bilmeden konuşmaya devam ederek ne yapmak istiyorlar, bilemiyoruz.
Bu ülkenin en büyük belası cehalet, bulundukları yerlere veya makamlara bakarak kendilerini aydın, bilgin zannedenlerin cahiller olmalıdır.
LAİKLİK VE DİN?
Laiklik kelimesi, Türkçe olarak nasıl ifade edilebilir?
Yüksek İslam Enstitüsü’nde okuduğum yıllarda “Hoca” kılıklı bazı insanlar laikliği iki ayrı hece olarak okurlardı: “La” yok demekti. “İk” “inanç veya din yok” anlamı verilerek anlatılırdı; “laiklik dinsizliktir”
şeklinde konuşmalara epeyce tanık olmuşluğumuz vardır.
Laiklik dilimize Meşrutiyet yıllarında girmiş ve halka “ladini” yani dini olmayan, ”dinsizlik” olarak aksetmiştir[8]
Meşhur filozof/sosyolog İbni Haldun, Mukaddime adlı eserinin 1. Cildinde; “din adamını devlet idarecisi yapmayın”, der. Gerekçesi de, din adamlarının genellikle Fıkıh ilmiyle meşgul olmaları ve temel anlayış ve mantıklarını da “kıyas metodu”nun etkilediğini anlatır. Bunlar, hangi konuyla ilgili olursa olsun kıyas metodu ile cevaplar verirler. Devlet kıyasla yönetilemez”, der.
“Kıyas, devlet yönetimi ve siyaset konusunda asla yapılamaz. Devlet, akılla; sebep – sonuç ilişkisiyle ve tarihi tecrübelerle idare edilir”, demektedir.
Laiklik, denilen kavramı hatasız veya tam olarak anlamak için Azerbaycan Türkçesi’nde ifadesini bulan “laik devlet” tanımını anlamak gerekir.
Azerbaycan Türkçesinde, din açısından üç türlü devlet tanımı vardır:
- a) Dinsiz devlet: eski Sovyetler Birliği ve Çin uygulamaları,
- b) Dinî devlet: Vatikan, İran ve Suudi Arabistan örnekleri,
- c) Dünyevi devlet: Türkiye ve Azerbaycan uygulamaları şeklinde ifade edilir.
Burada ifade edilen devlet, “dünyevi kurallarla idare edilen devlet” anlamındadır.
1918 yılında kurulan Azerbaycan Cumhuriyeti, anayasasında “dünyevi devlet” yani batı dillerindeki “laik devlet” olarak kurulmuştur. Ancak, laiklik kelimesinin Türkçe anlaşılabilir ve tartışmalara imkân bırakmayan bir deyim üretilmiştir: Dünyevi Devlet.
- C. de laikliği kabul etmiş bir devlettir ve dünyevi kurallarla idare edilmektedir. Yani, devlet, din kuralları ile değil, dünyevi, beşeri kurallarla idare edilen devlet, laik devlettir.
– Bizde de böyle anlaşılması gerekmiyor mu?
Yunanca’dan Fransızca’ya, oradan da bize geçmiş olan “laiklik” kelimesi yerine son yıllarda İngilizce’den geçen “secularism” kelimesi laiklik kelimesinden daha ileri boyutta; dinin toplumdaki etkilerinin azaltılması ve dindarlığın zayıflaması anlamına geldiğini biliyoruz[9].
Bizim dilimizde de bu “dünyevi devlet” terimi yerine kullandığımız ve anlamının ne olduğu hala tartışılan “laiklik” kelimesini de “secularism” kelimesini de kullandığımı sürece, orta sınıfı oluşturan halkımız ve özellikle de halkı kandıran ve yanlış yönlendiren illegal tarikatçllar arasında bu kelimeler halen olduğu gibi “dinsiz devlet“ olarak kullanılacak ve tartışmalar bir türlü sona ermeyecek görünüyor.
Bu tartışmalı ve milletimizin olumsuz ve “din karşıtı” olarak bildiği bu yabancı kelimeler yerine Türkçe veya Türkçeleşmiş kelime veya deyimleri kullanmalıyız.
ALEVİ VE SÜNNİ KELİMELERİ BİR BİRİNİN ZIDDI VEYA KARŞITI DEĞİLDİR OLAMAZ DA
Sünnî kelimesinin karşıtı veya alternatifi veya muhalifi olarak Alevi kelimesini kullananlar İslamı, İslam mezheplerini ve tarikat kelimesinin neyi anlattığını bilmeyen cahil; bilgisiz ve Türk kültüründen habersiz kimseler olabilir.
Sünniliğin karşıtı olarak “Şii” veya “Şiilik” söylenebilir. Kaldı ki, Şii ve Sünni mezhepler arasında, Kur’an ölçüsü ile dinin temel konularında aramızda ihtilaf olmadığını, ayrışan veya farklılık ifade eden kuralların siyaset ve ideolojiye dayandığını da kabul etmeliyiz. Unutmayalım ki, Şii veya Sünni mezhepler, din ölçüsü ile bir birine karşı çatışma sebebi veya tehdit oluşturmazlar.
“Kelime-i Tevhid” veya “Kelime i Şehadet”i okuyan/ bunlara inanan herkes Müslüman’dır ve “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir”.
Bu kardeşlerin hangi kıtadan, hangi renk veya hangi etnik yapıya mensup olduğuna bakılmaksızın kardeştirler; kardeşler arasında ayırım yapmak İslam ve kardeşlik hukukuyla nasıl bağdaştırılabilir?
Tarihte Osmanlı ve Safeviler arasında yaşanmış savaş, siyasi ve ideolojik bir savaştı; asla din veya mezhep savaşı değildi. Üstelik bu savaş sırasında İran’daki Müslümanlarla “Safevi” toplumunu oluşturanlar da Türk’tü ve Hanefi idiler.
Mısır ve Irak cağrafyalarından Safeviler’ce getirilen Şii Mollalarla, halka zorla kabul ettirilen Şiilik’in asıl amacının batıda ki “Osmanlı Türkleri ile İran’daki Türklerin arasına, gönüllerde hudut çizmek” için yapılmış bir çalışma kabul edilmesi gerekiyor.
Yıllar sonra merhum Abdurrahim Karakoç’un ifadesindeki:
“Ellerin yurdunda çiçek açarken
Bizim İl’e kar geliyor gardaşım.
Bu hududu kimler çizmiş gönlüme?
Dar geliyor, dar geliyor gardaşım”
Şeklindeki deyişi, İran’da yaşayan Türklerle aramıza sokulmuş bu hududu veya gönüllerimize çizilmiş bu sınırı kaldırmamız gerekiyor.
Bu konu Türk topluluklarında, “hangisi haklıydı” tartışması ise, hala sürmektedir.
Bunları sağlıklı olarak bilmeden; insanların en az 13. Yüz yıldan bu tarafa Anadolu’da yaşadığımız anlayış, davranış ve hayat haline gelmiş kültürümüz; “yolumuz ve erkânlarımız” bize ne anlatıyor?
“Gelin Canlar bir olalım” sözü ile “bir tek” olan Tanrı’nın huzurunda olduğumuzu hatırlayarak, bir olalım, mesajı vermiyor mu?
Öyle ise, “gelin Canlar bir olalım” demeye devam etmeliyiz.
YAYGIN HALK EĞİTİMİ KURUMU OLARAK TARİKATLAR VE SİYASET
Geçmişimizde “yaygın halk eğitim kurumu” olarak tarikatlar muhteşem hizmetlere imza atmıştır.
Amerika’nın keşfini takibeden olaylar; batıda sanayinin kurulup gelişmesi ve Amerika’daki altın ve diğer kıymetli madenlerin Avrupa’ya getirilmesi ile Osmanlı’da enflasyona ve gerilemeye sebep olmuştu.
Bir türü anlaşılamayan ve çözümü bulunamayan bu durum ile şaşkınlık yaşayan ve “yaygın halk eğitimi veren kurumlar”ın da bozulması devletimizi son derece zor durumlara sokmuştu.
Bu kurumların, kanunla kapatıldıkları 31.12.1925 tarihine kadar adları “tarikat”tı. Tarikatları kapatan 677 sayılı kanunda yasaklar sayılırken “tarikatlerle şehlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiplik, halifelik” yasaklanmıştır[10].
Bu deyimlerin nerede ise, tamamı köy Bektaşiliği (bugün Alevilik) ve Bektaşilikte kullanılan kelimelerdir. Bunu da hatırlamalı ve hatırlatmalıyız.
Seyyid Abdülhakim ARVASİ’ye göre, tarikatlar bu tarihe gelmeden çok önceleri, kendilerini zaten kapatmışlardı, der.
Bu yasak 1950 seçimlerine kadar ciddi olarak uygulanmıştı. Çok partili demokratik hayata geçtiğimiz 1950 yılında, “Parlementer Demokrasi”yi almıştık. Bu sistemin iki temel şartı olduğu biliniyordu:
- a) Eğitimli toplum
- b) Örgütlü sivil toplum
O tarihte ülkemizde her ikisi de yeterli durumda değildi. Daha açık ifadeyle 1950 yılında, ne eğitimli toplumdan, ne de örgütlü sivil toplumdan bahsetme imkânımız yoktu. Bu sebeple de kapatılmış tarikatlara mensup ailelerin birinci adamları veya çocukları bu iki görevi de üstlenerek DP saflarında yerlerini aldılar.
1960 İhtilaline kadar başarılı ve mutlu bir hayat sürerek, tarihte kalan tarikatlarını yeniden piyasaya sürmüş olan bu “mirasçılar” 27 Mayıs 1960 ihtilali ile birlikte saf değiştirip, nerede ise tamamı CHP saflarının ön kısımlarında yerlerini aldılar.
Bugün yaşadığımız illegal tarikatlar ve cemaatlerin en kısa hikâyesi budur.
Bu tarikatlardan bir tanesinde, Avrupalı dost(!)larımızın katkıları ve isim değişiklikleri ile “mezhep” konumuna yükselttiğimizi kimse farkedemedi.
İlericiler, devrimciler, muhafazakârlar, Atatürkçüler, İslamcılar ve Milliyetçilerin de önemli bir kısmı bunu anlamadı veya anlamak için gayret sarfetmediler.
Türk tarihi boyunca yaşadıkları köylerde mutlu, devlete, din (İslam’a), bağlı; Abdülhaluk Gocdivani, Yusuf Hemedani, Ahmet Yesevi ve Hacı Bektaş Veli yolu ile sosyal ve kültürel hayatlarını düzenlemiş, KIZILBAŞ adını kullanan Türkmenler “aynı yol ve erkânı” illegal diğer tarikatlar gibi 1950 ve sonrasında uygulamaya devam ede geldiler.
Eskiden bütün tarikatların bir tek hedefi, gâyesi vardı: DOSDOĞRU İNSAN YETİŞTİRMEKTİ.
Bu “dosdoğru insan” tanımı da en kısa ve veciz bir şekilde Hacı Bektaş Veli tarafından ifade edilmişti: “ELİNE, DİLİNE, BELİNE SAHİP OLMAK’tı. Bu kural kısaca EDEB şeklinde ifade edilirdi.
Bu günün deyimi ile edebli insan olmak demek, el ile, dil ile ve bel ile işlenebilecek kötülüklerden (günahlar) uzak durmak; kimseyi hor ve hakir görmeden, eliyle, diliyle işlenecek kötülüklerden ve haramlardan kendisini koruyacak ve bel ile işlenecek ahlaksızlıklara da yüz vermeyecek şekilde eğitimler verilirdi.
Osmanlı Devleti, kuralları yazılı olan bir” medeniyet devleti” idi. Hukuk kurallarına uygun olmayan hiçbir şeyi uygulamaya koymamıştı. Devletin en zayıf olduğu dönemlerde bile hukuktan ayrılmamış ve Şeyhülislamlık’a bağlı kurduğu “Meclis-i Meşayih”in yürürlüğe koyduğu “Meclis-i Meşayih Nizamnamesi” (tüzüğü) ve 8 yönetmelik çıkartarak, tarikatların bütün faaliyetlerini bir düzene bağlanmıştı[11].
Yapacakları her türlü işin nasıl yapılacağını; yapılacak işlerin de nasıl denetleneceğini de kurallara bağlanmıştı. İstanbul’da bu meclisin bir de Teftiş Kurulu bulunurdu[12].
Bektaşi “Dedebaba”sı da anılan meclisin üyesiydi.
Bu mevzuat 31.12.1925 tarihine kadar da uygulandı. Yani bu mevzuat aynı zamanda Cumhuriyet’in de mevzuatı arasında yerini aldı.
TARİKATLAR KAPATILMADAN ÖNCE NE İŞ YAPARLARDI?
Evet Tarikatlar 31. Aralık 1925 tarihi itibariyle 677 sayılı kanunla kapatılmış ve tarikatçılık da yasaklanmıştı. Peki bu kapatmadan önce, Osmanlı devletinin kuruluş ve yükselme döneminden başlayarak tarikatlar ne iş yaparlardı?
Tarikatlar, Osmanlı’nın kuruluş döneminde son derece etkili ve önemli görevler yapmışlardır. Bunların başında halkın moralinin yüksek tutulması, kurucu Beylerin etrafında bir ve berarer olmaları yanında insanların kişisel olarak üstün ahlaki meziyetlerle donatılması, haksızlık, yolsuzuk gibi yanlışlardan uzak kalmaları; düşmanların da insan oldukları ve ona göre davranmaları tarzında ciddi katkılar sağlamışlardır.
Bu çalışmalar dergâhların yerleşik hale gelmesiyle birlikte, kurumsallaşmalarla ülke genelinde teşkilatlanmışlardır.
Bu teşkilatlanmalarla birlikte tarikatlar “yaygın halk eğitimi kurumu“ olmuşlardır.
Tarikatların kapatılmasıyla yaygın halk eğitimi veren kurumlar da kapanmış oldu.
Örnek olsun diye şu üç soruyu sormak istedik:
- Günümüze, adı Eğitim fakültesi olan fakültede eğitim veya halk eğitimi veriliyor mu?
- İlahiyat fakültelerinde yaygın din eğitimi veya din eğitimi var mı ?
- İmam-Hatip liselerinde din eğitimi var mı?
XVI. yüzyıla geldiğimizde dünyanın en büyüğü ve tek gücü olduğu dönemlerde, “bundan daha büyüğü yok, olamaz da“ şeklinde ortaya çıkan bir takım anlayışlar, “Medrese“ (üniversite)lerde fen bilimleri (Özellikle de geometri) okumaya gerek yok, diyenler olmuştu.
Katip Çelebi gibi aydınların, bu tür görüşlere karşı aklı ve bilimi savunarak, Padişahlara yazdıkları uyarı kitapları günümüzü de aydınlatmaya devam ediyor[13].
Osmanlı Devletinin Meşrutiyet idaresine geçmesinden sonra tarikatlarla ilgili düzenlemeler içinde, her tarikatın, tarikata mensup olanlar içindeki işsizlere iş ve meslek öğretme sorumluluğu getirmesi, hukuki bir düzen kurmuş olması; çıkartılmış 1 tüzük ve 8 yönetmelikle kurduğu düzen iki yıl süre ile de Cumhuriyet dönemi mevzuatı içinde yer almıştı.
GÜNÜMÜZDE TARİKATLAR VE SORUNLARININ ÇÖZÜMÜNE ÖRNEK BİR MODEL
Unutulmamalıdır ki, tarikatlar tamamen siyaset dışı kurumlardı. Tarikatların siyaset içinde yer almalarının tarihi, çok partili siyasi hayata geçtiğimiz 1950 yılıdır.
Bunun da gerekçesi, halen uygulamaya devam ettiğimiz parlamenter sistem’in oluşması için “eğitimli ve örgütlü toplum”a geçiş çalışmaları idi.
Ne yazıktır ki, ticaret ve siyasetle akrabalık ilişkilerinin bile ilerisinde ilişkiler kurmuş tarikatların tamamına yakını, kendisini kaybetmiş ve yeniden kendisini bulmak için de arama ihtiyacı duymamaktadır.
Ne yazıktır ki, bundan rahatsızlık duyan her hangi bir tarikat veya liderinden bahsetme imkanımız da yoktur.
“Laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti“ (anayasa madde:2)nin de tam istediği de dinle ilgili her şeyin siyaset dışında kalması değil midir?
O zaman sadece tarikatları değil, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı da siyaset alanı dışına çıkarmamız gerek miyor mu?
Ülkemizde din, mezhep, tarikat gibi konuları gerçekten siyasi alanı dışına çıkarmalıyız. Bunun için yapılacaklar gayet açıktır:
Siyasi iktidara bağlı olan Diyanet’in bu bağını keserek, yeni bağımsız bir “YÜKSEK DİN KURUMU“ kurarak, Diyanet‘i bu kuruma bağlı „Milli Din Kurumu“ haline getirmektir.
Uluslararası dini meseleler ve uluslararası ilişkilerle yüksek kurum tarafından düzenlenmeli; bugün Başbakanlık ve siyaset eliyle yapılan bürokratik bütün iş ve işlemler Yüksek Din Kurumu tarafından yerine getirilmelidir.
3 Mart 1924 tarih ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanun hilafına; hangi mevzuata göre açıldıkları veya nasıl açıldıkları bilinmeyen ve “Medrese” adıyle açılmış “Kurs” veya “Okullar” başını almış gitmektedir. Ayrıca Medreseler adına yayın yapan TV’ler “eğitim birliği”ni bozan yayınları ile resmi okullara meydan okumaya devam etmiyorlar mı?
Siyasetle iç içe geçmiş illegal bu tarikatlardan bizi, kim, nasıl kurtaracak, diyenler varsa bu önerilerimizi dikkatle okumalıdırlar.
Yüksek Din Kurumu başkan ve üyelerinin seçim veya atanması TBMM tarafından (nitelikli çoğunlukla) yapılmalı; Diyanet İşleri Başkanı, yüksek kurumun önerisi üzerine Bakanlar Kurulu kararı ve Cumhurbaşkanı’nın onayı ile atanmalı; bugün ortak kararla atananların tamamı, Yüksek Kurum tarafından atanmalıdır. Diğer memurların atanmaları ise Yüksek Kurum tarafından hazırlanacak yönetmeliklerle düzenlenmelidir.
Osmanlı’nın son, Cumhuriyet’in de ilk mevzuatlarından olan “Meclis-i Meşayih Tüzüğü ve 8 yönetmelik“ örneğinde olduğu gibi, Din İşleri Yüksek Kurulu gibi, bir de yedi ayrı tarikatın önemli şahıslarından oluşacak bir “TARİKATLAR KURULU“ oluşturularak, 677 sayılı kanunda değişiklik yapılması ve tarikatlar özyönetim ağırlıklı bir yönetimle, „YAYGIN HALK EĞITIMI KURUMU“ olarak siyaset dışında serbest bırakılmalıdır.
Ancak bu serbest bırakılma için bir geçiş süreci bellrlenmeli; bu süreçte kim, hangi tarikatı kurmayı veya yeniden açmayı düşünüyorsa, elindeki belgelerle birlikte, il veya ilçe Müftülükleri aracılığı ile “TARİKATLAR KURULU“na yazılı olarak müracaat etmelidir.
Belgeleri incelenen şahısların da öncelikle Kur’an, Fıkıh, Tasavvuf, Tefsir, İslam Felsefesi, … gibi önceden tespit edilecek bilim dallarından şifahi sınava alınmaları ve başarılı olanlara –siyasetdışı olmak şartı ile faaliyet yapacağı da açıkça – beyan edilmeli; siyasetle meşgul olanların yetki belgeleri İPTAL edilerek, kurumla ilişiği kesilmelidir.
Bu geçiş süreci en fazla iki yıla kadar uzatılmalmalı; daha fazla da uzatılmamalıdır.
Teftiş Kurulu da Yüksek Kurum bünyesine alınarak daha geniş yetkilerle çalışma imkanına kavuşturulmalıdır.
Tarikatlardaki geçen zaman içinde ki bozulmalar ve yozlaşmalar gözönüne alınarak tarikatlarla ilgili düzenleme, iki yıllık bir geçiş dönemi içinde düzenlenecek eğitimlerde hayata geçirilmeli; temel din bilimlerini, tasavvuf ve bağlı olduğu yol ve erkanı bilmeyenlere, hangi soydan veya boydan geldiğine bakılmadan, „Mürşid“, „Şeyh“ gibi ünvanlar verilmemelidir.
HACI BEKTAŞ VELI DERGÂHI MERHUM ÇELEBİSİ FEYZULLAH ULUSOY’UN GÖRÜŞLERİ
1991 Yılı sonbaharında, Hacıbektaş ilçesindeki Çelebi Konağı’nda, Diyanet Dini Yayınlar Dairesi Başkanı Orhan Balcı ile o tarihte Amasya Milletvekili olan merhum Kazım Ulusoy ve şimdiki Çelebi Veliyettin Ulusoy’un hazır bulunduğu sırada, tarikatların açılmasını nasıl karşılayacağı sorusuna merhum Çelebi Feyzullah ULUSOY’un verdiği cevabı aynen nakletmek istiyorum:
“- Devlet büyüktür, isterse kapattığı gibi, tarikatları yeniden açabilir. Eğer devlet tarikatları yeniden açarsa, biz bu posta talip olmayız“.
- Çelebi Hazretleri, Post sizin altınızda, nasıl talip olmazsınız, diyorum.
Cevap veriyor:
“- Ben 1940‘lı yıllarda Hukuk fakültesini bitirdim. O tarihte Kur’an, Tefsir, Tasavvuf gibi şeyleri okumak yasaktı. Benden şeyh olmaz da onun için bu posta talip olmam dedim. Doğrusu da budur.
Siz Devleti ve Diyanet’i daha yakından tanıyorsunuz, eğer devlet tarikatları serbest bırakacak olursa, aman dikkat edin, “Ben şeyhim, dedeyim, babayım falanım..“ diyenleri hemencecik tayin etmeyin. Belgelerini alın, bir mülakattan geçirin.
Azami iki yıllık bir geçiş süreci koyun. Bahsettiğim; Kur’an, Tefsir, Hadis ve Tasavvuf okutun; yani önceden şeyhleri yetiştirin, peşinden görev yerlerine gönderin. Bunu yapmazsanız mevcut bozulmuş yapıyı meşrulaştırmış olursunuz. Buna da kimsenin hakkı yoktur“.
İtiraf etmeliyim ki, bu çapta olgunluğu, tanıdığım pek çok şeyh efendilerde görmedim. Hatta kendilerine sahte sissileler bulan ve bunu gerçek gibi tebliğ ve telkin eden nice şeyhler piyasada son derece itibar sağlamış görünmüyor mu?
İşin bu tarafını gören ve düşünen, ilk Milletvekili seçildiği yıllarda, „yaygın halk eğitimi verecek kurum olmadığı için halkın yozlaştığı ve yobazlaştığını görerek,“ tarikatların yeniden yaygın halk eğitimi kurumu olarak açılmasını CHP gurubunda dile getirmiş olan Merhum Bülent Ecevit“ dışında da kimseye rastlamadığımı ifade etmeliyim. Bu vesile ile kendisini hayırla ve rahmetle anıyorum.
SİYASET TARİKAT VE ŞERİAT MESELESİ
Siyasetle yakın işbirliği içinde olan tarikatlar kendi görüş ve düşüncelerini hiç bir endişe ve olumsuz bir tepkiye şahit olmadıkları için çalıştıkları partilerin propogandası ile yarış halinde devam ediyorlar.
Tek doğru, onların bildikleri, anladıkları ve anlattıklarıdır. Bunu yayıp herkesi etkilediklerinde, akıllarınca şeriat düzeni diye bir düzen gelecek sanıyorlar.
Herkesin iyi bilmesi gerekiyor ki, başında dörtyüz yıldan fazla “Halife-i Müslimin“ sıfatı da bulunan Osmanlı Devleti “Şeriat Devleti“ olmadığı gibi, Selçuklu Devleti de “Şeriat“ devleti değildi. Bu devletler, Türk örf, gelenek ve törelerine göre, akılla yönetilen devletlerdi[14].
„Şeriat devleti“ tabiri de zaten 19. Yüzyılda İbni Teymiye tarafından yazılmış olan “Essiyastü’ş-Şer’iye“ (Şeriat Siyaseti) adlı kitapla ortaya çıkmıştı[15].
Bu noktadan Kur’an incelendiğinde, su bulunmadığı zaman nasıl abdest alınacağına ait ayetler mevcut olduğu halde, “Devlet“ modeli veya idaresi hakkında her hangi bir hüküm olmadığı gibi, Müslümanların yapacakları işleri; yönetimi adaletle yapmaları, tek başlarına karar vermek yerine, işlerini danışarak ve tartışarak yapmaları şeklindeki ayetler dışında ilahi emir olmadığı açıkça görülür.
Bu durum, Kur’an‘ın kıyamete kadar devam edecek ilahi “Kelam“ olma özelliğinin de isbatıdır. Eğer Kur’an‘ da devlet modeli veya yönetim tarzına dair ayetler olsaydı, zamanın değişmesi ve gelişmeler karşısında 7. Yüzyılın devlet modeline takılıp kalmış olacaktık.
İllegal (gayr-i meşru) tarikatların açtıkları “medrese”ler, kurdukları TVler yakın gelecekte yeni PDY’ler ortaya çıkartabilir endişesini artırmaktadır.
Devlet, daha fazla deformasyon ve endişelerin çıkmasını önlemeli; devlet olmanın gereğini yapmalıdır.
Aleviliği, Sünniliğin rakibi, karşıtı gibi gösteren ifade ve siyasi söylemler aynı ton ve hızla devam edecek olursa, AB ülkelerinin özellikle de Almanya merkezli “Aleviliği Müslümanlık’tan ayırarak kendine özgü Din” haline gelme veya getirme noktasına getirmiştir.
Avrupa’da beş devlet Aleviği “kendine özgü, bağımsız din olarak ki, bu ne dediğini bilmeyenlerin tekrarları ile ”Aleviliğin Mezhep olduğu algısı olmayan bir şeyin var olarak algılanmasına sebep olacaktır.
Ülkemizin ilgisizliği ve dışlayıcı mevcut tavrı devam ettiği takdirde yakın gelecekte Avrupa ülkelerinde yaşayan Alevilier’in boynuna “Haç” takarlarsa bunun vebalini ve sorumluluğunu kim, nasıl izah edecektir?
Türk ve Müslüman olan Kızılbaş (Alevi) kardeşlerimizi Avrupalılara teslim ederek, istediğiniz gibi yapınız, deme hakkı kimsede olmamalıdır.
* * *
Bu yazılanlara inanmayanlar, aşağıda verilen Kızılbaş (Alevi), Bektaşi âşık ve şairleriyle sıradan (tarikat mensubiyeti olmayan) insanların yazdıklarını okumalı ve elini vicdanına koyup, bu konuyu değerlendirmelidir.
4 KAPI
Bir sualim var sana
Ey dervişler ecesi
Meşayih ne buyurur
Yol haberi nicesi
Evvel kapı Şeriat
Emr ü nehyi bildirir.
Yuya günahlarını
Her bir Kuran hecesi
İkincisi Tarikat
Kulluğa bel bağlaya
Yolu doğru varanı
Yarlıgaya Hoca’sı.
Üçüncüsü Marifet
Can gönül gözün açar
Bak mânâ sarayına
Arşa değin yücesi
Dördüncüsü Hakikat
Ere eksik bakmaya
Bayram ola gündüzü
Kadir ola gecesi
Aşık Yunus bu sözü
Muhal deyu söylemez
Mânâ yüzün gösterir
Ol şairler kocası.
Yunus EMRE
YOLUMUZ TARİKAT YOLU
Muhammed dinidir bizim dinimiz,
Tarikat altında geçer yolumuz,
Hem Cibril-i Emin’dir rehberimiz
Biz Müminiz, Mürşidimiz Ali’dir.
Pir Sultan Abdal
HACI BEKTAŞ VATAN TUTMUŞ
Hacı Bektaş tekkesine gireli
Dervişleri gül göründü gözüme
Zahir bâtın himmetine ireli
Dervişleri gül göründü gözüme.
Hacı Bektaş vatan tutmuş Urum’dan
Bu nasıl sevdadır gitmez serimden
Hayır, gülbank aldım güzel pirimden
Dervişleri gül göründü gözüme.
Dervişleri mengûşesin takınır
Korkarım ki rakibinden sakınır
Anda Bismillâh âyeti okunur
Dervişleri gül göründü gözüme.
Âşıkların badesini dolduran
Düşmüşlerin elin alıp kaldıran
Darı cec üstünde namız kıldıran
Dervişleri gül göründü gözüme.
Üstadım Kul Himmet hem Kulhüvallah
Hüsnüne âşıkım Âmentübillâh
Yüzüm basa geldim Derviş Feyzullah
Dervişleri gül göründü gözüme.
KUL HİMMET
ELHAMDÜLİLLÂH
Haktır Muhammed
Olmuşuz ümmet
Bulmuşuz rif’at
Elhamdülillâh.
Muhammed güldür
Pîrim bülbüldür
Cümlemiz kuldur
Elhamdülillâh.
Dosta mihmanız
Cümlemiz canız
Ehl-i imanız
Elhamdülillâh.
Pîre muhabbet
Can ile hizmet
Talibe nimet
Elhamdülillâh.
Aslımız nûrdur
Vaktimiz sûrdur
Sözümüz budur
Elhamdülillâh.
Hâşim’in zikri
“Eflâkrü fahrî”
Bu demin şükrü
Elhamdülillâh.
HAŞİM BABA
KADİR GECELERİ
Kadir geceleri fırsat sizindir
Böyle Hak mihmanı can ele girmez
Peygamber’e yüzler sürmek bizimdir
Gitti bugünkü gün dün ele girmez.
Azrâil el sunar alır canını
Kimler duyar avazını ününü
Allah’ın velîsi imam soyunu
Böyle Hak mihmanı can ele girmez.
Özünü kul eyle ki iman bulasın
Cehdeyle burada menzil alasın
Nasip olur mu bir dahi göresin
Duasın alacak kul ele girmez.
Ey Nesimî sakın durup oturma
Sırrın sakla nadandan taş götürme
Cehdeyle de imanı yetürme
Zâyedersin iman din ele girmez.
NESİMÎ
«Cürmüne yoktur nihayet, yâ Muhammed Mustafa.
Kıl kerem, kereminden inayet yâ Muhammed Mustafa.
Lütf-i ihsan bâbında bendeni kılma cüdâ
Olunca rûz-i kıyâmet, yâ Muhammed Mustafa
Nefsin askeri şeherimi yıktı virân eyledi
Bereket ile selâmet, yâ Muhammed Mustafa.
Hak katında her sözü makbul olur «mahbûb-ı Hak»
Umarım senden şefaat, yâ Muhammed Mustafa.
Sen şefaat eyliyecek bu zayıf ümmetine
Bulurlar dîdâr-ı cennet, yâ Muhammed Mustafa.
Nefsi nefsi günlerinde dünya, ukbâda hemi
Aşıkî, sana emânet, yâ Muhammed Mustafa. Arguvanlı AHMET ÂŞIKÎ
BİSMİLLÂH
Bu aşk-ı esrara vâkıf olalı
Zikr ü fikrim oldu ba-i Bismillâh
Vücudum «Allemel’esma» bileli
Göründü dideme «Semmeveçhullah».
Meftar-i mevcudat şems-i semavat
Ekber-i tahiyyat, sümmedderecat
Dü cihan serveri Fahr-i Kâinat
Buyruldu hakkında «Kulkefabillâh».
Mir’ati bendedir kapunda halil
Çün aşkın rahında olmuşum zelil
Mücrimler hakkında buyurdu Celil
Dedi «Lâ taknatu min rahmetillâh».
Kalecikti MİR’ATÎ BABA
32 FARZ
İslam’ın şartını sual edersen
İcmalinde şartı beştir efendi
Muradın ger iman öğrenmek ise,
Anın da adedi şeştir efendi
Savm ile salat, zekât ile hac
Malın var ise, Hak yoluna saç
Biri şehadettir, lisanını aç
Bu sana acaib iştir efendi
Peygamberleri sev, anlara inan
İnanmayanlardır ol nare yanan
Melek, kitap, ahret olmaz mı ahsen
Var ise imanın hoştur efendi
Din Muhammed dini, cümleden asıl
Gayri dinleri bilmezem nasıl
Ziyade değildir, üç farzdır gusül
Mazmaza, istinşak, beden yaştır efendi
Biz dört biliriz abdestin farzın
Gel, öğrenmeğe var ise kastın
Dirseklerin mail, yumalı destin
Vech ile ricleyn yaştır efendi
On iki şart vardır salatın
Kılıp ânı menziline iletin
Aynel yakîn var ise bir illetin
Anın da adedi şeştir efendi
Hadesten, necasetten eyle taharet
Ört avret yerini, etme kerahet
İstikbali kıble, vakitle niyet
Bu altı saydığın dıştır efendi
Tekbir al, ellerin başına götür
Kıyam, kıraat, rükû, sücud dur
Kaide-i ahirede, bir miktar otur
Kılarsan ne güzel iştir efendi
Kaygusuz Abdal’ın bildiği böyle
Noksanı var ise, doğrusun söyle.
Su bulunmaz ise, teyemmüm eyle
İki darp, bir niyet; üçtür efendi.
Kaygusuz ABDAL
Şah Hatai’m eydür sırrını deme
Kılagör namazın kazaya koma
Şu yalan dünyada hiç sağım deme
Tenin teneşirde, sinin saldadır.
Şah İsmail Hatai
Gel ey Muhammed Ümmeti
Bu devlete saadete
Bu din Muhammed dinidir
Parmak getir şehadete
Âdem’de Hakk’ı buldular
Âdem’e secde kıldılar
Azazil secde kılmadı
Dolaştı tavk-ı lanete
Şah İsmail Hatai
Evvel baştan Muhammed’e salavat
Arif isen, bu manayı ver imdi
Şeriattır, tarikattır, marifet
Hakikatten bize haber ver imdi
Haber aldık Muhammed’den
Geçmeyiz zat- u sıfattan
Balım nihan söyler zattan
İrşadımız sırdır bizim
Balım Sultan
Şeriat yolunu Muhammed açtı
Tarikat gülünü Şah Ali seçti
Şu dünyadan nice yüz bin er geçti
Anlar ittifakta, Mehdi yoldadır.
Şah Hatai’m eydür sırrını deme
Kılagör namazın kazaya koma.
Şu yalan dünyada hiç sağım deme
Tenin teneşirde, sinin saldadır.
Şah İsmail Hatai
ALEVÎ -SUNNÎ –KIZILBAŞ
Ta ezelden hür milletiz;
Soyu-sopu gür milletiz,
Kandan, candan bir milletiz,
Bir temel, bir duvar, bir taş
Alevî, Sünnî, Kızılbaş…
Aynı mayadan yoğrulan,
Türk, Türkmen diye çağrılan.
Aynı kıbleye doğrulan
Secdeye konulan bir baş
Alevî, Sünnî, Kızılbaş…
Dedemiz bir torunlarız,
Dün, bugün, ve yarınlarız ,
Yüceleriz, derinleriz…
Yunus Emre, Hacı Bektaş
Alevî, Sünnî, Kızılbaş…
Oğuz’un yirmi dört boyu,
Yüce Türk’ün şanlı soyu,
Dede, baba, amca; dayı…
Bibi, teyze, bacı, kardaş.. .
Alevî, Sünnî, Kızılbaş…
Karavaştan olmaz vezir,
Olmaz münafıkta özür,
Olmaz ayrılıkta huzur…
Alkaevli, Kınık, Yazır
Bir temel, bir duvar, bir taş
Alevî, Sünnî, Kızılbaş…
Soysuza verirsen değer
Döner ecdadına söğer;
Haydi, haykır Türksen eğer:
Yaparlu, Dodurga, Döğer
Bir temel, bir duvar, bir taş
Alevî, Sünnî, Kızılbaş…
Fitne, fesat… Bir kör kuyu,
Bir olmaktır Türk’ün huyu.
Vatanımın kırk bin köyü
Karaevli, Bayat, Kayı
Bir temel, bir duvar, bir taş
Alevî, Sünnî, Kızılbaş…
Gönlüm küskün, bağrım ezik
Ne fidanlar düştü yazık !
Unutma ey sütü bozuk!
Eymür, Salur, Çepni, Kızık
Bir temel, bir duvar, bir taş
Alevî, Sünnî, Kızılbaş…
Bu gök, bu deniz, bu hava,
Bu yayla, bu dağ, bu ova…
Kanımızla geldi tava.
Alayuntlu, Büğdüz, Yıva
Bir temel, bir duvar, bir taş
Alevî, Sünnî Kızılbaş…
Birlikte bayrak açana,
Koş birlik andı içene.. .
Lanet, birlikten kaçana…
Çavuldur, İğdir, Beçene
Bir temel, bir duvar, bir taş
Alevî, Sünnî, Kızılbaş…
Öz kardaşlar olmaz dargın
Dargın olsa, düşer yorgun
Haydi, ey Yüreğir, Kargın!
Haykır gece, gündüz, her gün…
Bir temel, bir duvar, bir taş
Alevî, Sünnî, Kızılbaş…
Bir gövdede bir can yaşar
Birlik yolu dağdan aşar
Haydi, durma sen de başar!
Beğdili, Bayındır, Avşar
Bir temel, bir duvar, bir taş
Alevî, Sünnî, Kızılbaş…
Bilsin bunu âr edenler,
Söz, canına kâr edenler,
Soyunu inkâr edenler
Haramzadedir ey gardaş
Alevî, Sünnî, Kızılbaş…
Ey paraya, pula yatan!
Sensin bizi ayrı tutan
Allah’tan kork, kuldan utan
Ebâ-enced bir, öz gardaş,
Alevî, Sünnî, Kızılbaş…
İçimize kin soktular,
Dinsizliği din soktular,
Kızıl Moskof, Çin soktular. ..
Dediler olsun hurdahaş
Alevî, Sünnî, Kızılbaş…
Yüzümüzden öven bunlar,
Ardımızdan söven bunlar,
Seni, beni döven bunlar,
İsterler olsun hurdahaş,
Alevî, Sünnî, Kızılbaş…
Ağam! ev bizim, söz bizim,
Yürek yakan bu köz bizim,
Bu kan, bu can, bu öz bizim…
Aynı doku, aynı kumaş
Alevî, Sünnî, Kızılbaş…
Uyudun kaç asır boyu…
Uyan ey Oğuz’un soyu!
Baba, dede, amca, dayı…
Bayramdır bu, gel kucaklaş
Alevî, Sünnî, Kızılbaş…
NİYAZİ YILDIRIM GENÇOSMANOĞLU
[1] Yrd. Doç. Dr. İEÜ. Öğretim Üyesi
[2] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali 9, Bilmen Basım ve Yayınevi 1992 İstanbul
[3] M. Keskin, Caferi İlmihali, DİB yayınları,1. Baskı 2010 Ankara
6 TDV İslam Ansiklopedisi ilgili madde. Ayrıca, Campo, Juan E. (2009). Encyclopedia of Islam (Encyclopedia of World Religions). USA: Facts on File. s. 386. ISBN 978–8160-5454-1. http://www.amazon.com/Encyclopedia-Islam-World-Religions/dp/0816054541/ref=sr_1_2?s=books&ie= UTF8&qid=1326068113&sr=1-2.
[5] Diyanet İlmihali, Ankara1998, s.19,
[6] Kemal Eraslan, Ahmet Yesevi’nin Fakirnâmesi, İstanbul Edebiyat Fakültesi Türk Dili Dergisi 1971(s.45-120)
[7]Bkz: http://haberiniz.com.tr/kose-yazisi/80778/alevilik-bagimsiz-din-mi-yapilmak-isteniyor–dr-abdulkadir-sezgin.html
“25 Ekim 2007 tarihinde Danimarka’nın Aleviliği “din” ve “Danimarka Alevi Birlikleri Federasyonu’nu “Din Kurumu” olarak kabul etmesi ile Alevilik probleminde yeni bir döneme girilmiştir.
“Danimarka, Hollanda, İsveç Aleviliği kendine özgü bir inanç” yani “din olarak” tanıdı.
Avusturya`da, 22 Mayıs 2013 tarihinde yayımlanan bir kararname ile Alevilik “kendine özgü bir din” ve Aleviler de “Din Toplumu” statüsüne kavuşmuştur.
Bu tanınma ile Avusturya Devlet okullarında “Alevilik Din Dersi” verilme hakkı elde edilmiştir.
Alevilikle ilgili çalışmalarda merkez işlevi gören Almanya’nın Berlin, Baden Württemberg, Kuzey Ren Vesfalya, Bavyera, Hessen Eyaletleri ile İsviçre‘nin Basel Kantonu “kendine özgü bir inanç” olarak “din olarak” tanıyor.
Adı sayılan yerlerde bulunan Alevi Federasyon veya Dernekleri de “Din Kurumu” statüsünde kabul ediliyor.”
Almanya ve Fransa devlet olarak Aleviliği “Kendine özgü Din” olarak tanımayı gerçekleştirdiğinde, herhalde Türkiye de “Aleviliği bağımsız din” olarak tanımak durumuyla karşı karşıya kalacak gibi görünüyor.
[8] Ferit Develioğlu, Osmanlıca- Türkçe Ansiklopedik Lügat, Aydın Kitabevi 2012, s.282
[9] Mustafa Erdoğan, Anayasal Demokrasi, Siyasal Kitabevi, 1996, s 241
[10] 2820 sayılı Siyasi partiler Kanununun “Atatürk ilke ve İnkılaplarının Korunması matlaplı 84.. maddesinin C) fıkrasında tarikatları yasaklayan 677 sayılı kanun da yer almıştır. Bu sebeple Alevilik dâhil, bütün tarikatlara ilişkin yeni düzenlemeler yapılırken bu hükümlerle birlikte değerlendirilmesi gerektiğine dikkatlari çekmek istedik.
[11] Meclis-i Meşayih Nizamnamesi ve diğer mevzuatı neden önemlidir için bakınız: “http://haberiniz.com.tr/kose-yazisi/209421/osmanli-ve-cumhuriyetin-mesayih-kurulu-dergâhlar-ve-tekkeler-mevzuatina-dair–dr-abdulkadir-sezgin.html”
[12] Meclis-i Meşayih Nizamnamesi ve 8 yönetmelik için bakınız: “http://haberiniz.com.tr/kose-yazisi/211402/osmanli-ve-cumhuriyetin-mesayih-kurulu-dergâhlar-ve-tekkeler-mevzuati–dr-abdulkadir-sezgin.html”
[13] Örnek bir metin olarak bakınız: Kâtip Çelebi, „Mizan-ül Hak Fi İhtiyari’l Ehakk”, piyasada birden çok farklı tercüme ve baskıları mevcuttur.
[14] Bakınız: Ömer Lütfi Barkan, Osmanlı Devleti’nin Şeriat devleti olmadığına dair makalesi, Cumhuryet’in 50 yılına Makaleler. TTK. 1973 Ankara
[15] İbni Teymiye tarafından yazılmış olan Es-siyasetü’ş-Şer’iye adlı Arapça kitap, farklı mütercimler tarafından Türkçeye tercüme edilmişse de, tercümeler arasındaki farklar, bazı bölümlerin mütercimler tarafından atlandığı ve tam tercüme edilmediğini göstermektedir. Bu sebeple de tercümelerinin metin ve bilgilerinin verilmesine ihtiyaç duyulmamıştır.